Ev: Bir hafıza mekânı
Descartes’e göre canlı birer otomat olarak hayvanların ruhları olmadığından hafızaları da yoktur. Hatırlamak diye atıfta bulunduğumuz davranışları aslında benzer koşullara verdikleri fiziksel tepkimelerden ibarettir. Kendilerini yöneltilecek soruları sessizlikle karşılayacaklarından bu iddiayı çürütmek, tüm bilimsel araştırmalara rağmen halen güç. Hafızanın nasıl çalıştığı da üzerindeki gizem perdesi tamamen ortadan kaldırılamamış diğer bir sorun. Aslına bakılırsa bu güçlük, hafıza ile ilişkimizin dünya ile ilişkimize sıkı sıkıya bağlı olmasından kaynaklanır. Kendimize dair sorularımız hafızanın neyi neden hatırladığımızın da anahtarıdır.
Harem-i ma’niye bigâneye yol vermezler. Aşina-yi ezeli yar-i kadim isterler Ruhî
3 ya da 4 yaşındayım. Annemle Trabzon’un her zamanki gibi yamaç yollarından birinde yürüyorum. Annemin aklına yolun tamamını dolaşmaktansa tepeyi tırmanmanın daha kolay olduğu gibi parlak bir fikir geliyor. Beni sırtına alıyor ve birkaç metre çıktıktan sonra düşüyoruz. Aslında ben düşüyorum. Annem sayemde daha yumuşak bir iniş yapıyor. Hatırladığım ilk şeylerden biri bu tablo ama tabi başka şeyler de hatırlıyorum. Lisede coğrafya dersinde birkaç kez üst üste dilimin sürçüp “Yukarı Sıkarya” demekten utanışımı ya da kız kardeşimle kavga ederken sıkı bir uçan tekmeyle tuzla buz ettiğim kapı camını… Anılar sadece korktuğumuz, utandığımız, öfkelendiğimiz ya da sevindiğimiz anlardan oluşmuyor elbette. Yaşadıklarımız kadar yaşayamadıklarımızı, tam yeri olmasına rağmen diyemediklerimizi de hatırlarız. Genellikle görsel bir forma büründürsek de birçok ses, koku ve dokuyu da hatırlarız. Gece yarısı aklımıza gelen anlamsız bir reklam cingılını zihnimizde duyarız (Alorko kombi gerçek kombi gerçek konfor). Bazen uzun zamandır yemediğimiz bir yemeğin kokusu burnumuzda tüter. Üzerine düştüğüm nemli toprağın dokusunu hâlâ hissederim (toprağa yalın ayak basmaktan nefret etmemde bunun da bir etkisi olabilir).
Hafıza duyuların, duyguları ve düşüncelerin içinde biriktiği bir odadır ancak bu odanın zihinden mi yoksa bedenden mi yapıldığı belirsizdir. Anıları zihnimizde canlandırsak da hep aynı işi, aynı şekilde yapmaktan gelen bir kas hafızası da vardır. Golcü futbolcuların şut refleksleri vardır. Baudleaire’in belleğin istismarı dediği, bulvar ressamlarının hep aynı resimleri çizmekle edindiği bir el hafızası (chic) vardır. Hayvan hafızasına yönelik bilimsel araştırmaların gerçek veya galat-ı meşhur sonuçları popüler kültürde yer tutar. Balıkların hafızasının sekiz saniye olduğu, fillerin asla unutmadığı ya da uzun yıllar sonra karşılaştığı bakıcısının boynuna sarılan bir aslan hakkındaki paylaşımlar sosyal medya hesaplarımızı şenlendirir. Descartes’e göre canlı birer otomat olarak hayvanların ruhları olmadığından hafızaları da yoktur. Hatırlamak diye atıfta bulunduğumuz davranışları aslında benzer koşullara verdikleri fiziksel tepkimelerden ibarettir. Kendilerine yöneltilecek soruları sessizlikle karşılayacaklarından bu iddiayı çürütmek, tüm bilimsel araştırmalara rağmen halen güç. Hafızanın nasıl çalıştığı da üzerindeki gizem perdesi tamamen ortadan kaldırılamamış diğer bir sorun. Aslına bakılırsa bu güçlük, hafıza ile ilişkimizin dünya ile ilişkimize sıkı sıkıya bağlı olmasından kaynaklanır. Kendimize dair sorularımız hafızanın neyi neden hatırladığımızın da anahtarıdır.
Bal mumu tabletten deniz atına bellek metaforları
Hafıza bir hayatta kalma aracı. Neyin tehlikeli neyin güvenli, kimin düşman kimin dost olduğunu her seferinde yeniden öğrenseydik, yaptığımız hataları aynıyla tekrarlasaydık, her güne mağlup ve bitap uyansak da “hayatımızın sonuna kadar hatırlayacağımız yerler olmasaydı” herhâlde insan türünden geriye bir şey kalmazdı. Bu nedenle tüm disiplinler bir şekilde hafızanın hayatiyetini vurgulamıştır. Dinler müminlerine kökenlerini ve akıbetlerini sıkça hatırlamayı telkin etmiştir: Ölümü hatırla! (Memento mori). Bir hadis-i şerifte Tanrı, hem de birinci tekil şahısla, kendisini hatırlamanın şükür, unutmanın küfür olduğunu belirtir. Edebiyatın temelde anıları anlatma biçimi olduğunu söylesek çok da abartmış olmayız. Bir yazarın tüm anlattıkları, muhayyilesinin mevcut ya da muhtemel yaşamından süzdüklerinden başka nedir ki? İki yaşındaki Tolstoy’un yıkandığı küvetteki suyun tenine temasını betimlemesi ya da damağında eriyen madlen kurabiyesinin Proust’u kayıp zamanın peşine düşürmesi anıların anlatı ile zorunlu beraberliğini örnekler. Epistemolojik bir mesele olarak hafıza felsefenin de ihmal etmediği bir konudur. Unutma (anamnesis) ve hatırlama ayrımı Platonik evrenin temellerini atmıştır. John Locke hafızayı kimliğin teminatı olarak görür. Kant ise hafızayı içinde yaşadığımız temsillerin biriktirilip yeniden üretilmesini sağlayan bir meleke olarak tanımlar. Diğer bilme biçimleri arasındaki önemine rağmen hafızanın uzun süre bilimsel araştırma alanına girmemesi ilginçtir. Hafızanın anlatı, imge ve olgu arasında kurduğu çapraşık bağlantılar uzun süre bilimsel evrenin soyut diline tercüme edilmeden kalacaktır.
İnsanın dünya ile ilişkisini kayıt altına alan hafıza farklı biçimlerde temsil edilmiştir. Her temsilin kapsam ve sınırları hafızanın bir noktasını anlamlı kılarken başka bir noktasını karanlıkta bırakır. Hatasız teşbihin varlık karşısındaki imkânsızlığı böylece hafızanın da her dönemde farklı şekilde betimlenmesine yol açar. Aristotales hafızayı anıların yüzeyine kazındığı bir bal mumu tablete benzetir. Antik Roma’da ise hafıza daha mekânsal bir gönderime sahip olur. Konuşmacılar anlatmak istediklerini hayali bir uzamda, bir tiyatro sahnesi veya saray tasarlar. Her konu bir işaret veya şekille eşleştirilip muhtelif odalara yerleştirilir. 1Yazının Orta Çağ'daki kutsal pozisyonu hafızanın da kitap metaforu ile anılmasını sağlar. Yazı şeylerin filtrelerden geçirilip bir tür öznel deneyime çevrildiği hatırlama şeklidir. Hatırlamak istenenler içsel bir murakabe ve müzakere süreci sonunda ruhbanın zihnine nakşedilir. Yazı hafızanın sadık bir yardımcısıdır onu yerinden edecek bir rakip olarak kesinlikle görülmez. Yeni Çağ'a kadar geliştirilen tüm metaforlar bilginin depolanma sürecini bir noktada hafızanın mucizeviliğine bırakmışlardır.
Doğanın dizginlerini bütünüyle insanın eline alması gerektiğine inanan Yeni Çağ içinse hafızanın farklı çağrışımları vardır. Dış dünyayı bir makine ile özdeşleyen yeni çağ felsefesi hafızaya da aynı otomatik değeri yükler. Hafıza artık özel bir çabanın ürünü değil; her şeyin dökümünün yapıldığı bir ambardır. Şeylerin oldukları hâliyle bilinip kaydedilebileceğini savunan bilimsel epistemoloji fotoğrafın ve fonografın icadı ile bilişsel bir açılım yaşar. Görüntüyü göze bağlı bir şey olmaktan çıkaran fotoğraf ve bir plak ile iğne yardımıyla sesi faklı ortamlara aktaran fonograf, hafızanın algıdan bağımsız bir boyutu olduğu konusunda ilham verir. Hafıza hakkındaki ilk bilimsel çalışmaların on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde yapılması bir tesadüf değildir. Bu çalışmalar arasında Hermann Ebbinghaus’un kurucu bir yeri vardır. 1885 yılında yayınlanan Bellek Üzerine, Ebbinghaus’un kendi üzerinde yaptığı bir deneye dayanır. Kartlar üzerine iki sessiz bir sesli harften oluşan 2 bin 300 hece yazan araştırmacı, öznel çağrışmalardan arındırılmış bir ezber materyali meydana getirir. 8, 12 veya daha fazla heceli listeler oluşturan Ebbinghaus bu dizeleri kusursuz bir şekilde ezberleyene kadar tekrarlar ve farklı listeleri ezberleme ve unutma süresini kaydeder. Bu basit ama akıllıca deneyin sonucu ise hafıza çalışmalarında hâlen kritik bir değere sahip olan unutma eğrisi olur. Bir kişinin bilgiyi öğrenme ve kaybetme hızını ifade eden unutma eğrisinde ilk keskin düşüş ilk 20 dakikada ortaya çıkar ve düşüş ilk bir saat boyunca belirgindir. Deneyin önemli sonuçlarından biri, geçen zamanın unutma üzerinde beklenildiği kadar büyük bir etkene sahip olmamasıdır. Hafızanın öğrenme eğrisi de unutma eğrisi gibi benzer bir rota takip eder. İlk denemeden sonra eğride keskin bir şekilde yükselirken sonrası denemelerde tedricen düzleşir. Ebbinghaus’un çalışmaları hafızanın depolandıktan kısa bir süre sonra temizlenmeye başladığını gösterir. Anın saklanmaya değer olup olmadığına hemen karar verilir. Daha önemli anılar adına gereksizlerin silinmesi için hafıza ve unutmanın kol kola hareket etmesi şarttır. William James’in deyişi ile “Yaşadığımız her şeyi en ince ayrıntısına dek doğru hatırlayacak olsaydık bu iş, onları yaşamak kadar zaman alacaktır.”
Ebbinghaus’un deneyi kişiselleştirilmemiş anıların hızla silineceğini matematiksel olarak kanıtlar. Bununla birlikte hafızanın anılarımızı nasıl depoladığı 1950’li yıllara kadar esrarını korumuştur. Psikoloji ve nörolojinin kesişim alanında yapılan hafıza araştırmaları beynin anıları saklanmadaki hayati rolünü ortaya koyar. Bu yıllara kadar anıların kıvrımlı, zarlı ve vıcık vıcık bir organ içinde saklandığı tezi uzun süre kabul görmezken bilim çevrelerinde anılarımızın kafatası boşluğunda yer aldığına inanılırdı. Öte yandan beynin nöral yapısının keşfedilmesi, yani uyarıcıların beynin farklı merkezlerindeki etkileşimli ve kompleks ağlarca çözümlendiği bulgusu hafıza algısını da değiştirdi. Fonksiyonel MR cihazlarının geliştirilmesi anıların beynin hangi noktalarında saklandığı sorusunu aydınlattı. Bu süreçte beynin medial temporal lobunda (kulağa yakın şakak bölgesi) denizatına benzer bir organın (hipokampüs) işlevi önemli bir dönüm noktası oldu. Tıpkı denizatlarının kendi başlarının çaresine bakana kadar yavrularını karnında tutması gibi hipokampüsünde anılarımızı büyüyüp, güçlenene kadar bünyesinde saklayan bir “kuluçka makinesi” 2 olduğu anlaşıldı. Anılar nöral bağlantılar sayesinde beyin korteksinin tamamına yayılmasına rağmen bir renk, tat veya imge kazanmasının yani kişiselleşmesini hipokampüste gerçekleştiği kanıtlandı. 3
Hafıza bilimsel olarak ele alındığı her şeyi kaydeden bir veri tabanı gibidir. Yolumuzu bulmamızı sağlayan rehberliği sayesinde hayatta kalırız. Ancak hafızayı nesneleştiren bir bakış açısı hafızanın yanımızda taşıdığımız değil içinde yaşadığımız bir şey olduğunu ihmal eder. Halbuki hatırladığımız şeylere daima bir benlik temsili eşlik eder. Kendimizi içinden çektiğimizde anılar kimin yaşadığının bilinmediği uçucu şeylere dönüşür. Memento filmindeki Leonard Shelby gibi bedenimize bir dizi ipucu kazısak da geçmiş ile geleceğin silinmesini hiçbir ipucu engelleyemez.
Otobiyografik tümsekler ve kolektif hafıza
Son zamanlarda epilepsi krizleri giderek şiddetlenen Henry Molaison’a doktoru William Beecher Seaville bir operasyon yapmaya karar verir. Bir yerlerden beynin iki tarafındaki hipokampüsü çıkarmanın epilepsiye iyi geldiğini duyan Kanadalı cerrah hastasını bu operasyon için ikna eder. Ameliyatın ardından Henry son iki üç yıl içinde yaşadığı hiçbir şeyi hatırlamaz. Daha önemlisi dikkati öylesine kolay dağılır hale gelir ki tuvaletin yolunu dahi bulamaz. Yarım saat önce yaptıklarına, öğlen yediği yemeğe, hatta kaç yaşında olduğuna dair bile fikri yoktur. Belirli bir çalışma sonucunda kısa süreli hafızasını optimum şekilde kullanmayı öğrenir ancak mezuniyeti, ilk aşkı, köpeğinin adı vb. gibi kim olduğunu anlatan özel anıların hepsi silinir. Hafıza çalışmaları Henry’nin türünün tek örneği olmadığını gösteriyor. Geçmişine dair somut hiçbir şey hatırlamayanların yanında geçmişine dair her şey dedirtecek kadar çok detay hatırlayan vaka öyküleri, hafızanın kayıt altına alma prosedürlerinde yeni bulguların keşfedilmesine ya da zaten bilinen şeylere daha dikkatli bakılmasına neden oldu. Endel Tulving hafızanın topladığı anıları ikiye ayırıyor: semantik ve epizodik anılar. Semantik anılar kendimiz ve dünya hakkında bilebildiğimiz her şeyi içerir. Henry, kendine dair her şeyi unutmasına rağmen gündelik sorunlarını çözebilmesini semantik hafızasını yeniden yapılandırmasına borçludur. Epizodik anılarsa geride kalan o biricik anlara gittiğimiz retro yolculuklarıdır. Gözümüzde canlanıp, bir akşam ağlatan anılar…
Hafıza temelde bencil bir şeydir. İşimize gelen şeyleri kaydeder, faydasız gördüğümüz pek çok şeyi unutur. Elbette ki bu fayda-zarar hesabı sadece iyi ve güzel anıları depolamaya dayanmaz. Tehlikeli ve acı verici deneyimler de birer ibret vesikası olarak hafızaya işlenir. Hatırladıklarımız hayat dediğimiz olay örgüsünün halkalarıdır. Geçmişi ve hatta geleceği kendimizi esas kahraman kıldığımız hikâyeler olarak kayıt altına alırız. Araştırmacılar hafızamızın kişisel deneyimlerimizi depoladığımız kısmını 1980’li yıllardan itibaren otobiyografik hafıza olarak isimlendirmiştir. Otobiyografik hafıza anları anlatılara dönüştürmesi nedeniyle edebi bir tür olan otobiyografilere benzer ancak ikisi arasındaki başlıca ortaklık zamanı içsel bir algı üzerinden kodlamalarıdır.
Çoğu otobiyografide yaşamın önemli anları yalnızca uç uca eklenmez; seçilen anlar birbiri için zorunlu hâle getirilir. Yazarı yetişkinliğinde nasıl biri olacağı âdeta çocukluğundan bellidir. En netameli anlar sanki yazarın geçmişinde çözemediği bir şeylerin tekrarıdır. Bir şeyleri başarıp geriye bakıldığında kişiyi olduğu yere getiren adımlar görünür. Mevcut benliğin himayesinde eski günahlar ve zaferler bir mütareke imzalar. Otobiyografilerde çocukluk anıları çok canlıdır, gençlik maceralarla doludur ancak yaş ilerledikçe hadiseler birbirine benzemeye başlar. Yaşlandıkça özgün anlar azalırken kahramanın yani yazarın tepkileri de öngörülür hale gelir. Yapılan araştırmalar otobiyografilerden aşina olduğumuz bu kurmacanın aslında yaygın bir hatırlama efekti olduğunu gösteriyor. Özellikle 60 yaş üstü yaşlılar üzerine yapılan çalışmalarda hatıraların yoğunlaştığı dönemin 15-25 yaş arası olduğu bulgulanmıştır. Schuman ile Scott, 18 yaş üstü 1400 katılımcıyla yaptığı araştırmalar, katılımcıların çocukluk dönemlerinden hatırladığı politik anıların çok sayıda ve canlı olduğunu; olgunluk dönemlerindeki kritik olaylara dair hatıraların ise daha az olduğunu ortaya koymuştur:
“Dünyayı sarsan olay insan 20 yaşlarındayken meydana gelen olaydır.” 4Kimi teorilere göre bu durum gençlik döneminde yaşanan hadiselerin niteliğinden kaynaklanır ancak hafızanın çalışmasının en üst düzeye çıkışı bu dönemden biraz daha sonra gerçekleşir. Burada hafıza için belirleyici olan yaşananların niteliğinden ziyade ilkselliğidir. İlk aşk, ilk kayıp, ilk başarı gibi birçok unutulmaz an bu dönemde yaşanır. Söz konusu dönemin hafızaya egemenliği aslında bu dönemdeki deneyimlerin birer çekirdek anı işlevi görmesinden kaynaklanır. Değişim-düzen ve tehlike- güven algımızı bu anılara referansla oluşturur; başımıza gelenleri onların yardımıyla anlamlandırırız. Sonradan yaşadıklarımız genellikle bu süreç içinde yükselen bir hafıza tümseğine takılır. Diğer hadiseler çekirdek anılara benzetilerek tekilliğini kaybeder. Ancak bu tümseği aşacak bir hıza sahip olanların hafızada yer almasına müsaade edilir. Gerçekten de yolun yarısındaki biri olarak hatırladıklarım hayatımın ilk üçte ikilik kısmı. Evlilik, baba olmak, doktoramı vermek gibi kritik anları çıkardığımda yirmi iki yaşımdan sonraki on yıl sanki benzer hadiselerle dolu. Hafızanın unutkanlıkla kol kola gidişi anların tekilliğini geçmişin döngüsüne eklerken yaşlandıkça hayat çabuk geçiyor. Dört buçuk yaşındaki kızım iki sene önce gittiği lokantada ne yediğini, defalarca izlediği çizgi filmi ilk kez izlediğinde benim ne yaptığımı hatırlarken ben okuduğunuz bu satırları tam olarak ne zaman yazdığımı hatırlamayacağım.
Hafızanın varlığını bireysel deneyimlerimizle hissetsek de hatırladıklarımız yalnız bize ait şeyler değildir. Benliğimizin diğerleri ile zorunlu birlikteliği hafızayı da kolektifleştirir: “Anılarımız genellikle kolektif olarak kalır ve yalnızca bizim müdahil olduğumuz olaylar ve yalnızca bizim gördüğümüz objeler söz konusu olduğunda bile bize başkaları tarafından hatırlatılır. Bunun sebebi, aslında hiçbir zaman yalnız olmamamızdır. Bizden fiziksel anlamda ayrı olan diğer kişilerin orada bulunması şart değildir. Çünkü birbiriyle karışmayan bazı kişileri kendimizle birlikte ve kendi içimizde daima taşırız.” 5Birlikte yaşamak, genetik benzerlikler taşımaktan, akrabalık ve arkadaşlık bağları ile bağlanmaktan öte bir anılar cemaatinin parçası olmaktır. Anılarımızın kazındığı ses, görüntü ve kokuları dilin sağladığı bilişsel çerçeve içinde anlamlı hale getiririz. Şeyleri sınıflama biçimimize iyi ve kötüyü tayin eden ahlaki etiketler eşlik eder. Bir yere ait olmak sırtınızda o yerin ağırlığı ile dünyayı deneyimlemek demektir. Geçmiş ile geleceğin çekiştirdiği bugün ancak zaman ötesi bir topluluk tahayyülünde sükuna erebilir. Öte yandan kolektif hafızanın mutlak bir geçmişi yüklendiği de söylenemez. Hafıza geçmişi şimdideki izleri üzerinden tanır. Her detayının saklandığı, eski hadiselerin bütün çıplaklığı ile resmedildiği bir geçmişten öte bireylerin mevcut yaşam döngüsü içinde damıttıkları bir zamanı yansıtır kolektif anılar. Arşivlerde unutulmaya terk edilen tarihsel hakikatlerle değil, bugünün arayışları içinde inşa edilen, izleri kaybolan ya da yeniden anlamlandırılan olaylarla ilgilidir. Kolektif hafızada geçmişin yüzü sadece zafer ve hezimetlerin yanı sıra söylentiler, fanteziler ve paranoyalarla çizilir. Bu bağlamda aksi defalarca kanıtlansa ya da varlığına dair herhangi bir delil olmasa da kolektif hafızaya kazınmış mitleri yerinden çıkarmak çok güçtür. Bir miti oynattığınızda onun kapattığı hayaletleri yeniden ortalığa salarsınız. Şeyleri yanlış dahi olsa tanımlamaktan gelen rahatlama yerini kaygı ve paniğe bırakır. Bazı durumlarda düşmanın kapınızda olduğu yanılsaması hiç olmamasından daha rahatlatıcıdır. Çalıların arasında kıpırdanan canavarın sizden biri olduğunu düşünsenize?
Hafıza birey ile biz grubu arasındaki karşılıklı bağların bir yansımasıdır. Kolektif anılar, tarihsel dönemler üzerinde asılı değildir; ortak bir zaman ve mekânda yaşayan somut gruplarca desteklenir. Sosyalleşme süreci içinde önce aile, sonra müdahil olunan diğer gruplar ve ulusal tahayyül kolektif hafıza çerçevesini belirler. Bununla birlikte bireyler boş bir zihne sahip olmadıklarından çerçevelenenleri doğrudan alımlamazlar. Topluluğun tarihsel kırılmaları çocukluğun yaşam-dünyasından seyredilir. Ölüm ve yoksulluğun sarmaladığı bir çocukluğun korku ve beklentileri refah ve yüksek yaşam standartlarına sahip bir çocukluktan farklıdır. Anılardaki tüp ve ekmek kuyrukları uluslararası siyasetteki gerilimlerin ve finansal darboğazın bir ürünü olduğu kadar sofra başındaki hayal kırıklığının da bir ürünüdür. Sosyalleşme sürecinde alışkanlıklar sadece benliğin özdeşleşeceği referans kişileri belirlemez. Çocuğun kahramanlarını seçme mantığı yetişkinlikte birer değerlendirme kriterine dönüşür. Atasözleri, özdeyişler ve masallar gibi folklorik anlatılar geçerliliklerini hep aynı koşulların hep aynı sorunları ürettiği ve hep aynı şekilde çözümler gerektirdiği istikrarlı bir zaman algısından alır. Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur gibi pastoral öğütler her boşluğundan betonarme binaların fışkırdığı metropollerde yalnızca metaforik bir değere sahiptir. Enflasyonist bir piyasada damlaya damlaya göl olmayacağını bilmek için ekonomist olmaya gerek yoktur. Her şeye rağmen referans anılarımızın dokunulmazlıkları bir döneme özgü beceri ve erdemlerin başka dönemlere aktarılmasına yol açar.
Tarihsel olasılıklar ve tarih dışı anların kolektif hafızadaki tuhaf sentezi benzerlikler yanında nesiller arasındaki farklara da yataklık eder. Ebeveynlerimizin tepkilerinde onların ebeveynlerinin refleksleri saklıdır. Yaşlıların dünyanın ne olması gerektiği konusundaki kanılarına biraz yakından baktığınızda artık geride kalmış bir altın çağın seslerini işitir, hatta kokusunu alırsınız. Nesil farklarına rağmen kolektif hafızada yer etmiş ortak anlar bir müştereklik oluşturur. Amerikalı araştırmacılar bu anıları flaş anı olarak isimlendirir. “Zamanda donmuş gibi, sanki bir an patlayan bir flaşın karanlık bir odada bulunan her şeyin üzerine keskin bir ışık düşürdüğü bir fotoğraf gibi” kimi toplumsal hadiseler bireysel hafızalara işlenir. Yorumlama süreci gruptan gruba farklılık göstermesine rağmen anın tüm duyusal ve duygusal özellikleri grup belleğine kazımış hatta müşterek bir tepkime yaratmıştır. O anda nerde ve kiminle olunduğu şaşırtıcı detaylarla hatırlanır ve bu ayrıksı anı, koleksiyon içinde farklı bir yere konur. Mevcut ve ideal toplum algısı arasında bir geçiş noktası olan flaş anılar kolektif hafızada travmatik bir etkiye sahiptir. 11 Eylül tarihi Amerikalıların hafızasında bir kırılmayı ifade eder örneğin. Ya da 12 Mart, 12 Eylül, 15 Temmuz gibi tarihler nesiller arasında farklı duygular karşılanan ortak bir siyasal bilinç dışının göstergeleridir.
Başlangıç/bitiş noktamız ev
Hafıza anıları içine oluşturduğumuzdan mekânsal bir şeydir. Zaman ancak hafızanın peteklerine özünü bırakır. Örneğin, muhteşem hatırlama yeteneği ile seyircilerine küçük dilini yutturan Sherlock Holmes belleğini çekmecelere benzetir. Gerekli bilgilerin titizlikle tasnif edildiği ayrıştırıcı bir uzama. Holmes’un hafızası, birçok gereksiz detayı anımsar ancak herkesin bildiği birçok basit şeyden de bihaberdir. Suçluları enselemek için kusursuz olan hafızası normal bir yaşamı sürdürmek için fazla takıntılıdır. Bana kalırsa hafıza bir mekân olarak en çok eve benzer. Belki bunda hatırladığım en eski görüntünün de bir etkisi vardır: 2 veya 3 yaşlarında beni uyutup pazara gider annem. Sonra ben, doğduğum evin salon camlarına yapışırım ve annem eve gelir. Fakat hafızayı eve benzetmekte yalnız olmadığımı söylemeliyim. Bir derste öğrencilerimden hatırladıkları ilk anıyı hikâyeleştirmelerini istemiştim. Anlatılan hikâyelerin yarıya yakını doğrudan bir evle ilgiliydi. Aile apartmanında geçirilen bir kaza, eve gelen haciz memuru, üzerlerinden geçen savaş uçakları yüzünden sığınılan bir mahzen ya da uykusunun en tatlı yerinde kaldırılıp başka bir yatağa yatırılan küçük kız evin bir hafıza mekânı olduğu kanaatimi güçlendirmişti. Ünlü düşünce tarihçisi Gaston Bachelard evin anılarımız açısından anlamını şöyle ifade ediyor: “Amacımız açık artık: Evin, insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük tümleştirici güçlerden biri olduğunu göstermek… Geçmiş, şimdi ve gelecek eve farklı dinamizmler kazandırır; çoğu zaman iç içe giren, kimi zaman birbirine ters düşen kimi zaman da birbirini uyaran dinamizmler. Ev insan yaşamında olabilecekleri savuşturur, süreklilik yönünde verdiği öğütleri çoğaltır. Ev olmasa insan dağılmış bir varlık olurdu.” 6
Evin gücü anılarımızı muhayyile ile buluşturmasındadır. Bachelard’ın deyişi ile evin “poetik uzamında” şeyler hem bir merkezde toplanır hem de derinleşir. Ev dışardaki fırtınalara karşı kuru ve sıcak bir yer sağlamakla kalmaz; hayatta karşılaşacağımız zorluklara karşı bizi ayakta tutar. Yağmurlu bir günde, bir iş çıkışında sırtınızdaki ağır çanta, su almış ayakkabılar ve üzerinizdeki ıslak plato ile kilometreler kat ederken tek düşlediğiniz şeyin bir an önce kanepeye uzanma arzusu olmasından tanırsınız evinizi… Öte yandan ev yalnızca sığındığımız bir liman değildir. Modern hayatta ev ile kamusal alan arasındaki mesafenin artması evin iç dünya ile özdeşleşmesine sebep olmuştur. Modern bilinç evi, dışarıdaki savaşta yaralarımızı sarıp, bir tatlı huzura daldığımız mahrem bir bölge olarak tanımlar. Aslında ev içerinin dışarıya dışarının içeriye bağlandığı evrensel bir mekândır. Varlığımızın üst (tavan arası) ve alt (mahzen) sınırları evin geometrisi aracılığında somutlaşır. Tavan arasındaki ıvır zıvırlar bize eski mutlu bir anı hatırlatır. Atılmaya kıyılamayan eşyalar, olmayan kıyafetler ve işlevini yitirmiş objeler çocuğa başka hayatları prova ettiği fanteziler sunar. Mahzense saklı kalması gereken şeyleri taşır bünyesinde… Bastırılan korkulu anlar, benliğinizin normalde görünmeyen karanlık tarafları burada yaşar. Fransa kırsalındaki kocaman bir köşkte ömrünün çoğunu geçiren Bachelard tavan arası ve mahzen gibi mekânları kolaylıkla bir metafora çevirse de iki artı bir kutu gibi dairelerde yaşayan çoğumuz için bu metaforlar ilk bakışta bir şey ifade etmez ama unutmayın, ev daima geometrik sınırları aşan bir şeydir. Yüz ölçümünün kısıtlılığına rağmen dairelerimizde çoğumuz bir şeyler (eski karneler, çocukluk kıyafetleri, fotoğraf albümleri vb.) saklar. Dairelerimizin küçük tuvaletlerini, balkonlarını, gömme dolaplarını kapatır ve sonrasında bakmaya korkacağımız bir yığınla doldururuz. Bununla birlikte ev sadece yaşamın dehşetli baskınına karşı sığındığımız bir kale değildir. Ruhumuzu kemiren en büyük korkularımız da evin dört duvarı arasına yuvalanır.
Kimilerine göre doğumuz ev kaderimizdir. Yetişkinlik sıkıntılarının ardında çocukluğun travmatik anıları saklıdır. Aslında hatırlamak, içinde yaşadığımız evi inşa etmektir. Önce bir anlatıya sonra analize çevirirken geçmiş duyguları yeniden canlandırırız. Analiz sürecinde hastanın anlattığı anıların yeniden inşa edildiğini belirten Freud analistleri arkeologlara benzetir. Her iki meslek de yıkılan ya da çöken yerleşim yerlerinin kazımıyla ilgilenir. 7Şık ve konforlu odasına bakıldığında analist, kir ve çamur içindeki arkeologtan daha iyi şartlarda çalışır. Üstelik elinde daha fazla malzeme vardır ancak arkeoloğun aksine uğraştığı malzeme hâlâ canlıdır. Bir arkeolog halen ayakta olan temeller üzerinde binanın duvarlarını inşa eder. Zemindeki çöküntülerden sütunların yerini belirler. Analistin elindeki anı malzemesinin ise hangi döneme ait olduğu hep bir bilinmezlik taşır. Freud’a göre yeniden inşa arkeoloğun çabalarının hem hedefi hem de sonucuyken analist için inşa, yola koyulmasını sağlayacak bir ön-hazırlıktır.
Hepimiz çocukluk deneyimlerimizin zihnimizde silinmez izler bıraktığını kabul ederiz fakat hayatımızın sonuna kadar etkilenmeye mahkûm olduğumuz bu anıları bütünüyle anlamlandırmaktan mahrumuzdur. Hatırlama sürecinin unutma ile kol kola gittiğini söylemiştim ancak hatırlamanın çocukluk amnezisi denilen bir silme işlemi ile başladığını söylemeyi unutmuşum. 2-4 yaş arasındaki erken dönem anılarımıza dair fazla bir şey hatırlamayız. Freud’a göre çocukluk anılarımızın sonraki yıllara ait anı zinciri içinde yeniden yaratılması aslında ilk anıların tezahürünü değil hafızanın tüm işleyişine etki eder. Hafıza özneye kim olduğunu hatırlatan anılar sunmakla kalmaz aynı zamanda birtakım anıları bastırmak için tedbirler alır: “Hatırlama ve bastırma deneyimleri hafızanın paralel kenarlarıdır.” Fakat bazı psikotik durumlarda normal unutmanın bastıramadığı kimi görüntüler anılar zincirini kesintiye uğratır. Elbette ki hatırladıklarımızın bir kısmı ebeveynlerin tekrarlamasıyla zihnimize kazınır ancak öncesi ve sonrası olmayan bazı anlar hafızayı gölgeler. Freud, hafızanın bastırmasına rağmen veya bu sayede ortaya çıkan anı deneyimlerini perde anılar olarak isimlendirir. Perde anılar hem gerçek hem de kurmacadır. Bu anılarda, gerçekten bulunduğumuz yerlere ve karşılaştığımız kişilere yaşanmamış bir içerik yüklenir. Bir bakıma perde anılar erken dönemde bastırılanların geç dönem deneyimlerle ilişkilenmesine dayanır. Perdelenen şeyler ile perde arasındaki duygusal eşleşme kimi zaman geriye dönük kimi zamansa ileriye itilmiş bir aktarımın ortaya çıkmasına neden olur. Sanılanın aksine çocukluk anıları geçen yılların altında saf ve bozulmamış bir şekilde gün yüzüne çıkarılmayı beklemez. İlk anılarımızı oldukları halde hatırlamayız; sonraki yaşantımıza göre bir ilk tasarlarız. 8 Anılarımızda daima kendimiz olarak gördüğümüz çocukla aramızda bir gözlem mesafesi vardır. Bu mesafenin olmadığı duygusundan hareket eden nevrotik hafıza özneyi o ana saplar. Normal bir hafızada ise bazı izler bıraksalar da o anlar geçip gider. Fakat psiko-sosyal yaşamımızdaki herhangi bir depremle anılar denizinin karşı yakalarının alt üst olmayacağının hiçbir garantisi yoktur.
1. Douwe Draaisma, Bellek Metaforları, Metis Yayınları, s. 67 2. Hilde-Ylva Ostby, Hafıza Hakkında Bir Kitap: Denizatlarıyla Yüzmek, Kaplumbağa Yayınları, s. 9 3. A.e. s. 30 4. Douwe Draaisma, Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer, Metis Yayınları, s. 212 5. Maurice Halbwachs, Kolektif Hafıza, s. 10 6. Gaston Bachelard, Uzamın Poetikası, İthaki Yayınları, s. 41 7. Sigmund Freud, Constructs in Analysis,The Standart Edition of The Complete Works, Volume XXIII, The Hogart Press, s. 259 8. Sigmund Freud, Screen Memory, On Freud’s “Screen Memories”, ed. Gail S. Reed&Howard B. Levine, Karnac Books, s. 322