Evrak-I Perişan Arasında-49- Vasfi Mahir Kocatürk’ün hatıraları

Vasfi Mahir Kocatürk.
Vasfi Mahir Kocatürk.

Vasfi Mahir Kocatürk’ün 1945 yılında Divan mecmuasında yayınladığı hatıraları, dönemin edebiyat mahfillerinin yanı sıra Yedi Meşale topluluğunun hangi şartlarda ortaya çıktığını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.

Ahmet Haşim’in dediği gibi Meşalecilerin en büyük muvaffakiyeti kendilerinden bahsettirebilmek olmuştur.
Ahmet Haşim’in dediği gibi Meşalecilerin en büyük muvaffakiyeti kendilerinden bahsettirebilmek olmuştur.

Yedi Meşale, edebiyat tarihimizde etkisi sınırlı olmakla birlikte, Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının ilk edebî topluluğu olması bakımından önemli bir oluşumdur. Ziya Osman ve Kenan Hulusi Koray gibi iki önemli kalemi müjdeleyen bu topluluğun diğer isimleri Sabri Esat Siyavuşgil, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi, Cevdet Kudret ve Vasfi Mahir’dir.

1928 yılında yayınladıkları Yedi Meşale adlı ortak kitap ile devrin hececi şiir anlayışına bir tepki olarak ortaya çıkan Yedi Meşaleciler, edebiyattaki tutumlarını “samimilik, canlılık ve devamlı yenilik” sloganıyla ilan etmişlerdir. Ne var ki “Mızmız bir Ayşe Fatma edebiyatı yapmayacağız” diye yola çıkan topluluk, devrinde çeşitli yankılar uyandırsa da çok bir varlık gösteremeden dağılmıştır. Muammer Lütfi Bahşi, Servet-i Fünun’da çıkan “Yedi Meşale’nin Kısa Bir Tarihçesi” başlıklı yazısında topluluktan ayrılma sebebini “Eski edebiyatımıza karşı hücumları ve nankörlükleri benim bu arkadaşlar arasından çekilmemi intac etti.”1 sözleriyle açıklar

Yedi Meşale, ne muayyen bir sanat telakkisinin ifadesi ne bir edebî okul ne de fevkalade bir kıymettir.
Yedi Meşale, ne muayyen bir sanat telakkisinin ifadesi ne bir edebî okul ne de fevkalade bir kıymettir.

Yedi Meşale topluluğunu oluşturan isimlerin hemen hepsi, ilerleyen yıllarda müstakil birer şahsiyet olarak edebiyat hayatlarına devam etmiştir. Bu isimlerden de bilhassa şair olarak Ziya Osman’ın ve hikâyeci olarak Kenan Hulusi Koray’ın edebiyat tarihimizde yer edindiklerini belirtmemiz gerekir. Diğer isimler -zaman içinde edebî eserler kaleme almalarına rağmen- edebiyat tarihçisi, yayıncı, araştırmacı yönleriyle edebiyat hayatlarına devam etmişlerdir.

Yedi Meşale’nin dikkat çekici isimlerinden biri olan Vasfi Mahir Kocatürk (1907-1961), edebiyat âlemine şiirlerle girmiş, çeşitli piyeslere imza atıp tercüme faaliyetleri gerçekleştirdikten sonra edebiyat tarihçiliğinde karar kılmıştır. Dört cilt hâlinde yayınladığı Metinlerle Türk Edebiyatı (1953) ile Büyük Türk Edebiyatı Tarihi (1964) Vasfi Mahir’in kaleme aldığı edebiyat tarihleridir. Vasfi Mahir Kocatürk, 1945 yılında Divan mecmuasında “Yedi Meşale Nasıl Toplanmıştı?” başlıklı bir yazı kaleme alır ki bu yazı, Vasfi Mahir ile arkadaşlarının biyografilerine katkı sağlamasının yanı sıra Yedi Meşale topluluğunun hangi şartlarda ortaya çıktığını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.

