Evrak-ı Perişan arasında: Ahmet Refik’in kaleminden Ahmet Rasim ve aşkları-ı
Ahmet Refik, yakın dostu Ahmet Rasim’in ölüm yıldönümünde kaleme aldığı iki yazıda Kitabe-i Gam yazarının hususi hayatına, aşklarına, arkadaş çevresine ve içinde bulunduğu edebiyat mahfillerine dair önemli bilgiler vermiştir.
Ahmet Refik, yakın dostu Ahmet Rasim’in ölüm yıldönümünde kaleme aldığı iki yazıda Kitabe-i Gam yazarının hususi hayatına, aşklarına, arkadaş çevresine ve içinde bulunduğu edebiyat mahfillerine dair önemli bilgiler vermiştir.
Ahmet Refik Altınay (1880-1937), bilhassa Osmanlı tarihine dair kaleme aldığı ve devrinde hayli popüler olan eserlerle tanınan bir yazardır. Kuleli Askerî İdadisi’nin ardından Mekteb-i Harbiye’den mezun olan yazar, devlet tarafından Avrupa’ya gönderilmiş ve orada önemli tarihçilerle tanışmıştır. İlerleyen yıllarda çeşitli okullarda tarih, coğrafya ve Fransızca hocalığı yapan yazar, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye ve Türk Tarih Encümeni’nde görev almış, bir dönem Darülfünun’da müderris olarak çalışmıştır.
1918’de Ermeni Mezalimi’ni araştırmak üzere yabancı gazetecilerden oluşan kurulun başkanı olarak Doğu Anadolu’ya gönderilmiştir. Yazar, bu gezideki intibalarını İki Komite, İki Kıtal (1919) ve Kafkas Yollarında (1919) adlı kitaplarında kaleme alır. Mütareke Dönemi’nde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katılan Ahmet Refik, Memalik-i Osmaniye’de Demirbaş Şarl (1916) adlı eseriyle İsveç devlet nişanıyla ve 1925’te Bulgaristan İlimler Akademisi nişanıyla taltif edilir. 1933’te Üniversite İnkılabı adıyla yapılan tasfiyede Ahmet Refik’in de görevine son verilir. Yazar ömrünün son demlerini Büyükada’da tarih üzerine yazılar ve kitaplar yazarak geçirir. 11 Ekim 1937’de Büyükada’da vefat eder ve oraya defnedilir.
Ahmet Refik Altınay, Abdülkadir Özcan’ın tespiti ile bizde eski tarihçiliğin “son”, modern ve popüler tarihçiliğin “ilk” temsilcisidir. 1Ahmet Refik Altınay’ın dikkat çekici yönlerinden biri de şairliği ve güfte yazarlığıdır. Ahmet Refik çoğu bestelenmiş şiirlerini 1932’de Gönül adlı kitapta bir araya getirmiştir.
“Tarihi Sevdiren Adam”2 olarak tanınan Ahmet Refik Bey’in tarih ile ilgili onlarca kitabının yanı sıra dönemin periyodiklerinde kalmış yüzlerce yazısı mevcuttur. Yazarın tarihle ilgili kaleme aldığı yazıların bazılarında hatıralarından ve müşahedelerinden bahsettiği görülür ki bu yazılar içerisinde Ahmet Rasim’e dair olanları mühimdir. Ahmet Refik, yakın dostu Ahmet Rasim’in ölüm yıldönümünde kaleme aldığı ve Cumhuriyet gazetesinde yayımladığı iki yazıda Kitabe-i Gam yazarının hususi hayatına, aşklarına, arkadaş çevresine ve içinde bulunduğu edebiyat mahfillerine dair önemli bilgiler vermiştir. Ahmet Rasim’in biyografisine katkı sunan bu yazılardan ilki aşağıda dikkatlere sunulmaktadır.
Not: Yazılar yayına hazırlanırken anlamının bilinmesinde zorlanılacak kelime ve kelime grupları tarafımızdan köşeli parantezle [ ] açıklanmıştır.
Yıldönümü münasebetiyle Ahmed Rasim’in aşkı
Büyük muharrir, 315’te Kitabe-i Gam’ı nasıl hislerle ve ne şartlarla yazıyordu?
O gün, 3 Haziran 315. Çok müteessirdi [üzgündü]. Kalemini mor mürekkebe batırarak muttasıl [sürekli] yazıyor ve gözlüğünü çıkararak ara sıra gözlerinin yaşını siliyordu. Ne yazıyordu? Kitabe-i Gam... Onun en nezih ve candan aşkını tasvir eden mektuplarını...
Gözlerim şu birkaç satıra ilişti:
- “Ağlamışsın. Seni dünyada benim gibi bir bedbahtın sevdiğinden dolayı müteessir olmuşsun. Teessüfler etmişsin. Bizim giryeden [göz yaşından], teessürden, teessüften maada [başka] nemiz var? Yanında bulunduğum bir zaman:
- “Benim ey ah senden gayri nem var?”
- Demiştim de bana:
- “Benim mi, senin mi?” diye sormuştun.
- Şimdi hem benim hem senin!...”
- Hakikaten ağlamış. Zamanının bu yüksek, mümtaz [seçkin], güzel, edib kadını Ahmed Rasim’i ne kadar sevmiş! O da aynen şu satırları yazıyor:
- “Ağlamayı sevmem. Fakat şimdi ne kadar müteessirim, görüyor musun? Artık gözyaşlarımı kalbime içiremiyorum. Bu katarat-ı âlâm [elemlerin gözyaşı damlaları] bilâihtiyar [elimde olmadan] cereyan ediyor...”
- Bu kadın hakikaten güzeldi. Onu Ahmed Rasim’den dinlemeli:
- “Veçhen [yüz bakımından] gene osun. Yalnız elâ gözlerinin in’itafında [bir tarafa dönme] tereddütler, nazarlarında bir şeyi şiddet-i taharriden [araştırma şiddetinden] birikmiş bir taab [yorgunluk] var. Endamın [boyun] gene o hıram-ı dilâşûb [gönlü karıştıran salınma] ile ihtizazlı [titrek], başın gene o vaz’-ı istirham [yalvarma durumu] ile bir tarafına meyyal [eğimli]. Yürüyüşün biraz daha seri. Güya muakkibden [peşine düşen kimseden] halâs olmak [kurtulmak], halecanını bildirmemek üzere pek de koşmamak için bir nevi seyr-i bikarara [kararsız gezintiye] tâbisin.”
İkisi de birbirini sevdiler. İkisi de aşklarıyla edebiyatımıza en içten yazılar bıraktılar. Biri gamlarının kitabesini, öbürü kalbinin bütün safahatını [safhalarını] yazdı.
Fakat Ahmed Rasim’in bir rakibi vardı.
Mektuplarında ince bir sitemle, aşklarının ilk günlerinde hep o rakibinden bahsediyordu. Hatta sevgilisinin ağladığını gözüyle gördü. Ada’da, sonbaharın göz alan yeşillikleri, çamlar arasından süzüle süzüle çimenler üzerine altın ve turuncî [turuncu renkli] ışıklarını serpen güneşin masmavi bir deniz arkasından banışını mahzun ve mükedder [üzgün] seyrede ede dolaştı.
“Dalgaların nümayişini [gösterisini], o sahillerin kayboluşunu, ufkun karardığını, semanın kirli bir mavi renk alarak gece hulûlüne [gelip çatmasına] muntazır olduğunu [beklediğini]” seyretti.
Bir araba sedası başını çevirmeye mecbur etti.
Evet, ta kendisi! Arabada idi. Faytonun içinde hizmetçinin dizlerine kapanmış ağlıyordu:
“Görmedin azizim, görmedin nurudidem [gözümün nuru]! Rehgüzarına [geçtiğin yola] durmuş zavallıyı görmedin. Çünkü meşgul idin. Faytonun içinde hizmetçinin dizine kapanmış ağlıyordun. Gözyaşlarını omuzlarının kalkıp inmesinden hissettim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordun. Pek çok üzülmüştün. Sitem görmüştün. Seni terk etmişler, senden ayrılmışlardı. Sana, ‘Sevmiyorum!’ demişlerdi.
Ne büyük tezat! Seviyorum diyorum ağlıyor, sevmiyorum, diyorlar yine ağlıyorsun.”
Fakat o gördüğü gözyaşları hazana eren bir ayrılığın son şebnemleriydi [çiğ taneleriydi]. Artık onu sevmiyordu. Bütün sevilen kendi idi.
Bir mektubunda devrin mümtaz edibesi:
“Kim bilir, kaçıncı defa olmak üzere tekrar ettiğim, gözlerimle, ruhumla bel’ eylediğim [içime çektiğim] yazılarınız mektup değil, tetebbu ettiğim [etraflıca araştırdığım] o eser-i mukaddes, ruhunuzdur; fakat ondaki bariki-i tesirat-ı bipayane [sonsuz etkilerin parıltısına] karşı bendeki kuvve-i idrak [algılama gücü] ne kadar hasis [kıt, az], ne derece mahdut! [sınırlı]”
Dedikten sonra:
“Sizin bir gün elimi tutup dalgın nazarlarla gözlerime bakarak: ‘İşte onu, gene onu düşünüyorsun!’ dediğiniz şahısla rabıta-i maneviyemin [manevi bağımın] bütün bütün munkati [kesilmiş] olduğunu hissediyorum.
Evvelleri bu ıstıraba tahammülü, tedricen [derece derece] kendi kendimi alıştırmakla öğrenmiştim; bilirsiniz senelerden beri devam eden bir mücahede-i nefsiyeden [nefisle savaşmadan] sonra bitab [bitkin] düştüm. Benim için unutmaktan başka çare olmadığını anladım; buna muvaffakiyet için bilseniz nelere tevessül ettim [baş vurdum]!”
O zaman Ahmed Rasim kâh Kalamış’ta kâh Papazınbağı’nda en hazin sonbahar akşamlarının güzelliğini seyrederdi. Kalamış, onun en sevdiği yerdi. Bütün dostları yanından ayrılmazdı: Hele Tatyos ve kemençeci Vasil...
Darüşşafaka’da musikiyi mükemmel tahsil etmişti. Şarkılarının güfteleri de, besteleri de kendinindi. O zamanlar, 315, Ahmed Rasim’in şarkıları dillerde dolaşıyordu:
- Kaçma didemden aman ey gültenim. Hatırım şâd olmuyor sensiz benim Sen misin ömrüm, hayatım, gülşenim. Hatırım şad olmuyor sensiz benim.
Tatyos’la arkadaşlığı o derece ileri idi ki, Kalamış’ın zümrüd sularına karşı yeşil korular altında Marmara’yı renkten renge sokan gurubu, elde bade ve huzuz [zevk] içinde geçirirlerdi. Güfteyi Ahmed Rasim, besteyi derhâl Tatyos yapardı:
- Bir kendime bir hâli perişanıma baktım. Zâlim seni yâd eyliye ah eyliye çaktım. Sen yoksun, o yok, ben yalnız çıldıracaktım. Zalim seni yâd eyliye, ah eyliye çaktım.
Ahmed Rasim, hakikaten sevdiğini üzer, mamafih kendi de üzülür ve ağlardı.
Andelib, Müstecabizâde İsmet, Mehmed Celâl hep beraber Ştayinburg’da oturduğumuz vakitler, kendisine her hafta yazdığı Kitabe-i Gam’ın parçalarını okuyarak: “Ah! Aşüfte [perişan, dağınık] ağabey!” dediğim zaman, başını kadehine doğru eğerek güler, gözlüğünün üstünden gözlerime bakarak: “Ne imiş o!” der, etrafındakilerin yüzüne “Sahih, ben öyle miyim?” diye sorar gibi mütebessimane bakardı.
Ada’yı da bir türlü bırakamazdı. Bazan haftalarca ortadan kaybolurdu. Ada, onun ruhunun ve gönlünün en sevdiği cezire [ada] ve en çok sevdiği kadının oturduğu yerdi. Orada baharın ve hazanın zevkini birlikte çıkarırlardı. Yazın ikisi beraber sandal gezintileri yaparlardı. Ahmed Rasim bir mektubunda şöyle yazıyor:
- “Benden gayri kimse yok. Kürekler ellerimde. O zaman bir daha cem’i [kavuşmayı] hatır ederek [hatırlayarak] seni gece yarıları Ada’nın etrafında yalnızca gezdirdiğimi düşündüm. Yine oralarda dolaştıkça en tenha yerlerinde durarak infilak-ı seheri [güneşin doğuşu] görmek hevesiyle sandalımızı bir kumluğa oturtarak sema-yi mükevkeb [yıldızlı gökyüzü] altında kâh hazin bir nağme ile, kâh gecenin uyku bilmeyenler üzerinde hasıl ettiği taab [yorgunluk] ve sıkleti [ağırlığı] konuşmakla demgüzar olduklarımızı [vakit geçirdiğimizi] birer birer tahattur ettim [hatırladım].”
Onu, hanımefendi de unutmamış:
- “Bu gece bütün sevahil-i manzureyi [gördüğümüz sahilleri] hayalen seninle geştügüzar ediyorum [gezip dolaşıyorum]. Ara sıra tevakkuf ettiğimiz [durduğumuz] yerlerde o vaz’-ı behin-i sakitanenle [çok hoş sessizliği] beni meşmul-i nigâh-ı rikkat ederek [acıma dolu bakışla kuşatarak] yine ölmeyi, ölünceye kadar gitmeyi temenni ediyorsun. Dest-bedest-i şefkat olduğumuz [el ele kavuştuğumuz] hâlde o sebil-i nuraniyi [nurlu yolu] takip eyliyoruz.”
Ada’da yalnız sandal gezintileri yapmazlardı.
Adanın nefis gurublarını da çamlar altında baş başa oturup seyrederlerdi; Ahmed Rasim yazıyor:
- “Son defa olmak üzere görüştüğümüz günün akşamını hatırlıyor musun? Tepede yan yana oturmuş, ufk-ı mukabilde [karşımızdaki ufukta] batan güneşi seyrediyorduk. İkimiz de mahzun idik. İkimiz de o hüzn-i bâtıniyi [içimizdeki hüznü] arttıran gurubdan müteessir idik. İkimiz de gittikçe kararan sayelerin [gölgelerin] geceye inkılâbından [dönüşümünden] endişenak oluyorduk [endişeleniyorduk]. Hatırında mı? Sana:
- ‘Ne kadar hazin, ne rikkataver [hüzünlü] bir şam-ı gariban! [gurbet akşamı]’ demiş idim de parmaklarınla beni, kendini işaret etmiştin. Biz yan yana bulunduğumuz hâlde bile garib idik. Ben seni severim, sen beni sevmezsin. Sen onu seversin, o seni sevmez!
- O akşamı unutma. O sahilleri, o denizi, o gurubu, o dalgaları, o in’ikâsat-ı mülevveneyi [renkli yansımaları], o müressemat-ı havaiyeyi [renkli tabloları], seni de beni de ağlatan o şam-ı garibaneyi bir daha göremeyeceksin.”
Cumhuriyet, 22 Eylül 1936, s.3.
1 Abdülkadir Özcan, “Ahmet Refik Altınay”, İslâm Ansiklopedisi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 2. C., İst., 1989, s.120-121. 2 Bu konuda bkz.: Muzaffer Gökman, Tarihi Sevdiren Adam, İş Kültür Yay., İst., 1978.