Filiz Ali: Hâlâ babamla yaşıyorum
Yıllar önce meçhul bir ölümle aramızdan ayrıldı Sabahattin Ali. Aradan yıllar geçti geçmesine ancakölümünün ardındaki sır perdesi hâlâ aralanamadı. O, yasaklı olduğu dönemde bile Türk edebiyatınınen önemli yazarlarından biriydi hiç kuşkusuz. Ancak usta yazarın kitapları, son yıllarda bir hayliilgi görüyor. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna gibi kült hâlinegelmiş pek çok eserin yanı sıra ardında, 11 yaşında babasına âşık bir kız çocuğu bıraktı. Filiz Aligeçmişe giderken hem keyifli hem de bir o kadar hüzünlüydü, acısı hâlâ tazeydi. Trajik bir ölümünardından zorlu geçen hayatından ona kalan, babasının eserlerinin şimdilerde telif yasası nedeniyleelinden alınması gündemde. Nişantaşı’nda, anıların yüklü olduğu o evde Filiz Ali’nin çocukluğundadolaştık ve bugünü konuştuk…
Geçmişe yolculuk yaparak başlayalım.Çocuksunuz, babanızla birliktesiniz. Gözünüzde ilk canlanan fotoğraf nedir?
Bir tane yok, çok fazla var. 1940’lı yıllarda Ankara’da yaşadım. O yaşantınınpek çok karesi hâlâ dün gibi aklımda. Şehirle ilgili, mahallemizle ilgili. O kadar çok anı var ki...
Geçmişe giderken zorlanıyor musunuz?
Babamın ölümünden önceki döneme giderken zorlanmıyorum. Babamın ölümünden sonraki anılarsa uzun bir süre içe atılmış duygulardır. O duyguların ortaya çıkması çok yenidir. 1980’den sonra babamın ölümünden bahsedebildim.
Onun öncesinde çok fazla konuşmazdık. Annemin de benim de içimize attığımız,arada sırada geçmişe döndüğümüz ve çok üzüldüğümüz konular olurdu. Bir daha o konular açılmazdı. Mümkün olduğu kadar geriye dönüpde üzülmek istemezdik. Annemin düşünce tarzı öyleydi. Hayata devam...
ADINI ANMAK BİLE YASAKTI
Hayat bir şekilde devam ediyor... Fakat önemli şahsiyetlerin çocukları olmak biraz farklı. Öldükten sonra da çevreleri tarafından bir şekilde yaşatılıyorlar. Yani babaları aslında hiç ölmüyor. Siz bu süreci nasıl yaşadınız?
Evet, önemli şahsiyetlerin çocuğu olma duygusu farklı. Babam öldükten sonra bir süre adını anmak bile bizim için yasaktı. Can havliyle hayata devam ettik. Mümkün olduğu kadar az yara bere almaya çalıştık. Çünkü babam sadece öldürülmekle kalmadı, sanki biz de onunla birlikte cezalandırıldık. Emekli maaşı bağlanmadı, var olan eşyaları haciz edildi.
Şimdiki Sabahattin Ali ile çocukluğunuzdaki arasında nasıl bir fark var?
Alakası bile yok. O zaman babamın adından bahsetmek bile tabuydu. 1960’lardan sonra ortalık biraz yumuşadı. 1965 yılında kitapları tekrar yayınlanmaya başlandı. Ama sonra her darbede insanların evleri basıldığı vakit babamın kitapları toplatıldı. Sabahattin Ali, uzun yıllar damgalı olarak kaldı. Babamın kim olduğunu gizlemek zorunda kaldım. Bundan daha kötü ne olabilir?
Babanızın kim olduğunu saklamayı nasıl başardınız?
Babamla çok oyun oynardık. Babamın kim olduğunu gizlemek de zamanla benim için bir oyun hâline geldi.
Aradan yıllar geçti, kitapları çok iyi satan, hakkında övgüyle bahsedilen, sergiler açılan bir yazarın kızı hâline geldiniz. Bunu bir iade-i itibar olarak görüyor musunuz?
Hadi canım, Allah aşkına! (Gülüyor.) Bence bu ülke, Sabahattin Ali gibi bir yazara sahip olduğu için iftihar etmeli. İade-i itibar beklemiyorum ben. Zaten öyle bir şeye de ihtiyacı yok. Bu tanımlama bana hiç doğru gelmiyor. Aynı şey Nazım Hikmet için de söylendi. Kim kime itibar iade ediyor? Kim ki itibarı iade edenler?
HEM ÇOK KONUŞUR HEM ÇOK SUSARDI
Hayatınız boyunca Sabahattin Ali’nin kızı olmanın sorumluluğunu hissettiğinizi söylüyorsunuz. Filiz Ali olmak nasıl anlatır mısınız?
Çocukluğum ve gençliğim boyunca üzerimizde hissettiğimiz baskıya rağmen ben daima babamla iftihar ettim. Aynı zamanda ona layık olmaya çalıştım. Ben “Sabahattin Ali’nin kızı ne fena bir şey yaptı” demesinler diyerek yaşadım hayatımı. Çocukken babamın bu kadar önemli bir şahsiyet olduğunu bilmiyordum. Kitaplarının hepsine hâkim değildim. Ama hep farklı biri olduğu biliyordum. Babamın ölümünden 11 yıl sonra
Amerika’ya gittim. Babamın eserlerinin çevirisi için uğraştım. Daha o zamanlar vardı bu bilinç. Tabii bunun böyle olmasında annemin çok büyük bir katkısı vardı.
Babanızın kızı mısınız?
Karakter olarak annemden daha ziyade babama benziyorum. Babam çok konuşkan birisiydi. Ben de eskiden çok konuşurdum. Annem ikimizin arasında baygınlık geçirirdi. Babamın iki duruşu vardı. Biri çok hoş sohbet, çok konuşan ve çok anlatan, diğeri de tamamen dışa kapalı.
Evimizde gelen giden çok olurdu. Babam konuşması bitince oturduğu yerden kitabını çıkarır okumaya başlardı. Hatta bununla ilgili bir hikâye de var. Annemle ailemizin yakın dostlarından birine bayram ziyaretine gitmişler. Hoş beş ederken babam sıkılmış ve kütüphanedekikitaplara bakmaya başlamış, bir süre sonra da anneme “Hadi Aliye, kalkalım” demiş. Ev sahibi de “Ne güzel sohbet ediyorduk Sabahattin Bey, niye kalkıyorsunuz?” demiş.(Gülüyor)
Sizin gözünüzden Sabahattin Ali’yi dinleyelim, nasıl biriydi?
Konuşkan olmadığı zamanlarda kendi dünyasına kapanırdı. Bir de etrafındakilerden sıkıldığında kendini soyutlardı. Onu tanıyanlar “Sabahattin böyle” deyip kabulleniyorlardı. Bir kere çok sevecen bir insandı. Annemi, beni hep çok sevdi. Ben bütün babalar öyle sanırdım. Mesela, grup hâlinde uzun yürüyüşlere çıkardık, babam beni omuzlarına alır, öyle dolaştırırdı. Bayılırdım onun omzunda gezmeye. Diyeceksin ki bütün babalar bunu yapıyor zaten. Ama bu benim için çok önemli. Her yerebirlikte giderdik. Babam beni işine bile götürürdü.
SAKLAMBAÇ OYNAMAYI ÇOK SEVERDİ
Evinize kimler gidip gelirdi?
O yıllarda Millî Eğitim Bakanlığı’nın tercüme bürosu kurulmuştu. Ankara’daki yazarlar, çevirmenler, eleştirmenler o büroda çalışıyorlardı.
Babam da Almanca yayınlarına danışmanlık yapıyordu. Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Necati Cumalı, İzzet Merih ve Nurullah Ataç gibi isimler vardı. Cumhuriyet’in yeni kurulduğu yıllar. Yurt içinden ve yurt dışından gelen müthiş bir entelektüel topluluk var. Ankara, o yıllarda küçük bir şehir olduğundan bütün herkes bir arada. Bu yazarlar, tercüme bürosundan çıkışta bizim eve gelirlerdi. Samet Ağaoğlu babamla politik tartışmalar yapardı. Babamın ölümünden iki yıl önce başladı düşmanlıklar. Onun öncesinde dostları vardı.
Bir yazar Sabahattin Ali var, bir de baba Sabahattin Ali var. Yıllar sonra kitaplarını okuduğunuzda arasında nasıl bir fark gördünüz?
Babam sadece kitaplarında değil, normalde de çok iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Yıllar sonra babamın kitaplarını okuyunca “Babam hikâye anlatmaya kitaplarında devam etmiş” dedim. Oyun oynamayı seven biriydi. Saklambaç oynardık mesela.Saklanmayı çok severdi babam. Çocukluğumda, babamın benden yaşça çok büyük olduğunu hiç fark etmezdim.
Babanızın en çok neyi etkilerdi sizi?
Hiç öğüt vermezdi. Hep öğretirdi ama bunu oynayarak yapardı. Öyle hikâyeler anlatırdı ki zaten anlamanız gerekeni anlardınız. Farkında olmadan öğrenirdiniz. Babamın kütüphanesinde çok değerli kitaplar olurdu. Daha 6 yaşındayken Goethe’nin Faust’unu biliyordum.
Çocukluktan kalan bir kültür birikimim varsa babamın anlattıkları sayesindedir. Buna rağmen egosunu çok iyi hazmetmiş biriydi babam. Ankara Devlet Konservatuarı’nın kuruluş aşamasında babam öğretmen olduğu için o sürecineredeyse babamla birlikte yaşadım. İlk tiyatro ve opera temsillerinin provaları. Sahne arkası, kostümler. Masal dünyası gibi bir dünyam vardı.
UZUN YILLAR BABAM GİTTİĞİ YERDEN GELİR DİYE DÜŞÜNDÜM
Babanız öldüğünde 11 yaşındaydınız. Tepkiniz ne oldu?
Babamın öldürüleceğini hiçbir zaman düşünmedim. Hâlâ da üzeri kapanmış bir olaydır. Düşünsenize kaybolduğu tarihten bir yıl sonra öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Nereye gömüldüğü bilinmiyor. Bugün hâlâ nerede olduğu bilinmiyor. Uzun yıllar babam gittiği yerden gelecek diye düşündüm.
Mezarı yok. Annemler yurt dışına gittiğini düşünmüşler. Öyle bir ihtimal vardı. Mektuplarında “Bana burada rahat vermiyorlar, yurt dışına gitmem lazım” diyor. Pasaport için müracaat ediyor ama kendisine izin verilmiyor. Zaten o sıralarda birkaç dava devam etmekteydi. O davalar nedeniyle hapse girecekti. Tam köşeye sıkışmış vaziyette... Ailesine beş kuruş para gönderemiyordu.
Bu durum size aileniz tarafından hissettiriliyor muydu?
Bunlar bana sonradan anlatıldı. Babam son iki yılında İstanbul’daydı. Biz Ankara’daydık.
Anılarınızı Yok Bi’şey, Acımadı ki...isimli kitapta topladınız. Orada babanız öldükten sonra annenizle kırgın ve kızgınlık içeren ilişkinize de değinmiştiniz. Bu durum ne kadar sürdü?
Kitabın o kısmını cımbızladılar. Oysa ben büyük bir açık yüreklilikle babamdan sonra neler yaşadığımızı anlattım. Babam öldükten sonra annemle yapayalnız kaldık. Bütün akrabalarımız korkudan bize sırt çevirdiler. Annem sadece babaannem ile mektuplaşıyordu. Çünkü oda evladını kaybetmişti. Büyük bir maddi sıkıntı içindeydik.
BABAMI KAYBETTİĞİM İÇİN ANNEMİ SUÇLADIM
Yardım eden olmadı mı?
Tabii dostlarımız vardı. Aile bağı olmasa da bize yakınlık gösterdiler. Annemin o güne kadar çalışma tecrübesi yoktu. Babamın dostları sayesinde annem kendine iş bulabildi. Genç bir kadındı annem. Yaşadığı travmayı ben yaşamadım. Ben bir hayal dünyasında yaşıyordum. İlkokulu bitirdiğimde parasız yatılı sınava girmeme karar verildi. Allah’tan konservatuarı yatılı olarak okudum. Eğer o okula girmeseydim annemin beni okutacak durumu yoktu. Annem içinde bulunduğumuz durum nedeniyle benim okumam gerektiğini ama iyi okumam gerektiğini düşünüyordu.
Anneniz müthiş güçlü bir kadınmış…
Çok dirayetli ve iradeli bir kadındı. Bir o kadar da otoriter ve sertti. Annemden yeterince şefkat görmüyordum. Bana kalırsa depresyondaydı. Geceleri hiç uyumaz evin içinde gezinirdi. Annemin bana göre sert bir karakter olması işin doğrusu bana yaradı. Evde sürekli ağlayan bir kadın olsaydı ben de herhâlde dağılırdım. Belki de böylesi daha iyi oldu, o sayede paçayı kurtardım. O da benden şefkat beklerdi. Ama galiba babamı kaybettiğim için ben de annemi suçluyordum. Birbirimizi çok severdik ama bir arada olunca da didişirdik.
Babanızın sizin geleceğinizle ilgili bir tasavvuru var mıydı? Sizce şu hâlinizi görseydi ne düşünürdü?
O bir talih çizgisi çizmiş aslında. Beni koleje göndermek istiyordu. Ama diğer taraftan müziği bırakmamı istemedi. O dönemde çevremizdeki bütün çocuklar İngilizce öğrenmeleri için koleje yollanırdı. Benim için yapılan planlanan şey de buydu.
Bugün yaşasaydı ona ne söylemek veya onunla ne yapmak isterdiniz?
Böyle şeyler düşünmüyorum. Zaten ben onun hâlâ etrafımda olduğunu düşünüyorum. Zaten onunla birlikte yaşıyorum. Yaptıklarımı ve yapabildiklerimi uzaktan beni gördüğünde tasvip ediyor gibi geliyor. Bu yaşıma kadar babam bana baktı. Eserleriyle bakmaya devam ediyor.
KÜRK MANTOLU MADONNA ÇOK SEVİLDİ ÇÜNKÜ…
Babanızın yazdığı pek çok özel eser var. Ancak onlardan bir tanesi diğerlerine nazaran daha çok sivrildi. En çok satan kitabı oldu. Kürk Mantolu Madonna kitabının bu kadar çok sevilmesini neye bağlıyorsunuz?
- Zincirleme bir şey bu. Bir defa kısa bir roman. Edebiyat hocaları tarafından çok tavsiye ediliyor. Dilinin genç kuşağa ağır gelmemesi önemli bir etken. İçinde konu olan aşk, tam gençlerin içindeki duygulara hitap ediyor. Ben okullara davet ediliyorum. Öğrenciler genellikle “Sanki benim hissettiklerimi yazmış” diyor. Popüler olmasının nedeninin bu zincirleme olduğunu düşünüyorum. İçinde Madonna’nın adının geçmesi de etken olabilir. Filme çekilmesi yıllardır konuşuluyor. Henüz olmadı. Tiyatrosu yapıldı. Böyle ünlü edebiyat eserlerini sinemaya aktarmak dünyanın her yerinde zor.
Sabahattin Ali’nin yazdığı yazılar “toplumsal gerçekçilik” olarak adlandırılıyor. Buna katılıyor musunuz?
Hiçbir zaman öyle kısıtlamalara gidilecek bir yazar olmadı. O, modası geçmiş bir tabir. Evet, bazı hikâyelerinde toplumun gerçeklerini ele almıştır. Sosyoloji profesörü Niyazi Berkes’ten babamla ilgili bir anısını yazmasını istemiştim. O anlatırken şöyle demişti: “Çevremizde sadece Batı edebiyatını değil, Marksist dünya görüşünü de birinci elden Sabahattin Ali kadar kimse bilmiyordu.”
Kuyucaklı Yusuf?
O hikâye romantik bir hikâyedir bana sorarsanız. Yusuf karakteri neredeyse mitolojik bir karakterdir. Tamamen içine kapanıktır. Kanal hikâyesi için toplumsal gerçekçi denebilir. Ama hikâyenin bile daha ilk cümlesinde anlıyorsunuz lirik bir anlatım olduğunu. 10 yaşındaki torunuma Değirmen kitabından bir hikâye seçip okumasını ve bana anlatmasını istedim. Ertesi hafta Viyolonsel hikâyesini okumuş, anlattı bana. Ona “Ne hissettin?” diye sordum. Bana “ağladım” dedi.
Babanızın yazdığı eserler içinde en çok beğendiğiniz hangisi?
Ben babamın kitaplarını ayırmıyorum. Hepsini seviyorum.
BABAM HÂLÂ KAYIP
Sabahattin Ali 1948’de öldürüldü. Yasalarımıza göre bir eserin telif hakkı, eserin sahibinin ölümünden 70 yıl sonra kamuya mal oluyor ve vârislerin telif hakları kalkmış oluyor. Telif yasasının kalkması konusunda dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı’nın bazı çalışmaları olmuştu. O konudagelinen nokta nedir?
Telif hakları yasası konusunda danıştığım avukatların hemen hemen hepsi bu yasanın dışına çıkılamayacağı konusunda hemfikirler. Ancak babamın ölüm şekli hâlâ bilinmiyor. Hâlâ kayıp. 1948 yılında öldüğü söyleniyor ancak annem 1957 yılında veraset ilamını almış. Ama 1948 yılı ölüm tarihi olarak resmileşmiş, hangi ara resmileşti, onu da bilmiyorum. Bir katil bir de ceset çıkıyor. Cesedin kimin olduğu belli değil. Bulunan ceset ne annem ne de babaannem tarafından teşhis edilmedi. Esasında o kadar şaibeli ki…
15 YILIN TELAFİ EDİLMESİ GEREKİYOR
Ortaya çıkacağına dair bir umudunuz var mı?
Valla Türkiye’de şimdiye kadar bu konuda meclise epey yönerge verildi. Ama meclis çoğunluğu tarafından önergelerin hepsi reddedildi. Ölümler ve kayıplarla ilgili bir platform kurmuştuk. Meclisteki bütün partilerle konuştuk. Herkes timsah gözyaşları döktü. Politikacılardan hiç ümit yok. Türk bürokrasisi hiçbir şeyi kaybetmez bana sorarsanız. Mutlaka bir yerlerde vardır. Biz dosya için her aradığımızda sel bastı veya yangın oldu gibi cevaplar aldık.
Bu konu medyada geniş yer buldu ve tartışmaları da beraberinde getirdi. Kimileri haklı kimileri haksız diye nitelendirdi durumu. Tartışmalardan yola çıkarak konuyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Babam 1948 yılında kaybolduğunda 41 yaşındaydı. Aynı yıl yayınlanan Sırça Köşk adlı hikâye kitabı Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmıştı. Başka yasaklar da vardı. 1965 yılına kadar yayıncılar babamın kitaplarını yayımlamaktan bu yasaklar nedeniyle korktular. Ayrıca veraset ilamı tarihi 1957. Varis olarak yazarın, eserlerinin ölümünden sonra da yayımlanmayarak büyük haksızlığa uğradığını düşünüyorum. Aradaki 15 yılın telafisi gerektiğine inanıyorum.