Servet-i Fünun.
Servet-i Fünun.

Genç bir şiir heveslisi olarak edebiyat âlemine giren Vasfi Mahir, yazısında arkadaşları ile yaptıkları edebiyat toplantılarına odaklanmış, dönemin önemli edebiyat mahfillerini (Divanyolu’ndaki Amerikan Kütüphanesi, Tahirülmevlevi’nin Taşkasap’taki evi, Şehzadebaşı Medresesi, Şehzadebaşı’nda Yaşar Nabi’nin, Kadıköy’de Sabri Esat’ın evi) art arda anmıştır. Kocatürk yazısının satır aralarında Yedi Meşale’nin kuruluşu, topluluğun adının belirlenmesi, ortak kitabın çıkışı, Meşale dergisinin yayınlanması ile ilgili bilgiler aktarır.

Bu bakımdan Vasfi Mahir’in hatıraları, Yedi Meşale topluluğunun nasıl kurulduğunu, topluluğu oluşturan isimlerin o dönemdeki hâlet-i ruhiyelerini ve heyecanlarını yansıtması bakımından önemli bir belge hüviyetindedir.

Not: Yazı yayına hazırlanırken yazarın diline, üslubuna ve kelime tercihlerine müdahale edilmemiştir.

Yedi Meşale Nasıl Toplanmıştı?

Bundan yirmi iki yıl kadar evvel Cevdet Kudret’le Darüşşafaka’da sınıf arkadaşı idik. İkimizin de edebiyata merakı vardı. Hocamız Hüseyin Siret her ikimizi de sever ve yetiştirmeğe çalışırdı. Bir müddet sonra Cevdet ayrılarak İstanbul Lisesi’ne gitti. O zamanlar yatılı okulların haftalık izin günü olan perşembe akşamları birbirimize tesadüf ettikçe konuşur, bazen de Divanyolu’ndaki Amerikan Kütüphanesi’nin üst okuma odasına çıkarak lâfı uzatırdık. Konuşmamız hep şiire dairdi. Güzel şiir yazmağa çalışır, yazdıklarımızı birbirimize okur ve beğenmezdik. Hüseyin Siret bize “şiirde az, öz” prensibini telkin etmişti ve güzel şiir yazmayı değilse de güzel şiiri tanımayı öğretmişti. Kendi yazılarımız gibi o sırada şiir yazan ve mecmualarda neşredenlerin eserlerini de beğenmez, değme yazıcıya şair demezdik.

Bununla beraber yazı neşredebilmek hırsımız müthişti. Bu hususta ne elimizde bir imkân ne de elimizden bir tutan vardı. Çıkmakta olan muhtelif mecmualara herhâlde epice yazı göndermiş; günleri, haftaları sabırsızlıkla saymış; bir hayli hayal sukutlarına uğramıştık. Fakat zannedersem bu taraf kendi içimizdeydi, birbirimizden sakladığımız biricik edebî faaliyetti.

Günün birinde İçtihad mecmuasında Cevdet’in bir şiiri çıkıyordu. O sayıyı elimizde aşındırdık. Arkadaşıma ne zaman, nasıl yolladığını hiç sormadım. Buna lüzum da yoktu. Çünkü herhâlde benim yaptığımdan daha başka türlü değildi. Bir iki hafta sonra aynı mecmuada benim de bir şiirim çıktı. Cevdet de bana bir şey söylemedi. Artık daha çok anlaşmıştık. El ele verdik, şiirlerimizi neşredecek yer aramağa başladık.

