Farklı iki kadın benzer bir endişe: İnsanlar yanlış anlar!
Atkaracalarlı Şair Cevriye Banu’nun ölümünden iki yıl önce divanını “İnsanlar yanlış anlar” diye yaktığını öğrendikten sonra, “yanlış anlama” üzerine düşünmeye başlayan Cihan Aktaş, bir Çankırı ziyareti sırasında Atkaracalarlı Cevriye’nin akrabalarını arayıp bulur. Benzer bir endişe yüzünden İstanbul doğumlu Nimet Gecekuşu’nun Erzincan’ın bir köyünde canla başla sürdürdüğü öğretmenliğini bırakmak zorunda kalmasını ise, kardeşinin eşinden yıllardır dinleyip notlar almıştır. Farklı tarihler, şartlar ve şehirlerde olsalar da kalem ve kâğıtla ilişkileri üzerinden benzerlikler barındıran iki kadının ilhamıyla ortaya 1864’lerden 1970’lere uzanan bir kurgu çıkar. Cihan Aktaş ile Üsküdar’da buluştuk ve “Birçok sebebin yanı sıra Anadolu’ya borcumun da romanı” dediği Şair ve Gecekuşu’nu konuştuk.
Şair ve Gecekuşu romanınız gerçek hayat hikâyelerine dayanıyor. Bu hikâyelerle karşılaşmalarınızı ve üzerine çalışmaya karar verdiğiniz süreci anlatır mısınız?
Hikâyelere kulağım açık yaşıyor, beni çarpan bir sese kapılıp gidiyorum hemen sevgili Kübra. İki kahramanımdan biri olan şair Cevriye Banu, “kulaklarımız duyduğunu unutmuyor” dermiş. Diğer kahramanım Nimet, kardeşimin eşi Seval’in babaannesi, hayat hikâyesini yıllardır dinliyor, notlar alıyorum. Bu şekilde alınmış notlardan oluşan başka dosyalarım da vardı ama hiçbiri böyle bir kurgu için harekete geçirmedi zihnimi.
2008’de Tahran’da bir üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri veriyordum. Türk kadın şairler üzerine bir ders hazırlarken daha önce adını hiç duymadığım Cevriye Banu ile karşılaştım. 1864 doğumlu yazar 1916’da vefatından iki yıl önce, “İnsanlar yanlış anlar” diyerek divanını yakmış. Bu yanlış anlama korkusu nasıl yerleşiyor benliklere de bir kurguyu imhaya götürüyor? Yıllarca kafamda taşıdım bu soruyu. 2017’de şöyle bir gelişme oldu: Kardeşim işi gereği Çankırı’da yaşamaya başladı. Ben de Eylül ayında onu ziyaret için otobüsle yola çıktım. Çankırı’ya yaklaşmıştık ki birden Atkaracalar levhasını gördüm, Cevriye’nin şimdi ilçe olan köyü. Şaşırdım, heyecanlandım. Kardeşimin de yardımıyla gidip Cevriye Banu’nun ailesini buldum, onlar anlattı ben not ettim ve bir kurgu için izinlerini aldım. Aile fertlerinin, özellikle de Cevriye Banu’nun kardeşi Hüseyin’in torunu Ayaş Hanım’ı sık sık ziyaret ettim salgının başladığı tarihe kadar, daha sonra da telefonla konuşmaya devam ettik. Ayaş Hanım’ın dili ve üslubundan etkilendiğimi belirtmeliyim, fiziksel olarak da Cevriye’ye benzetilirmiş. Onun büyük halasıyla ilgili dile getirdiği ilginç bazı temalar aklıma Nimet’i getiriyordu dinlerken, daha yaşarken mübarekleştirme bunlardan biri. Böylelikle zihnim bu kurguya açıldı ve tam dört yıl önce bugünlerde metin üzerine çalışmaya başladım.
Romanınızda her bölgenin geleneklerini de detaylı biçimde aktardığınızı görüyoruz. Bu kısımlar şüphesiz özel bir çalışma gerektirdi. Araştırmalarda nasıl bir yol izlediniz ve yazım süreciniz nasıl ilerledi?
İki kadın kahramanın ortak noktalarını oluşturan şartları ortaya koymam gerekiyordu. Bu dört yıl boyunca hem Erzincan’a hem de Çankırı’ya defalarca gittim. Atkaracalar’da ve Erzincan köylerinde araştırmalar yaptım, söyleşiler gerçekleştirdim.
