“Evrenin İkizi” bir dizi olabilir mi?

Son elli yılda oluşan dizi bağımlısı kitleler, ün ve para vaat eden dijital platformlarla birlikte profil değiştiriyorlar. Herkesin hayatı roman, herkes masalsı bir aşk yaşayabilir, herkes rüya gibi hayatların sihirli anahtarını eline geçirebilir…
Son elli yılda oluşan dizi bağımlısı kitleler, ün ve para vaat eden dijital platformlarla birlikte profil değiştiriyorlar. Herkesin hayatı roman, herkes masalsı bir aşk yaşayabilir, herkes rüya gibi hayatların sihirli anahtarını eline geçirebilir…

Diziler mi şaşırtıcı yoksa hayat mı? Bu soru edebiyat kıyaslamasıyla da gelir önünüze: Roman içeriği mi daha sarsıcı ve daha yaşanmaya değerdir yoksa gerçek hayat mı?

Açık ki hem romanlar hem diziler hayatın bir yorumlama tarzından ibarettir, olabilecek sayısız yorumdan sadece biri. Bir hikâyeyi hayatla (hatta romanla da) yarışırcasına işlemeye takati yetmez bir dizinin, o yüzden de kıyaslama yanlıştır. Dizler için bir kesit veya çeşitli kesitler seçilir ve o toplumdaki çeşitli hassasiyetler dikkate alınacak şekilde işlenir. Dolayısıyla diziler sayısız saike, hassasiyet ve dinamiğe göre biçim kazanan kesitlerden oluşur.

  • Yığınla olumsuz eleştiriye rağmen diziler hayatımızda kendilerine bir yer açtılar. Zor şartlar altında ekmek parası kazanan yorgunların, hayal dünyaları kısıtlı tembellerin, geleceğe dair bir umut besleyemez hâle gelmiş bahtsızların büyüye ve unutmaya ihtiyacı var.

Gerçi TRT’nin ilk dizisi Kaynanalar (1974), göçmen bir ailenin büyük kente uyumu sırasında yaşanan olayları konu ediyordu. Yine de bir tip, bir söz, bir olay, bir diyalogda kendini buluyordu insanlar ve kapılıp gidiyorlardı. Şehir burjuvazisi konformizme yenik düşerken tutunma çabası içindeki göçmenler maddi nüfuz elde etmeye başlamıştır 70’lerde, dizi bu temasıyla dönemin dinamiklerine ayna tutar.

Sonradan görmeliği vurgulanan köylü bir aileye, Kantarlar’a mensup genç kız, bir bakıma peri masallarına uygun bir akışla kentli, incelmiş zevklere sahip burjuva bir aile olan Hakmenler’in oğluyla evlenir bu dizide. 1967 yapımı The Mothers in Law isimli NBC sitcomundan esinlenilmiş olsa bile, çoğu seyirci olay ve kahramanlar karşısında yabancılık duymamıştır. Bunun sebebi belki de -Mesut Bostan’ın da benzeri bir bağlamda ifade ettiği gibi- sinemanın seyirciye kurgu ile gerçek arasındaki farkı çoktan öğretmiş olmasıdır.

Deli Yürek.
Deli Yürek.

Sinema bir kitle sanatı, endüstriyel bir faaliyet olarak seyirciyi göz ardı edemiyorsa, televizyon ve dolayısıyla dizi yapımcıları hiç edemez. Televizyon seyircisi oluşurken yapımcılar zaman içinde Türk edebiyatının Çalıkuşu, Üç İstanbul, Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü gibi sevilen eserlerini diziye uyarladılar. Mütedeyyin kesimlere hitap eden Kanal 7, TGRT ve Samanyolu TV ekranlarında pastoral aşk dizileri veya gizemli diziler izlerdi seyirci. Şüphesiz bunun da kaynağı Yeşilçam. Aralarında sınıf uçurumu olan âşıkların sığınağı olurdu, her cümlesinde binbir anlam gizli Kudsi babanın kulübesi. Yüce his ve düşünceler ancak, hiçbir yasağın ve kuralın dokumayacağı şekilde örtülü ve gizemli cümlelerde hayatiyetini koruyabilirdi sanki. Özgün kültür ve manevi değerler, semboller ve hayat tarzı incelikleri, ölümsüz bir aşkın kahramanlarının yıkanmış yüreğine açılır, bu yüreklerde kabul görürdü. Kudsi Baba elbette her zaman kulübede yaşamaz, hep aynı adı taşımazdı. Âşıkların erkek tarafı bazen, zulümle mücadeleye baş koymuş Köroğluların, Battalgazilerin izinde bir “tutunamamış” olarak vücut bulurdu başlangıçta. Benzeri dizilerin akla gelen ilk örneği Deli Yürek (1998).