Lisenin son sınıflarındaydık. Bizim edebiyat hocamız değişmişti. Darüşşafaka’da Tahirülmevlevi’den ders görüyor ve ara sıra hocanın Taşkasap’taki evine giderek sohbetinden istifade ediyordum. Üstadın meclisinde bulunmağa can atanlar arasında Muammer Lütfi’yi tanıdım. O, Ödemişli bir hoca zadeydi ve Tahirülmevlevi’den âdeta akraba muamelesi görüyordu. Benden birkaç yaş büyüktü. Babasından Arapça okumuş, kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, İlahiyat fakültesine devam etmiş, kaydını şimdi Hukuk’a çevirmişti. Tahir Bey’in çıkardığı Mahfil mecmuasında da gazelleri neşrediliyordu. Hocamızın evinden beraber çıktık. Yürüyerek Şehzadebaşı’na gelinceye kadar bir konuşma bizi arkadaş yapmaya yetti.

Şehzade Camii.
Şehzade Camii.

Muammer Lütfi Şehzadebaşı Camii Medresesi’nde yine hukuka devam eden bir arkadaşıyla birlikte bir odada oturuyor ve oldukça intizamsız bir etüdiyan hayatı yaşıyordu. Ben de perşembe günleri, Cevdet’i Divanyolu’ndaki Amerikan Kütüphanesi’nde görmek üzere Fatih’ten Beyazıt’a doğru yürürken Şehzade Camii Medresesi’ne uğruyor ve onunla şiire edebiyata dair konuşmaktan zevk alıyordum. Bir gün Cevdet’i de alarak götürdüm. Artık Şehzade Medresesi’nin karanlıkça küçük taş odası üç genç edebiyat meraklısına toplanma yeri olmuştu. Bir gün de Cevdet İstanbul Lisesi’nden arkadaşı olan Kenan Hulusi’yi getirdi. Bu ufak tefek, zeki ve sevimli arkadaş, Haşim tarzında küçük şiirler ve onlardan daha güzel nesirler yazıyordu. Ben onu ilk görüşte çok sevdim. Onlar Muammer Lütfi ile pek anlaşamamışlardı. Fakat arkadaşlığa mâni olmadı.

Ben Darüşşafaka’yı bitirerek Mülkiye’ye gittim. Muammer Lütfi de Şehzade Medresesi’nden çıkarak Gedikpaşa’da bir pansiyon odasına taşındı. Burası toplanmamıza daha müsaitti.

Oturup konuşuyor, beraber çıkıp dolaşıyorduk. Bu sıralarda Servet-i Fünun mecmuasına yazı vermeğe başladık. Mecmuayı idare eden Halit Fahri bize candan ağabeylik yaptı ve beğendiği yazılarımızı alıp neşretti.

Yaşar Nabi Nayır.
Yaşar Nabi Nayır.

Servet-i Fünun’da bizden daha önce yazılarını neşretmeğe muvaffak olan narin ve temiz bir genç tanıdık. Bu, Yaşar Nabi’ydi. Aşağı yukarı Cevdet’le benim yaşımızdaydı ve Galatasaray Lisesi’nin bankacılık kısmına devam ediyordu. Onunla da arkadaş olduk. Gedikpaşa’daki pansiyon odasına o da devama başladı. Yine Galatasaray Lisesi’nde talebe olan Ziya Osman da Yaşar Nabi vasıtasile aramıza karıştı. Sabri Esat’la -yine Servet-i Fünun’da- en sonra tanıştık. O da hukuka devam ediyordu ve şiirleri hepimizden çok neşredilmişti. Hatta bizden bir adım daha ilerde bir muvaffakiyeti vardı: Bizim sokulmağa muvaffak olamadığımız Güneş mecmuasında bir şiiri çıkmıştı.

Sabri Esat Siyavuşgil.
Sabri Esat Siyavuşgil.

Artık yedi arkadaştık. Bundan sonraki toplantıları yalnız Muammer Lütfi’nin pansiyon odasında değil, çok kere Yaşar Nabi’nin Şehzadebaşı’ndaki evinde yapıyor, bazan da Kadıköyü’nde oturan Sabri Esat’a gidiyorduk. Toplantılarımız dehşetti. Gece yarılarına kadar oturup konuşuyor, şiir okuyor, münakaşa ediyorduk. Yaz, kış, kar, yağmur demedik. Hatta Cevdet Kudret bu toplantı dönüşlerinden aldığı soğukla ağır bir plöreziye tutuldu ve iki ay yattı.

Münakaşalarımızın esası çok kere sanat telakkisi üzerinde idi. Bu hususta her birimiz ayrı fikir taşıyorduk. Muammer Lütfi’nin şark kültürü kuvvetliydi. Bizim edebiyatımızı çok iyi biliyordu. Sabri Esat, bugünden başlayarak geriye doğru gitmek usulünü koyuyor ve Fransız edebiyatında yeniler üzerinde duruyordu. Yaşar Nabi de klâsiklerden fütüristlere kadar hepsinden birer parça vardı. Cevdet Baudelaire meftunu idi. Ziya Osman Baudelaire, Edgar Poe, biraz da sembolist tarzını tutuyordu. Kenan Hulusi ateşli, ihtiraslı ve renkli bir sanatkâr nesri arıyordu.

Bu temayüllerimiz fikir hâline gelerek ortaya atıldığı zaman çarpışma başlıyordu, fakat hiç kavga etmiyorduk.

Bir gün hepimizin eserlerini toplayan bir kitap neşretmeyi düşündük. İsim bulmak mesele oldu. “Yedi Meşale” adı en önce söylenmişti, fakat beğenilmedi. Birçok isimler bulundu: Yedi Kollu Şamdan, Yedi Dağın Çiçeği, Yedi Veren, Yedi Ses, Yedi Yıldız. Nihayet yine Yedi Meşale kabul edildi. Şu kararı verdik: Herkes kendi şiirlerinden beş on tanesini seçecek bunlar umumî heyet hâlinde tetkik edecek ve kitaba konacak şiirler hepimizin reyiyle alınmış olacak. Bundan maksadımız, şiirlerin en güzellerini koymak ve herhangi bir arkadaşın şahsî duygusu ile fena parçalara yer vermemekti. Bir gece, Yaşar Nabi’nin evindeki bir toplantıda müsveddeler seçilerek bir araya getirildi. Fakat çok ince bir mesele vardı: Eserlerimiz hangi sırayla konacak, başa kim gelecekti? Ben ortaya talip oldum. Ziya Osman en sonu istedi, Cevdet Kudret sıraya hiç kıymet vermediğini söyledi. Mesele kalmamıştı. Diğerlerini de Yaşar Nabi’nin tertibine bıraktık, oldu bitti.

Şimdi kitabın basılması kalıyordu. Herkes koyabildiği kadar para koydu. Basım işinde en çok Yaşar Nabi çalıştı ve kitap 1928 yılında çıktı.

Ahmet Haşim’in dediği gibi Meşalecilerin en büyük muvaffakiyeti kendilerinden bahsettirebilmek olmuştur. Yedi Meşale, ne muayyen bir sanat telakkisinin ifadesi ne bir edebî okul ne de fevkalade bir kıymettir. Yedi Meşaleciler ondan sonra muhtelif sahalarda eser verdiler ve asıl değerlerini bundan sonra göstermeleri beklenebilir.

Kitabın arkasından Meşale adlı mecmuayı çıkardık. Patronumuz Akbabacı Yusuf Ziya idi. Sekiz sayı çıkardıktan sonra kapattı.

Yedi Meşale toplantıları hepimizin en tatlı hatıraları arasındadır. Bence en değerli tarafı candan ve samimi bir sanat arkadaşlığı göstermesidir. Biz, gençliğin birçok havaî ve geçici temayülleri üstünde asil bir sanat heyecanı taşıyorduk. Bu heyecan, her genç için, her genç nesil için arzu edilecek hoş bir şey değil midir?

Divan, S.6, Mayıs 1945, s.12- 13.

1 Muammer Lütfi (Bahşi), “Yedi Meşale’nin Kısa Bir Tarihçesi”, Servet-i Fünun, S. 194, 2 Ağustos 1928, s.181.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım