Geldiği yeri göçtüğü yerde yaşatma kaygısı
Nihayet’in dosya konusunun akrabalar olacağını öğrendiğimde aklıma ilk önce annem geldi. Elbette birinci dereceden akrabam olduğu için değil…
Annem ne zaman memlekete dair bir şeyler konuşulsa köyünün olmayışına ve akrabasızlığına üzülür, isyan eder. Hatta öyle ki bir zamanlar Erzurum’u kendisine memleket seçmişti. Onun şikâyetinin altında ait hissedeceği ve başı sıkışırsa dönebileceği bir nokta olmamasından duyduğu huzursuzluk yatıyor. Atalarına dair bir hikâyeye sahip olmadıktan sonra nesillerdir İstanbullu olmak bir anlam ifade etmiyor. Kendisini her göçmen gibi yalnız hissetmesinin yanında yaşatabileceği bir kültür mirası da yok. Françoise Dastur, Ölümle Yüzleşmek adlı eserinde soy bağının biyolojik değil maneviyat temelli olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Asıl önemli olan öbür dünyadaki ölümsüz yaşam değil bu dünyadaki kolektif belleğe tutunabilmektir.” Kendimizi ifade etmek ve belki de bu dünyadaki varlığımızın bir yanılsama olmadığını teyit etmek için ortak bir hikâyeye ihtiyacımız var.
Bahsi geçen belleğin inşasında ve sürekliliğinde akrabalar kadar hemşehrilerin de önemli bir payının olduğunu düşünüyorum. Peki soy bağı ya da seçilmiş arkadaşlık ilişkisi paylaşmıyor olmamıza rağmen akrabaymışçasına yakınlık hissettiğimiz hemşehri kimdir? Göç sonrası canlanan aynı yörenin “kolektif belleği”dir. Kentte tanımlanan kültüre dayalı ilişki ağıdır. Elbistan’da yaşayan bir vatandaş kendisini Kahramanmaraş sınırları içerisinde Elbistanlı hissederken İzmir’e gittiğinde tüm Maraşlılar hemşehrisi olabilir ya da Ordulu bir aile Almanya’ya göçtüğünde tüm Türkler hemşehrisi hükmündedir.
- Kendi yöresinde farklı iklimlerin, coğrafyanın, kültürün ve belki mezhebin, dinin mensubu olan kişi yabancıyken çemberin dışına çıkmak ortak hikâyenin paydaşı olan herkesi akraba, hemşehri kılar.
Sema Erder’in 1996 yılında yayımladığı İstanbul’a Bir Kent Kondu başlıklı çalışmasında daha çok kent kökenlilerin ya da kitlesel göç vermeyen ve/veya “bireysel” göçmenlerin hemşehrilik ilişkisi olmadığını söylüyordu. Eğer göç öyküsü Erder’in tespit ettiği gruplardaki gibi değilse, kitlesel veya zincirleme bir göç söz konusuysa, hemşehrilik ile akrabalık ilişkisi arasındaki çizgi incelir. Aslında bir yabancı olan hemşehrimiz bize benzemeye başlar, tekinsizliğini, tamamen olmasa da, yitirir.
Bu yazı için 3-4 nesildir büyük şehirde yaşamasına ve artık kentli olmasına rağmen akrabalık2 bağını vakıflar/dernekler ya da aile aracılığıyla sürdürmeye devam eden birkaç göçmenle görüştüm ve bu görüşmelerden çıkardığım bazı sonuçlar oldu.
Öncelikle hepsinin buluştuğu nokta, mensubu oldukları grupla paylaştıkları ortak tarihe ve geleneklerine duydukları bağlılıktı. Bir Abaza olan Z.F., içinde bulunduğu grubun bir kibirle kültürlerine tutunduğunu, “biz” bilincinin canlı kalabilmesi için sert sınırlarla çevrili geleneklerle büyütüldüğünü ve erken çocukluk döneminde akranları içinde bir hayli zorluk çektiğini belirtti. Hatta söz konusu grup alışılmışın dışında dindarlaşmayı bile bir asimilasyon nüvesi olarak kabul ediyor, farklı bir ırkla evliliğe karşı çıkıyor ve dış dünyayla ilişkisini mesafeli bir alanda muhafaza etmeye devam ediyor. Öte yandan azınlık olmanın bir getirisi olarak kendi içlerinde birbirlerini “kardeş” olarak görüyorlar. Bu sebeple köy içinden evlilik, kardeşle evlilik olarak okunuyor ve bedeli komüniteden atılmakla sonuçlanıyor. Geleneklere bağlılık dış dünyaya kapalı olunduğu sürece sağlanabiliyor. Öyle ki Boşnak göçmenleriyle bilinen Yıldırım Mahallesi hakkında fikir almak için görüşmek istediğim bir B.B. “Orası bizim mahremimizdir.” diyerek teklifimi reddetti.