Takıldığım hususlarda konuya vakıf olduğunu bildiğim kimselerle telefon görüşmeleri yaptım veya bizzat gidip konuştum. Misal, Karadeniz’deki gemi yolculuğu bölümünü Ahmet Özalp’e okuttum. Erzincan köylerinde eşeklerin taksi gibi çalıştığı dönemi Mustafa Kutlu’yla konuştum. Tabii sayısız kitap okudum aynı zamanda… Nimet’i doğru anlatmak, mesela Enver Paşa’nın annesi Ayşe Dilara Hanım’ı iyi tanımayı gerektirirdi, bu yönde okumalar yapmaya çalıştım. Gerçi Enver Paşa hakkındaki metinlerde annesiyle ilgili çok az bilgi var. Sonuçta bu bir kurgu, gerçekliği kahramanlarımın hayattaki yakınlarının hassasiyetlerini dikkate alacak şekilde yorumladım ama elbette ki bir kurguyu anlamlı kılan her şeyden önce gerçekliği dikkate değer kılan noktalara gösterilen saygıdır.
Gerçeklik ile kurduğumuz ilişki, onu yeniden söyleme, gösterme, ifade etme biçimlerimizi de etkiler. Nimet ve Cevriye’nin hayat hikâyelerini bir romanda yeniden kurgularken gerçek bir mekâna, belirli bir zamana ve olay örgüsüne göre yazmanın yazara sağladığı kolaylıklar ve zorluklar için neler söylersiniz?
Belirli bir zamana ve olay örgüsüne göre yazmanın hem kolaylıkları var hem zorlukları sevgili Merve. Somut kişi ve mekânlardan yola çıkmak başlangıçta işi kolaylaştırıyor ama süreç öyle işlemiyor, çünkü yüz yıl öncesine dair birçok ayrıntı için ya araştırma yapmak gerekiyor ya da muhayyileye başvurmak.
Cevriye’yi divanını yakmaya götüren sebepleri tartışırken, ocakbaşında bir kafesin ardında şiir atışmaları yaptıkları şeyhiyle ilişkilerini kurcalamam gerekirdi; bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değildim, elbette hayal gücümü kullanacaktım.
Temelde bu bir kurgu ve her iki kahramanı bir araya getiren temaları öne çıkarması gerekirdi romanın, bu da hayal gücümün serbest olmasını gerektirirdi. Her iki kahramanın ailesi de bu konuda yüreklendirdiler beni hep, ki başka türlü bunca yoğun çalışmayı göze alamazdım. Anlatılanlarda mevcut boşluk ve çelişkiler yüzünden gerçekliğin elime ayağıma dolandığı da çok oldu. Mesela olayların akışındaki uyuşmazlık yüzünden Cevriye’nin divanını yaktığı tarihi biraz daha gerilere çektim.
Nimet, başına gelenlere her ne kadar karşı çıkmaya çalışsa da aslında tam bir teslimiyet gösteriyor. Her şeye razı gelmiş olarak kendine yeni bir dünya kuruyor. Fakat kurduğu o dünyaya da hiçbir zaman ait olamıyor. Siz Nimet’in yerinde olsaydınız nasıl davranırdınız?
Romanı yazarken ben de sık sık düşündüm bunu. Nimet idealleri adına kendini aile dışında var edebilecek bir kız değil, ayrıca babasının savaş sırasında yaşadıklarının oluşturduğu hisler de ona karşı kesin bir tavır almasına izin vermiyor.
İstanbul’dan ayrılırken döneceğine çok emin zaten, bu konuda hocasının desteğine çok güveniyor. Zengin bir iç âlemi var, buna tutunarak yeni amaçlar var ediyor kendine. Attığı her adımda da kendini ayakta tutmakla ailesini korumak arasında bir fark gözetmiyor. Şartlara teslim olmamanın kendine has yollarını arıyor ve bana göre teslim olmuyor da… Onun yerinde olsaydım daha farklı davranabilir miydim, emin değilim. “Dönebileceğim bir yer olsaydı bildiğim bütün kelimeleri unutmaya hazır olurdum” diye geçer bir Linkin Park şarkısında. Sık atıfta bulunduğum bir cümle. Nimet bildiği bütün kelimeleri unutmak istemiyor, sanırım ben de istemezdim.
Çankırı’ya bağlı Çerkeş ilçesinin Atkaracalar köyündeki bir konakta, bir kadın şairin şiirle ilgilenmesi, şiir meclisleri düzenlemesi; bugünden bakınca bize çok uzak geliyor. O dönem Anadolu’daki edebiyat mahfillerinden ve bu mahfillerdeki kadın şair ve yazarlardan bahseder misiniz?
Açıkçası Cevriye Banu’nun hayatını daha yakından öğreninceye kadar 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Anadolu’nun bir köyünde şair bir kadının yaşadığı evde şiirli toplantılar düzenleyebileceği benim de aklıma gelmezdi.
