Geç anneanneliğin hayreti
Anneme göre çok geç yaşta anneanne olduğum için daha buluşçu ve hareketli olmaya çabalamam gerekiyor torunum Kaan’la oynarken. Bir ekranda hızla akan cazip görüntülerle, çocuk şarkılarını canlandıran çizgi filmlerle sevdiğim hangi masal, hangi hikâye nasıl yarışabilir?
Babaanne veya anneanne olmakla olgunlaşmak arasında bir doğru orantı olduğunu sanmak büyük yanılgı. Yaşlanmaya devam ederken çoğumuz artık öğrenmekte zorlandığımız her şey yüzünden çocuklaşmaya yatkınlaşırız.
İnsana yaşlandığı etraftan duyurulan bir şey yoksa akıp giden hayatımız içinde bir sürü benlik çağı birbirine karışmaya devam ediyor. Liseli öğrencinin “Babaannem ve teknoloji, hayret!” şeklinde bir tepkisiyle karşılaşmıştım Twitter’a ilk girdiğim yıl. Öğrencinin hayreti ömrün ileri safhalarında özellikle kadınları belli tutum ve davranış kalıplarına indirgeme alışkanlığı üzerine düşündürmüştü -henüz anneanne olmadığım- o dönemde. Türkiye’de daktilodan bilgisayara geçen ilk yazarlardan biriyim belki de ama lise öğrencisinin kabullerine göre elli yaşında bir kadın olarak köşede oturup örgü örmeliydim demek ki… Muhalif olduğu siyasetçiye “Senin ne işin var siyasetle, otur köşende torun sev!” şeklinde çıkışanlara da sıklıkla rastlıyorum sosyal medyada.
Aklıma sık sık gelir Beckett’in Molloy, Malone Ölüyor ve Adlandırılamayan’dan oluşan üçlemesinden parçalar. Sürekli bir sayıklama halinde toplumun dayattığı varlık kalıplarını sorgulayan hasta yaşlı adam, hiç bebek olmadı mı veya hiç bebek sevmedi mi, ninesinden masal dinledi mi? Böyle sorular sorarım, aksi halde anlam yokluğunu nasıl bu denli bir ideoloji gibi kurgulamaya çalışır yaşlı başlı bir insan…
Hayatın anlamı
Hayatın anlamını -veya anlamsızlığını- nihai noktasına ulaşmış şekilde kavradığını sanmak da büyük bir iddia gerçi. “Güzel acemilik” diye niteliyor beslenmeye açık ruh halini Selim İleri. Anneanne olduğumdan bu yana sık sık aklıma geliyor bu niteleme. İnsan kendinde koruduğu acemilikle, torunuyla çocuklaşıp ona masallar anlatabilir veya ola ki bastırdığı o acemilikle barışabilir bir bebeğin seslenmeleri karşısında.
- Annelik/babalık hayatta kendi asli rolünü arama çabasıyla da bir araya geldiği için, üzerine yeterince düşünmeden, birçok ayrıntıyı kaçırarak büyütüyoruz çocuklarımızı. Anneanne/büyükbaba olmaya geldiğinde sıra, neler kaçırdığımızı fark ediyoruz, şaşkınlık ve hayret duyarak. Bizleri masallarıyla büyülü âlemlere sürükleyen anneannelerimiz ihtiyar kadın muamelesi görürlerdi, o kadar da güçten düşmedikleri halde.
Yorucu hayatları nedeniyle köşesine çekilip torunlarına masal anlatmak bir tür taltif gibi de görülebilir. Torun sahibi olmak bir taraftan da dünyadan el etek çekme çağının bir göstergesiydi. Ancak o güzel masalları anlatabilmek “güzel acemiliğe” sahiplik olmadan nasıl mümkün olabilirdi ki?
Birçok genç anneannesini aynı masalları tekrar eden ve geçmişte yaşayan bir ihtiyar olarak algılıyor belki hâlâ. Oysa değişim hep birlikte gerçekleşiyor. İnsan temel özellikleri itibarıyla binlerce yıldan beri değişmedi ama ömürler uzamaya başladı.
Anneanneler/babaanneler köşe minderinde oturarak televizyon izlemeye razı olmuyor, dedeler de öyle... Gelgelelim gençlik çağı da eski gençlik çağı değil, ergenlik bir türlü tamamlanmıyor, evlilik çağı da otuzların ortalarına doğru çekilmiyor mu yer yer? İdeolojiler çağının ebeveynleri çocuklarını korunaklı ortamlarda büyüttüler. Evlenme zahmetine katlanmaya üşenen konformist bir kuşak yetişti. Bu kuşağın anneanneleri alışılagelmiş nine kimliğine sahiplerdi hâlâ. Romatizma ağrılarına aldırmadan hem ailenin yaşlılarına hem de torunlarına baktılar. Mütedeyyin bir yazarımız yıllar önce bir yazısında “Badi badi bir yürüyüşle camiye gidiyorlar” diye konu etmişti bu yorgun kadınların eşleri tarafından ihmalinin sebeplerini irdelerken. Ranciere işçiler için, “İşçi bayramına katılamayacak kadar yorgundurlar” der ya... Bu anneanne kuşağı da bir yandan akşam sofrasını hazırlarken torun bakıp çalışan kızlarına veya oğullarına destek olurken geniş aile efradının çeşitli sorunlarına koşmaktan kendi bakımlarıyla ilgilenmeye ne zaman bulabilmişlerdir ne de takat.
Sağlıklı olmak takıntısı
Onları takip eden, doğum yılları 60’lara denk gelen kadınlar ise kamusal-özel arasındaki değişimin bir şekilde aile ilişkilerine yansıdığı fark edilebilecek ilk kuşağa mensup. Birçoğu annelerinin desteğiyle bir meslek veya uğraşı sahip olan bu kadınlar ev içi sorumlulukları gibi çocuk bakımını da eşleriyle paylaştılar veya paylaşmak istediler. Yer değiştirme ve yeniden yurtlanma seferberliği yaşatan süreç bir yığın zorluğun yanı sıra dinç ve teyakkuz hali içinde olmayı da talep ediyordu. Aynı kadınların -bazen çocuklarının bakımını üstlenen anneleriyle birlikte- geniş aileyi bu kez kadınların planladığı bir kapsamla şehir şartlarında yeniden kurdukları söylenebilir pekâlâ.
90’lardan itibaren giderek daralan evlerin fonksiyonları kamusal alanda yeni formlarda kendini gösteriyor. Belediyelerin yetenek geliştirmeye dönük olarak açtığı çeşitli kursların yanı sıra kadınlara dönük spor aktivite merkezleri, yüzme havuzları ve benzeri birçok mekânda her gelir grubundan ve her yaşta insana rastlayabilirsiniz.
Görünüşe dönük aşırı yoğunlaşma ekranlarla kuşatıldığımız dönemin hastalığı, herhangi bir çerçevede ideal görüntü sağlama uğruna kimileri fotoşopla çeki düzen veriyor görüntüsüne, kimileri gözünü karartıp cerrahlara koşuyor. Estetik ameliyat bir hayli sıradanlaştı ve kadın-erkek aşırı kilolu insanlar mide küçültme, yağ aldırma operasyonlarına giriyorlar. Sağlıklı ve güzel olma, genç kalma yönündeki faaliyetler çeşitli sistem ve sektörlerce destekleniyor olsa da amaca giden yollar güllük gülistanlık değil. Güzelleşme uğruna katlanılan azabı, bu yeni tür çileciliği 90’larda “Yeni Azizeler” başlıklı bir değinide konu etmiştim. Çoğu insan yaşlanırken babaannesi veya dedesi gibi gözükmek “fotoğraf vermek” istemiyor.
Sağlıklı olmayı takıntı haline dönüştüren kitleleri hedef alan endüstriler de kimseyi kendi haline bırakmamak için her yolu deniyor. Yeni icatlar vakitten kazanma imkânı sağlarken yeni hastalıklar getiriyor. Makinelerin evlerimizde daha fazla yer tutmaya başladığı 90’larda İslami kesimlerin yayınlarında bir eve çamaşır makinesi girerse kadınların çamaşıra ayıracağı zamanı boşu boşuna harcayacağına dair yargılar öne sürülürdü. Gerçi bu tür bir kullanımın kadınları yozlaştırdığını düşünen yazarlarımız bilgisayar kullanıyor, uçağa biniyorlardı.
Betonlaşan şehir ve kasabalar ayağımız topraktan kesildikçe yaşlılık hastalıklarının, yaşlandığımızda ne halde olacağımıza dair soruların baskısını hissettiriyor kuşkusuz. Hiçbir şey eskisi gibi değil, çoktandır, evler eski evler olmadığı için de aileler eskisi kadar iç içe olamıyorlar; Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği’nde konu etmiştim 90’ların başlarında: “Anneanne veya dedeler hayata geç başlayıp geç evlenen, geç çocuk sahibi olan çocuklarına yük olmak istemedikleri için de elden ayaktan düşmemeye çalışıyorlar.”
Sağlıklı olma çabası çoğu zaman kilo vermekle sonuçlanıyor. Anneanneler önceki kuşak anneannelere göre daha yaşlı, ancak ister istemez daha hareketliler. Torunlarını alıp hiçbir yere gidemiyorlarsa da parka götürüyorlar. Torunlar ayrı binalarda hatta ayrı mahallelerde bulunan dairelerde kurulan yeni geniş aile düzeninde, özellikle anneanne ve dedelerin ortak çabasıyla büyütülüyor.
- Çok küçük yaşta çocukların ellerine tablet hatta telefon tutuşturuluyor bir resim boyama faaliyeti, bir çizgi film, bir çocuk şarkısı için. Yeni anneanneler dijital teknolojinin kullanımını da torunlarıyla iletişimlerini geliştirmek için öğrenmeye mecbur kalıyorlar. Torunlarını kendi anneanne ve babaannelerinden dinledikleri masalların dünyasında gezdirmek için ayrı bir çaba sarf edenler de hiç az değil.
“Çabuk çabuk, daha toplanacak eşyalarım var sırada” mealinde bir cümlesi vardı Malone’nin. Daha bakılacak bebekler var, daha gidilecek kurslar, kültür ve sanat faaliyetleri, gerçekleştirilecek hayır işleri ve hayrete düşürecek sahneler var...
Kaan
Söz konusu bir bebek olduğunda kendi gündelik çalışma düzeninizi korumanız imkansız. Ansızın uyanıyor uykudan, belirsiz bir sebeple kucaktan inmek istemiyor, masanın en uzak ucundaki kalem kutusunu ele geçirmeden sakinleşemeyeceğini yansıtıyor sesleri. Elinizden tutup kapıya doğru çekiyor, ikinci bir gezi için. Onun adımlarına ayak uydurmaya çalışırken bir anneanne bakış açısıyla yazacak ne çok şey olduğu geliyor aklıma, tabii zihnen yoğunlaşmaya fırsat bulabilirsem.
Kaan’la birlikteyken daha az çalıştığım bir gerçek, beri taraftan daha dikkatli ve hareketliyim, ister istemez. Onunla birlikteyken önceliklerim değişiyor, buna rağmen hayıflanmıyor veya yakınmıyorum. Ben bir metne yoğunlaştığımda, geri çevirmemin imkansız olduğunu bilirmiş gibi yarım kelimelerle seslenerek tırmanıyor dizlerime ve klavyeye uzanarak yapışkan tuşları harekete geçirme komutuna basıyor. Twitter kullanıcılığıma hayret eden öğrenci bütünüyle haksız değil galiba... “Yapışkan Tuşlar” nedir bilmezken, hiç kullanmamışken anlamaya çalışıyorum. Duvarları çizmesine izin vermeli miyim torunumun peki biraz olsun zaman kazanmak için, sahi kızlarımızın bebeklik çağında nasıl olmuştu da evin bütün duvarlarını resim defteri gibi kullanmalarına izin vermiştik eşimle...
Anneme göre çok geç yaşta anneanne olduğum için daha buluşçu ve hareketli olmaya çabalamam gerekiyor torunum Kaan’la oynarken. Bir ekranda hızla akan cazip görüntülerle, çocuk şarkılarını canlandıran çizgi filmlerle sevdiğim hangi masal, hangi hikâye nasıl yarışabilir? Sabır Taşı, Şahmeran, Yıldız Çocuk, Köroğlu, Mutlu Prens, Küçük Prenses Sara, Heidi, Tuz Masalı, Ali Baba ile Kırk Haramiler, oyunlarımıza uyarlanacak zamanla. Çocuklarım için kurguladığım Fakir Düşme Oyunu’nun sahnelerini de yeniden düzenleyebilirim onun için, afet tehdidine kalabalık bodrumlarda yakalanan mültecilerin ve afet günlerinin bir eve kapanarak gün sayma şansı olmayan sessiz/görünmez kahramanlarının endişesiyle.