Kentleşme konusundaki tıkanma göçmen nüfusu ezerken evvela arabeske döküldü hisler ve tıkanma sürdükçe de mafyatik karakterlerin başkahraman olduğu diziler kapladı kanalları. Delikanlılar işlemeyen hukuk sistemi karşısında adalet arayışı iddialı bir hukuk öne süren ağulu bir aşkın erkek kahramanına öykündüler, genç kızlar o delikanlının sevdasına nail olmayı dilediler. “Kara budun” delikanlısı, zaman içinde mahalleden tamamen kopmasa da etrafı yüksek duvarlarla çevrili, korumaların gözetimindeki havuzlu villalara çekildi.

Çökülen arsalar, plazalar, oto tamirhanesi vitrini, sadık kalınan aşkın teminat aldığı bir masumiyet… Bir “ağabey”le tanışılmış, mafya ve siyaset arasında en önemli isimlerden biri olarak şöhret kazanılmıştır zamanla. Kara yağız veya değil, mahalle kökenli, içinde zulme karşı bir öfke barındıran gözü pek delikanlı bu dizilerde bir şekilde mafyayla ilişkilendirilir. Hukukun ulaşamadığı alanlarda hak ve adalet adına racon keser. Taşıdığı hüzün veya ketumluk hâli, geçmişinin girift bağlantılarının (ve maruz kalınmış olayların) ona sonuna kadar gitmekten başka çare bırakmayışına yorulur ya, yüceltilmeye bir sebeptir bu da: “Sonunu düşünen kahraman olamaz.”

Murathan Mungan’ın yıllar önce yaptığı bir röportajda Ümit Karan’ın, roman okuyup okumadığı üzerine bir soruya, “Okumuyorum, çünkü, kendimi roman gibi hissediyorum.” şeklinde verdiği cevap aklımda kalmış. 90’lar, şantiye/rantiye yılları. Devletin malı her zamankine göre daha bir deniz gibi görünür o yıllarda. Özel kanallar, pop yıldızları, faili meçhuller, Susurluk, Fadime Şahin Vakası… Okurluğun yazarlığın değeri hafiflemeye başlamıştır, ne de olsa sıradan vatandaş bile gecekonduyla çitlediği arsayı aparmana/gökdelene çevirirken, hukuka saygıyı esas alan aile hâlâ kooperatif taksiti ödemektedir. Bütün bunlar Brezilya dizilerinde de karşımıza çıkan ayrıntılar olduğu için belki de bu diziler kanunların özellikle yoksullara işlediği bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de büyük ilgi gördü.

Geçmişin yasaklı mirası o kadar yaralı bereli ki siyasal ve toplumsal hassasiyetler dizi karakterleri için varsayılan temsillerdeki çelişkileri ya da olumsuz tasvirleri gerçekçi bir şekilde işlemeyi zorlaştırdığından, yapımcılar risk almaktansa göz ardı etmeyi yeğliyor.
Geçmişin yasaklı mirası o kadar yaralı bereli ki siyasal ve toplumsal hassasiyetler dizi karakterleri için varsayılan temsillerdeki çelişkileri ya da olumsuz tasvirleri gerçekçi bir şekilde işlemeyi zorlaştırdığından, yapımcılar risk almaktansa göz ardı etmeyi yeğliyor.

Tek kanallı yılların en akılda kalıcı dizisi Köle Isaura yayımlandığında ıssızlaşırdı sokaklar. Irkçı ve sınıfsal kötülükler karşısında, toplumsal benliğimiz, melez olduğu, barındığı çiftliğin sahiplerince bir beyaz gibi eğitildiği hâlde, yaşanan olayların akabinde bir köle için olağan sayılan aşağılama ve eziyetlere maruz kalan Isaura’nın safında tek yürek olurdu. 80’lerin ortalarında izlediğimiz Köle Isaura, 90’lara kadar en çok satan soup opera idi. İstismar edilen, acı çeken kadınlar için “Köle Isaura” benzetmesi yerleşmişti dilimize, hâlâ da bu bağlamda kullanıldığı oluyor.