Dünyaya gelip çocukluk çağımı geçirdiğim Refahiye ve köylerinde düşünülemezdi bu. Cevriye Banu bu konumunu her şeyden önce köyün kurucularından olan ailesine borçlu. Köy ekonomisinde etkili bir ailenin kızı, ayrıca babasının yanı sıra havalide büyük itibarı olan Kadiri Şeyhi Mehmet Nuri Efendi tarafından da destekleniyor. Ocakbaşı denilen kabul salonunda önce zikir gerçekleşiyor, ardından şiir atışmaları yapılıyor. Bu dönemde isimleri öne çıkan kadın şairlerin çoğunun bir tarikat bağı var, Kastamonulu Feride Hanım ve Diyarbakırlı Sırrı Rahile Hanım gibi... Tarikat disiplini kadınların erkekler gibi rical olarak tanımlandığı bir etki oluşturuyor, yıllar sonra Ayşe Şasa’nın sahip olduğu konumda da fark etmişimdir bunu. Böyle de olsa Cevriye Banu’yu divanını yakmaya götüren endişeler, şairliğiyle bağlı faaliyetler konusunda o kadar da rahat olmadığını gösteriyor. Sonuçta şeyhiyle karşılıklı şiir okuyorlar ama Cevriye Banu tedirgin oluyor yazdığı ve okuduğu şiirlerden ve imha ediyor onları.
Cevriye Banu’nun Kadiri şeyhine şiirler yazması, şeyhin ona şiirle verdiği cevaplar, tekkelerin bulundukları mekânlar için bir eğitim merkezi hatta edebi bir mahfil olduğunun göstergesi. Tekkeler sırlanmasaydı dini tasavvufi edebiyatı merkeze alan bu ortamın varlığı hayatımıza nasıl yansırdı?
Tekkelerin kadın ve erkekler arasındaki ilişkileri olsun, kamusal bir muaşeretin tesisinde olsun yapıcı ve dinamikleri tazeleyen bir rolü elbette vardı. Kadına şiddet ve “maço dil” bağlamında benzeri bir yorumu Mahmut Erol Kılıç’ın bir yazısında okumuştum.
Tekkeler erkeklerin ve kadınların dil ve davranış açısından ince eğitimden geçtiği kurumlardı. Beri taraftan bir çökme veya yıkılış tek temel üzerinde gerçekleşmiyor. Çok fazla istismarcı ve şarlatan iktidar alanı oluşturabiliyor bu alanda. Kurunun yanında yaşın yanması da elbet adaleti sağlamıyor, tersine, haksızlığa uğramanın sebep olduğu ketlenme çölleşmeye yol açıyor zamanla. Mehmet Nuri Efendi’nin kişiliğini iyi tanıyabilmek için Çankırı’ya gidip torununun oğlu İsmail Pirinç’le konuştum. Mustafa Kemal’i bile kişiliğiyle etkilemiş çok yönlü bir entelektüel, faal, uyanık bir bilince sahip, topraktan da kopmamış bir kişilik Cevriye Banu’nun şeyhi. Böylesi kişiliklerin inzivaya zorlanması sosyal ve kültürel alanda büyük bir yoksullaşmaya yol açtı tabii.
Cevriye Banu’nun vefatından iki yıl önce divanını yaktığını biliyoruz. Peki, ilk şiirlerini nerede ve nasıl yayımladı?
Açıkçası bu konuda bilgilere ulaşamadım, ailesi de fazla bilgiye sahip değil. Çankırı araştırmaları bağlamında ilk akla gelen isimlerden biri olan Yüksel Arslan’la bu konuyu konuştuk. Arslan, Cevriye’nin matbu hiçbir metnine rastlamadığını belirtiyor.
- Şiirleri Ahmet Talat Onay’ın antolojilerinde yer alıyor ama bu da dergilerde yayımlandığını göstermez. Bu konuda bir çabası olduğunu da bilmiyor kimse. Vefatı Osmanlı’nın savaşlarla kuşatıldığı bir zamana denk düşüyor, Cumhuriyet’ten sonra da bir imha dönemi yaşanıyor. Şiirlerini içeren yayınların bulunduğu kütüphane kuşkulu bir yangına maruz kalıyor mesela.
Benim anladığım kadarıyla Cevriye şiirlerini öncelikle okumak için yazıyor. Kıtlık Destanı gibi uzun bir manzumenin bir yerde basılmış olması gerektiğini düşünüyorum yine de.
Şair ve Gecekuşu’nda yaklaşık yüz yıl öncesinde iki kadının hayatına şahitlik ediyoruz. Onların yaşadıkları bir takım zorluklar, düştükleri ikilemler, sorgulamalar kendi içlerinde benzerlikler barındırırken aslında bugünkü kadınlardan çok farklı değil gibiler. Bu bağlamda son yüz yılda kadınların ülkemizdeki durumlarında ne gibi değişiklikler oldu?
Her şeye rağmen olumlu bir gidişat içindeyiz bana göre, bir geçiş dönemi krizi her alanda yaşanıyor tabii, ancak kadınlar eskisinden farklı olarak eğitim görme ve meslek edinme, seçme ve seçilme konumu, kendini ifade edebilme gibi konularda daha iyi bir yerdeler. Geçiş dönemlerine özgü problemlerden belki en ağırı, kadın cinayetleri. Eski eş veya flört şiddetini, bu şiddetin doğurduğu cinayetleri sona erdirmek için ne kadar çaba gösterilse, önlem alınsa az.
Yeterli bir ceza değil sözünü ettiğim, daha köklü bir şey, sahih, yapıcı, mütevazı bir varlık bilinci nasıl edinilir? Öldüren erkek kadını mülkü biliyor veya şerefi. Bu mülk bilme anlayışı dinen yanlış, şeref ve iffet ise başkalarının fiil ve sözleriyle kirletilemeyecek değerler. Temel eğitim ve aile ortamları kadınlara ve erkeklere özsaygı ve karşı cinse saygı gibi konularda neden yardımcı olamıyor, düşünmek lâzım. Ekmek nasıl kazanılıyor, bebek nasıl emziriliyor, soğan nasıl kavruluyor, çöp hacmi nasıl en aza indirgenebilir… Kadınların ve erkeklerin özgürlük veya haklar konusunu şekilci ve tüketici bir anlamda yorumlamalarına izin vermeyecek bir eğitim temeline sahipliği, diğerkâmlığı artırır ve bir dayanışma bilincine de yardım eder diye düşünüyorum. Kamusal alanımız miras alınmış egemen erkek benliğine göre kodlanmış, bundan kaynaklanan dışlanmaların acısını pek çok toplumsal kesim yaşıyor.
Kamusal muaşeretimiz belirsiz; liyakat ve kul hakkının öncelenmediği bir kamusal alan, özel hayat ilişkilerine zarar veren çatışmaları sürekli artıran bir gerilim kaynağı. Aile her geçiş dönemine kendini uyarlayabilir fıtri bir sosyal yapı, evler eski evler değil, kadınlar ve erkeklerin talep ve beklentilerini de etkiliyor bu değişim.
Anahtar kelime bana göre her zaman tahakküm. Saygı göstermeyen, bu saygıyı oluşturacak şartları desteklemeyen, aşk ve sevgiyi de umamaz tabii.
Romana yansıyan kadın sorunları aslında toplum olarak çözmemiz gereken meselelerden oluşuyor. Peki kadınlar için yazmak, kadınları yazmak bu problemlerin çözümüne bizi ulaştırabilir mi?
Çok tekrar edilen bir yorum ama yerinde kullanacağım sanırım Spivak’ın sözünü: “Madun konuşamaz.” Yazıyla veya konuşma yoluyla söylenen sözü kulağa ulaştıran ve etkili kılan nedir? Kamusal alan savrulmalarının arka planında bir kadir kıymet bilmezlik mirası var. Kadın emeğini ancak kamusal firmalar üstlendiği takdirde değerli kılan nedir? Şüphesiz madun sadece kadın cinsinden ibaret değil, o anlamda her kadın da madun değil. Yazma ihtiyacı, daha doğrusu eser verme gayreti fıtratımızda var. Ya eser, ya kuruntu. Kadınlar yaptıkları işler değersiz bulunduğu veya gözden düşürüldüğü için de “isterik” nitelemesi en çok onlar için kullanılır oldu sanırım. Tabiat boşluk kaldırmıyor, bir yerde bastırılan başka bir yerde fışkırıyor. Yazı platformu unutulana özgü adaleti de hatırlatıyor. Öykü yayıncılığının bu kadar yoğun olduğu başka bir dönem yaşandı mı bilmiyorum. Şehrazat kaygısı yerleşmiş gibi benliklere, bir şeyleri kurtarma sorumluluğu içindeki kadınlar ve erkekler öyküleştirmede arıyor “Ne Yapmalı?” sorusunun cevabını.
Boş durmayacağınızı biliyoruz. Sıradaki eseriniz yine bir roman mı olacak?
Eksik olmayın sevgili Kübra, sevgili Merve. Bir yaştan sonra zaman hızlanıyor ve daha bir değer kazanıyor. Rüzgârla İyi Geçinmek’in ardından Esenler üzerine hazırladığım ikinci kitabı yayına hazırlıyorum şimdilerde. Bacıdan Bayana’dan sonra kadın meseleleri üzerine yazdığım yazıları bir türlü kitaplaştıramadım, uzun yazılarımı bir araya getiren dosyaya da vakit ayırmaya çalışıyorum ama asıl çalışma alanım roman. İki yıl önce gittiğim Kamerun’da yazmaya başladığım romana artık daha fazla zaman ayırabileceğim.