Edward Said sürgün edilenin kendi grubuna olan bağlılığını şöyle açıklıyor: “Sahip olduğunuz şey az olunca, elinizdekilere saldırgan bir korumacılıkla tutunursunuz. Sürgünde elde ettiğiniz şey tam da bölüşmeye niyetiniz olmayan şeydir; sürgün olmanın en nahoş yanları kendinizin ve vatandaşlarınızın etrafında sınırlar çizerken ortaya çıkar: Abartılı bir grup dayanışması hissinin yanı sıra yabancılara, hatta sizinle aynı müşkül durumda olabilecek kişilere bile duyulan tutkulu düşmanlık.”
Kuruluşunu ailesinin üstlendiği Irak Türkmenleri Kardeşlik ve Dayanışma Vakfı üzerinden kültürel bağlarını korumaya devam eden B.T. vakıfta tanıştığı insanları akrabalarıyla tanışmaya benzetti ve “Vakıf benim konfor alanım. Kendi dilimi konuşabildiğim insanların olduğu bir yer. Orada biriyle tanışırken yabancı olduğunu düşünmüyorum. Hepsiyle çok ortak noktamız var. Yemeklerimiz aynı, kültürümüz aynı, bayram kutlama biçimimiz aynı…” dedi. Kafkas Vakfı’nda yaklaşık iki senedir aktif görev alan A.Ç. ise atalarını ve aynı tarihi paylaştığı insanları merak ettiği için vakfa üye olduğunu, orada kendini yalnız hissetmediğini belirtti.
Görüşmelerim esnasında derneklerin/vakıfların bir aradalığı beslemek için düzenli olarak etkinlikler yaptığını öğrendim. Bunlar alelade, düşünülmemiş işler değil. Aksine bunun için ciddi bir emek ve zaman harcıyorlar. Soy temelli dersler, okumalar, konferanslar yapılıyor, yayınlar ile kalıcılığın sağlanmasına gayret ediliyor ve çocukların küçük yaşta aynı bilinçle eğitilmesi için projeler üretiliyor. Sadece grup üyelerinden oluşan piknik, tatil, gezi gibi organizasyonlar düzenleniyor. Deprem gibi olası afet durumlarında, Ramazan ve Kurban Bayramı gibi özel günlerde yardıma ihtiyacı olan vakıf mensuplarına destekte bulunuluyor. Genellikle vakıflarda aktif rol alanlar soydaşlarıyla ilişkiye geçmenin kendilerine manevi bir tatmin sağladığını söylerken vakıf üyeleri “eksik bir şeylerin tamamlandığını” hissettiklerini belirtti. Hiçbir vakfa üye olmayan Z.F. ise aile büyüklerinin uzak akrabalar ile tanışmayı önemsemelerinden dolayı özellikle son yıllarda düzenledikleri geniş çaplı akraba günleriyle buluştuklarını, düğün ve cenazeler ile sık sık görüştüklerini, hatta buna özel bazı geleneklerinin bile olduğunu söyledi. Türkiye’nin en kalabalık ailelerinden biri olan Ekşioğlu ailesinin üyesi Ö.E. ile yaptığım görüşmede aile vakfının kurulmasından sonra gerçekleştirilen ilk faaliyetlerinden birinin dargın akrabaların barıştırılması olduğunu öğrendim. Aile, göç ile ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış olan akrabaları vakıf aracılığıyla buluşturacak etkinlikler düzenliyor, zayıflayan bağları onarmaya özen gösteriyor.
Bu kuruluşların üyelerine sunduğu kültürel faydaların yanında elbette politik ve sosyal faydaları da var. Örneğin Irak Türkmenleri Kardeşlik ve Dayanışma Vakfı üyelerinden B.T. Türkiye’ye gelecek yurttaşlarına pasaport, konsolosluk, ikametgâh, vatandaşlık gibi işlemler için danışmanlık yaptıklarını ve iş halletme üzerinden bir network kurulduğunu söyledi. Ancak görüşmelerimin tamamında üyeler ve kurucuların vakıfların rasyonel ilişki ağına dair bir teması olmadı. Benzeri bir örüntüyü Erder’in çalışmasında da görüyoruz; belediye meclis üyelerinin hemşehri dernekleriyle olan ilişkilerinin “politik yaşamlarının bir parçası olduğu açık” olmasına rağmen üyeler dernekleri sosyal ve kültürel alanlar olarak gördüklerini ifade ediyor. Genellikle çıkara dayalı ilişkilerin içeriği grup üyelerinin beyanıyla değil dışardan gözlemle mümkün olabiliyor. Elbette buradan vakıfların/derneklerin salt politik amaçlı yürütüldüğünü iddia edemeyiz. Yazımın başında değindiğim, ortak hikâyeye tutunma ihtiyacının bir süs değil, en az rasyonel ilişkiler kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Keza Erder’in çalışmasında “hemşehrilik ilişkileri, bazı gruplar için, barınma, yaşama, iş bulma gibi temel varoluş konularında önem taşıyan ilişkiler anlamını taşırken, bazı gruplar açısından kente taşıdıkları kültürel özelliklerini koruma ve yaşatma anlamını taşımaktadır.” Ve yine aynı çalışmaya göre hemşehri derneklerinde her siyasi görüşten “hemşehri” bulunmaktadır.
- Yaptığım görüşmelerde ortak mirası benimseme ve ileriye taşıma çabasının geleceğine dair benzer birkaç yorum vardı. Her ne kadar bugün bile sıkı bir şekilde kültürel faaliyetler yürütülmeye çalışılsa da genç kuşağın kendinden önceki nesiller kadar bu meseleyi “dava” edinmediklerini açıktı.
Göçün üzerinden 4 nesil geçmiş olmasına rağmen sürgün travmasını hissettiğini söyleyen ve buraya ait olmadığını düşündüğünü belirten Z.F. aynı zamanda kültürü yaşatma çabalarının sürdürülebilir olmadığını belirtti. Kendi soyları haricinde biriyle evlenmenin sorun olması, köylüsüne/hısımına ve geleneklerine bağlılığın büyükşehirlerde hayata geçirilemeyecek bir ideale dönüşmesi özellikle kozmopolit şehirlerdeki göçmenleri gün geçtikçe zorluyor gibi görünüyor. Yine aynı şekilde göçün üzerinden 3 kuşak geçmiş olmasına ve göçülen yerde doğup büyümüş olmasına rağmen kendisini “oralı” hissettiğini söyleyen B.T. babasının taşıdığı yok olma, dağılma korkusunu paylaşmadığını, vakfın kendisi için sadece bir sosyallik aracı olduğunu belirtti.
- Bu görüşmelerde özellikle sürgün ile göç edenler için kültürün hayati önem taşıdığını fark ettim. Bir asimilasyonun söz konusu olması demek sadece sürgün edilmenin nedeni olan kültürün kaybı anlamına gelmiyor; atanı, toprağını ve belki de geleceğini kaybetmek anlamı taşıyor. Hiç yaşamamışsın gibi yok olmak çağrısı yapıyor.
Bu açıdan yurt içinde gerçekleşen göç hikâyesinden farklılık gösteriyor. “Sürgün iflah olmaz ölçüde seküler ve dayanılmaz ölçüde tarihsel bir şey değil midir; tıpkı ölüm gibi, ama ölümün merhametini de sunmadan milyonlarca insanı geleneğin, ailenin ve coğrafyanın verdiği besinden koparan bir şey değil midir?” Bana kalırsa Said’in buradaki “besinden koparılmak” ifadesi ortak hikâyenin, “kolektif belleğin” hayatiliğini ifade ediyor. Bu dünyada yaşamış olmak için besine ihtiyacımız olduğu kadar nesiller boyu aktarabileceğimiz “bize” ait şeylere de ihtiyacımız var. Anneme dönecek olursak; yaklaşık iki yıl önce ortaya çıkan teyzesinin kızı tarafından dolandırıldı. Son günlerde akrabasızlığa karşı sitemi dinmiş durumda.
Kaynakça:
Françoise Dastur, Ölümle Yüzleşmek, Ayrıntı Yayınları. Edward Said, Kış Uykusu, Metis Yayınları.
Sema Erder, İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, İletişim Yayınları. 1.
Burada akrabalık kelimesini ortak tarihin paydaşları anlamında kullanıyorum.