90’larda emekliliğin ardından sigarayı da bırakınca kahvehanelerden kopup eve kapanan (edebiyat okuru da olan) babam, birkaç yıl öncesine kadar dudak büktüğü benzeri dizilere merak sarmıştı. Bir özür belirtir gibi, “Bu dizilerde de birçok hayat dersi var kızım.” derdi. Yaşları 80’i aşmış bir akraba çiftin farklı dizi seçimleri nedeniyle anlaşmazlığa düştüğünü duyuyorum şimdilerde. Her evde iki televizyon yok ve yaşlılar da öyle kolayca, “Madem öyle ben de bilgisayardan izlerim.” diyemiyorlar. Eve kapanma mecburiyetinin yayılmasıyla dizi arzının yükselişi arasındaki bağ çok açık.

Brezilya dizilerini izlerken, ülkeyi gidip görmedikçe kolay değişmeyecek basmakalıp kanaatlere sahip oluyorduk. İran yıllarında, benzeri bir izlenimi Yaprak Dökümü seyircilerinde edinmiştim. Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da aileler işte öyle köşk veya konaklarda yaşamakta ve hemen hep benzeri aşk skandallarıyla çalkalanmaktadır sanki. Kamerun’da geçirdiğim üç ay içinde de, kaldığım sitede Türk televizyon kanallarındaki tarihi dizileri izleyen Lübnanlı komşularla tanışmıştım.

  • Dizi kahramanına sempati ve özdeşleşme, yanı sıra tanımadığı kişi veya kesimlere yönelik klişe yargıların ötesine geçen bir ufuk edinmeye katkı sağladığı nispette, olumlu gelir bana.

Son elli yılda oluşan dizi bağımlısı kitleler, ün ve para vaat eden dijital platformlarla birlikte profil değiştiriyorlar. Herkesin hayatı roman, herkes masalsı bir aşk yaşayabilir, herkes rüya gibi hayatların sihirli anahtarını eline geçirebilir… Ama aynı zamanda, nasılsa hiçbir şey değişmez, kötüye gitmese bari, diye düşünenler, planlarını kısıtlayarak bir süreliğine bir aralığa çekilmiş gibidir. Macera ya kaybedecek bir şeyleri olmayanların ya da çılgınların atılımıdır yine. Dijital platformlarla birlikte daha çok da eğitimsiz insanlar bir TikTok videosuyla sosyal medya fenomenliğine giden yolu adımlar oldular. Eğitimsiz ve aile desteğinden de yoksun madunlar, cep telefonu ekranı vasıtasıyla kaçırılmış fırsatları yakalamanın peşine düşüyorlar. Ailelerinin bir zamanlar evinin kadını olsun, erkeklere mektup yazmasın, ahlaksızlık öğrenmesin, günaha girmesin, diye okula göndermekten kaçındığı kadınlar, telefon kanalıyla tanışmaların ardından başlarına gelen belalar yüzünden eli değnekli seküler öğretmen havalı sunucularca yargılanıyor öğleden sonra programlarında haşlanıyor, azarlanıyorlar.

Hayat mı şaşırtıcı yoksa diziler mi diye soruyoruz ya… Seda isimli katılımcının gündüz kuşağı programlarından birinde şöyle söylediğini duyuyorsunuz: “İkinci evliliğimi babam bilmiyor, beni sığınma evinde sanıyor.” (Zahide Yetiş, 11 Haziran 2024) Annesizlik değil sadece, belki de asıl babasızlık bir genç kız için, aslında yuvasızlık. Bir kız çocuğu için babanın duyurduğu güven ve yanı sıra babanın kızına karşı güveni, hayat mücadelesinde nasıl da bitimsiz bir azıktır.

Dijital teknoloji devrimi buhranı yıllarındayız. Korunaklı bir hayat sürdüren mütedeyyin -ki sıklıkla bu kesimlerden “kapalı” diye söz edildiğini duyarsınız- grup ve kesimlerde de aşina oldukları eğitim ve terbiye koruyucu bir etki yapmıyor her zaman. (Böyle bir bağlamda kullanılan “kapalı” sıfatına neden izah ettiğimi yıllardır dile getiririm ama kullanım başörtülü kadınlar arasında da öylesine yaygın ki, görmezden gelmeye başlamak işten değil). “Kapalı” deyince, başörtülü kadınlara dizilerde düşen rol payındaki değişim üzerinde de durmak gerekir.

Jean-Etienne Liotard.
Jean-Etienne Liotard.

“Siyasal” diye işaretlenirken bir yandan da “kökü dışarıda” vurgusuyla şüpheli kılınan bir başörtüsü tarzı, dizilerde ancak son birkaç yıldır görülmeye başlandı. Daha önce bu şekilde başını örten kadınlar senaryolarda başkahraman olmak bir yana figüran olarak dahi yer bulamıyorlardı; diziler sterildir. Böylelikle oluşan bir görmezden gelme kabulü, kemikleşmiş bir namevcut bilinme hâli, dizilere yansıtılabilir gerçekliğin bir parçası ol/a/mamanın getirdiği bir mekânsızlık, kimi entelektüellerin bile “masum değil” diye işaretlediği şekilde başını örten kadınların kendi çevreleri dahilinde dahi -tek tek özneler için olmasa bile- bütün olarak rahatlıkla göz ardı edilebilir bir kitle şeklinde telakki edilmesinde rol oynamış olamaz mı? Kurgulanmayan gerçek düşünce planında da değme bir yer bulamıyor kendine kolay kolay.

Utagawa Kuniyoshi.
Utagawa Kuniyoshi.

Geçmişin yasaklı mirası o kadar yaralı bereli ki siyasal ve toplumsal hassasiyetler dizi karakterleri için varsayılan temsillerdeki çelişkileri ya da olumsuz tasvirleri gerçekçi bir şekilde işlemeyi zorlaştırdığından, yapımcılar risk almaktansa göz ardı etmeyi yeğliyor. Gelgelelim arada başörtülü kadınların kamusal mücadelelerinin yok sayılışından ileri gelen, işlenmemiş hikâyelerle dolu uğultulu bir boşluk var. Bütün bu sebeplerle de bağlam yakınlığı olan dizilerin bile, bu uğultuya dikkatle kulak vermektense eksikli gedikli olmayı yeğledikleri görülüyor. Beri taraftan hayat bir yerde donup kalmıyor, şimdi farklı zeminlerden iltisaklı hikâyeler yayılıyor, duymaya açık kulaklara. Ne var ki, ilk hikâyeleri yok sayan, sonrakilere anlam vermekte zorlanabilir. Oysa her dönemin bir hakkı yerli yerine koyma çabası, beklenmedik bir açıdan başka bir biçimde sökün ederek hüviyet tazeleme çabası içindeki hegemonyalara yöneliyor.

Anadolu Ajansı.

Kızılcık Şerbeti üzerine bu sayfalarda yer alan yazımda, kızım Merve’nin üniversite yıllarında Nursema gibi bir ailesi olan arkadaşının, sonunda dijital oyunlarda tanıştığı ABD’li bir subay tarafından ABD’ye kaçırıldığını anlatmıştım. Bir dizide izleseniz, bu kadarı da olmaz dersiniz. Bahsettiğim öğrencinin ailesinden kopuşundaki en büyük sebep, kendisine güven duymayıp türlü yollarla imtihan edişleriydi. Ağabeyi, erkek arkadaşını peşine takıyor, böylelikle peşine düşen bir erkek karşısındaki tavrını öğrenmeye çalışıyordu. Kızımız iffetli mi, değil mi; üniversiteye gidip meslek sahibi olacağım deyip başka şeyler yapıyor olmasın… Kız da onlardan kaçmak için kendini önce oyun dünyasına attı, yetmedi okyanus ötesine kaçtı, dahası başını açtı.

Ekranlar şüphesiz gerçek hayattan fışkıran hikâyelere muhtaç. Ancak ülkemizde dizi ekranı hayatın zorlu gerçeklerini hızlı bir akış içinde o kadar da kolay yediremiyor. Ayrıca, yukarıda da kısmen değindim gibi, dizi dünyası ister istemez sinema ve edebiyat dünyasına göre daha sterildir. Hayatın sahneleri karmaşıkken, dizi dünyası, gerçeklik karşısında türlü duyarlıkların hesabını kolay kolay gözetmezlik edemez. Edebiyatın ince ince işlerken bütün zorluklara karşılık yerli yerine oturttuğu gerçeklik sözünü ettiğim.

  • Sanat ve edebiyatta estetize etme bir tür hicap kazandırma süreci olduğu için de gerçeklik, bütün yakıcılığına rağmen -dehşete düşürse dahi- öğreticidir. Bu yüzden de dizi dünyasında hatta sinemada bir tıkanma yaşandığında er geç edebiyata başvurulur.

Öyle de olsa metni/yazarı sürekli katlederek kurgusuna uyduracaktır sinemada yönetmen ki dizilerde, akışa hâkim bir yaptakçılık nedeniyle, sinemaya göre daha acımasızlıkla ve seri bir şekilde işlenir bu cinayetler.

Franco Berardi.
Franco Berardi.

“Kapitalizm, gösterge-kapitalizmine evrildiğinden beri, sadece farklı hayat biçimlerinin değil, aynı zamanda düşüncenin, hayal gücünün ve umudun yerine de değişim değeri makinesini koydu. Kapitalizmin alternatifi yok.” der Berardi, Ruh İşbaşında kitabında. Hayal üretmekte uzmanlaşmış şirketlerin arzu alanını denetim altına almasıyla birlikte şiddet ve cehalet iplerinden kurtulmuş ve hasıl olan tekno-kölelikle birlikte kitle konformizminin gayri maddi siperlerini kazmaya koyulmuştur. Arzu alanı böylelikle bu şirketler tarafından sömürgeleştirilmiştir. (s. 117)

Küreselleşmenin üç şiarıydı güvenlik, tüketim ve yenilik. Mafya dizisi güvenlik algısındaki ve kabullerindeki yozlaşmanın gösterenidir, holding-rezidans-gecekondu üçgeninde geçen aşk-intikam dizisi ise küreselleşmenin tüketim ve yenilik şiarlarındaki umut ve vaatlerin. Radikal olan komünizm değil kapitalizmdir, demişti şimdi adını hatırlayamadığım bir düşünür.

Nermin Tenekeci, Gülmedi Bahtım Yine.
Nermin Tenekeci, Gülmedi Bahtım Yine.

“‘Uzun, uzak, ücra yerlerde, sahipsizliği, çarpıklığı ve tenhalığıyla iç burkan benzin istasyonları gibi’ kendi kaderine terk edilmiş insanlar, hayatlarının kendilerini savurduğu yer neresi ise orada masumiyet ile suç arasındaki ince çizgide dolanıp dururlar. Her şey bir anda olup biter.” diye anlatır Nermin Tenekeci, Gülmedi Bahtım Yine kitabında. Güç bela eve vardıktan ve yemeğini yedikten sonra yorgunluktan bir köşede sızıp kalacağı zamana kadar oturup ne Elmalılı Tefsiri’ne verebilir kendini gönlünce kent çalışanı ne de Nermin Tenekeci’nin bunca yıl aradan sonra çıkmış yeni öykü kitabına. Hem de mutlaka bir şeylere incinmiş, kırılmış, kızmış, öfkelenmiştir. Bir şeyleri ya sabır diyerek sineye çekmiş, görmezden gelmiş, dahası hadsizin biri karşısında alttan almak zorunda kalmıştır; bir bakıma -antidepresan kullanmıyorsa- kafa dağıtmanın -hatta, daha önemlisi unutmanın sineye çekilmiş bir yoludur bir tıkla ulaşılan -ev ahalisinin ortak beğenisini haiz- dizi.

Stéphane Mallarmé.
Stéphane Mallarmé.

“Evrenin ikizi bir kitap.” der ya Mallarme… Bir roman baştan sona seçilen karakterleri inandırıcı kılmayı başarıp olay örgüsüyle birlikte tutarlı bir kesit sunabilir hayattan ama kervanın yolda düzene sokulduğu şekilde hazırlanan diziler için böyle bir başarı, nadiren mümkün.

Dizilerde karakter çeşitlenmesi daha zengin ve mekânlar daha çeşitli olabilseydi, hikâyeleri inandırıcılıktan uzaklaştıran gardına alma tutumu veya kasılma hâli çeşitliliğin sağladığı dengelerle yumuşatılabilirdi. Türkiye böyle bir noktaya yeni yeni gelmekte denilebilir. Sonuçta iki katı bloktan oluşmuyor ülkemiz; seküler veya dindar, birbirimizle akraba, arkadaş, komşuyuz. Diziler bu anlamda iyi senaryolarla bir tür körleşmenin iyileşmesine yardımcı olabilir. Karşılaşma, selam ve hasbihal, tanıma ise anlayışı getirir hep.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım