Eski sinemanın rüzgârıyle?
Klasik gansgter dramalarına otantisite veren şerait zemini değişmekteyken ve janrın tüm mazmunları kullanılmaktan aşınmışken Martin Scorsese'nin bilerek geride bıraktığı bir janra, Goodfellas'tan alırsak 29 yıl sonra dönmesi ve emsali filmlerin “best”lerini hikâyesine eğreti bir şekilde tutturması bu hakikati ıskalamakta.
- “Geçmiş zaman olur ki yaşandıkça ölünür.”
- Attila İlhan
Uzun zamandır gişe filmlerine getirdiği köklü eleştirilerle gündeme gelen ve 2006'daki The Departed’dan beri mafya meselesindense yeni arayışlarla meşgul olan anlatı sinemasının büyük ustası Martin Scorsese kasım ayında yepyeni bir mafya filmiyle seyircisiyle buluştu: The Irishman.
Din ve mafya temalarıyla adı özdeşleşen Scorsese bu filminde yine 70'ler, 80'ler ve kısmen 90'lar boyunca epik gangster rolleriyle beyaz perdeyi teşrif eden Al Pacino, Robert de Niro, Joe Pesci, Harvey Keitel gibi meşhur isimleri seksene yaklaşan yaşlarına rağmen bir araya getirdi. The Irishman ABD yakın tarihinin önemli faili meçhul olaylarından ünlü sendikacı Jimmy Hoffa'nın ölümüne odaklanıyor, hikâyesini Hoffa'nın yakın arkadaşı ve (filmde) katili olan İrlandalı mafya tetikçisi Frank Sheeran'ın gözünden aktarıyor. İrlandalı lakaplı Frank Sheeran'ın hikâyesi şiddet ve hırsın, insanda mündemiç kötülük temayülünü gösteriyor. Şiddetin, üstün gelişin, hayatiyetin ve ölümün sıradanlığını ve içkin banalliğini ortaya koyan bu film, bugüne kadar Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, Brian De Palma, Sergio Leone gibi ustaların çektiği gangster filmleriyle ne gibi benzerlikler içeriyor, mafya filmleri nereye gidiyor? Buyrun yakından bakalım.
“Geçmiş zaman olur ki yaşandıkça ölünür”
The Irishman boyunca birçok ölüme şahitlik ederiz. Bazısı karakterlerin ölümüdür, bazısı küreselleşme karşısında konvansiyonel mafya yapılarının ölümü, bazısı Kennedy'nin, bazısı Hoffa'nın, bazısı janrın. Bazılarıyla auteur sinemasının ve yeteneği fiziki görüntüsünün ötesindeki Pesci, Pacino, De Niro gibi bir ayağı çukurdaki babaların gitgide yaklaşan ölümleridir. The Irishman'in hayat ile memat arasında nerede durduğunu görmek için Scorsese'nin filmlerine bakalım genel olarak.
Martin Scorsese sinemaya adım attığı 60'lı yıllardan bugüne dek her filminde küçük ve fakat önemli teknik ve stilistik hamleler yaparak kendini sürekli olarak tekamül ettirdi.
Filmlerinin çoğunluğundaki anlatıcı dış ses, uzun senaryolar, bir aşırı problemli bir aşırı sakin/bilge karakter , ana karakterin asla ölmemesi (ve bunun alt metnin kıdem ve bekasıyla bağlantılı oluşu), şiddet göstermekten kaçınmama, sokakta/yeraltında geçen hikâyeler, kadın karakterlerin nedreti gibi imza hüviyetindeki tavırlar bir kenara konulursa ortak bir üslup ana hattı paylaşılmakla beraber Mean Streets'in (1973) Taxi Driver'a (1976), Raging Bull'un (1980) Goodfellas'a (1990), Casino'nun (1995) Gangs of New York'a (2002), Shutter Island'ın (2010) Silence'a (2016) benzemediği açıkça görülecektir.
Scorsese'nin Marvel filmlerine yalın kılıç taarruz ettiği Empire röportajında da savunduğu gibi sanat sinemasını Marvel'ın “lunapark oyuncakları”ndan ayırt eden manevi/entelektüel keşif ve sanat üslubunun tekâmülüdür. Bunu bilen Scorsese, bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi, 90'lı yıllarla başlayan klasik mafya dramalarının çöküşünü doğru okumuş ve orijinal, bakir hikâye alanları bularak Kundun, (kısmen) Gangs of New York, The Aviator, The Wolf of Wall Street gibi çalışmalara imza atmış, Silence gibi önceki çalışmalarına benzemeyen orijinal bir ustalık eseriyle manevi/entelektüel mükaşefe ve stilistik tekamül yolculuğunu son noktasına taşımıştır. The Irishman ise farklı bir noktada durmakta Scorsese'nin 60 yıla yaklaşan sanat yolculuğunda.
Anlatı sinemasının büyük ustası her ne kadar altın yıllarını yeni bir filmle yâd etmek istese de 1990'da bilinçli bir şekilde geride bıraktığı demode bir janra onu gözden geçirmeksizin geri dönmekte The Irishman ile. The Irishman'e dikkatli bakıldığında yönetmenin hem kendi beğenilen çalışmalarından hem de 70'li, 80'li ve 90'lı yıllarda beğeni toplayan benzer filmlerden stilistik unsurlar toplayarak bir güldeste yapmak istediği kanaati hasıl oluyor. Film bir yandan debdebeli bir hayat tarzı ve ihtişamlı sahnelerle Casino'ya göz kırparken, diğer yandan karakterlerin ölmeyişi ve izleyiciye ders verişiyle ve de “sınırı aşan” taşkın Tommy DeVito'nun ölümüyle sınırı aşan Jimmy Hoffa'nın ölümü arasındaki bağlantıyla Goodfellas'a, bunların yanı sıra sürdürdüğü yükselme mücadelesinin Sheeran'ı aşırı kötü birine çevirmesiyle ve en sonunda “gözünün açılmasıyla ” (bir mafya filmi olmayan) Raging Bull'a göz kırpmakta.
- Ancak güldestenin yelpazesi bu kadar dar değil. Filmde spaghetti westernler'in babası Sergio Leone'ye ve The Godfather'ın mimarı Coppola'ya da atıflar görürüz. Şiddetin pervasız kullanımı ve insan hayatını değersizleştici kısa, ani infaz sahneleriyle Sergio Leone'nin “şiddetin operası” tarzına hafifçe göz kırpılıyor.
Filmde Domuzlar Körfezi Çıkartması, Kennedy Suikasti, başkanlık yarışları gibi yakın tarih olaylarının anlatıya dâhil edilmesiyle de yine Leone'nin yakın tarih/dönem tasviri damarı olan ve uzun süresiyle de The Irishman'le kapışan “Yahudi Godfather'ı” lakaplı Once Upon A Time In America'sı arasında yakın bir alaka var. Coppola kısmına gelirsek, The Irishman'in Russell'ı Scorsese filmlerinin Jimmy Conway biraz hariç tutulursa yabancısı olan bilge ve oturaklı mafya adamı figürü olarak karşımıza çıktığında Vito Corleone'yi yâd etmemek pek elde değil.
Fakat... Sanat üslupları, temaları, stilistik unsurlar ve janrlar belli şartlardan ve taleplerden dolayı doğar ve ölür. Söz gelimi Tarkovsky filmleri dev bir manevi çölleşmenin, Paradjanov filmleri bir etnik aynılaştırma dalgasının, İtalyan neo-realizmi Cihan Harbi'nin korkunç yıkımının ve fakirliğin, Alman sessiz filmleri (Murnau vb isimler) ya Weimar döneminin kaotik belirsizliğinin ya da sefahatin ve dekadansın getirdiği ontolojik boşluk ve absürsitenin reaksiyonu olarak doğmuştur. 70'lerde De Gaulle'ün otoriter döneminin ardından bol aksiyonlu az anlamlı Fransız suç filmlerinin atağa kalkması (The Sicilian Clan mesela), muhtelif sebeplerle 80'lerde mezkûr mafya filmlerinin, bugünse dünya çapında bol narkotikli dizilerin (Narcos, La Reina del Sur, El Patrón del Mal, Breaking Bad gibi) ya da ülkemizde “Racon kesmem, kafa keserim” diyen Polat Alemdar mıydı, Ertuğrul Gazi miydi karıştırtacak kadar bol kafa kesmeli bol hainli absürd tarih (?) dizilerinin patlaması, gerek sosyal gerek insani/ontolojik değişimlerden beri değildir. Her nesne yekdiğerine atıfla anlamlı olduğundan her tür eser kendi sosyal ve tarihî bağlamlarında anlamlı ve güzeldir. Dostoyevski kendi otantisite alanı içinde klasik olsa da 2020'de Dostoyevski gibi yazmak abestir.
Klasik gansgter dramalarına otantisite veren şerait zemini değişmekteyken ve janrın tüm mazmunları kullanılmaktan aşınmışken Martin Scorsese'nin bilerek geride bıraktığı bir janra, Goodfellas'tan alırsak 29 yıl sonra dönmesi ve emsali filmlerin “best”lerini hikâyesine eğreti bir şekilde tutturması bu hakikati ıskalamakta.
- Scorsese'nin 80'lerden çekip çıkararak Netflix'in 4K evrenine monte ettiği tüm bu unsurlar yan yana geldiklerinde janrını tecdid ettirici bir ba'su ba'de'l-mevt gibi görünmemekte. Şair “geçmiş zaman olur ki yaşandıkça ölünür” diyordu. The Irishman'de de “eski sinemanın rüzgârıyle” yeni bir terkibe varılmasındansa yeterince yıpranmış ve yorgun düşmüş bir janrın baştan başa yeniden yaşanılarak tekrar tekrar öl(dürül)üşünü görürüz.
De Niro'nun dış ses olarak verdiği her tetikçilik tüyosu, Al Pacino'nun her öfkeli tiradı, her dekorun üstün görsel kalitesi, kocaman kasalı Amerikan arabaları, silah sevkiyatı sahnesinde gözümüze sokulan MG-42'ler... Her hamlede geçmiş zamanın yorgun imgeleri yaşandıkça ölmektedir. Oyuncuların cgi zoruyla gençleştirilen mimiksiz yüzleri ile seyirci karşısına çıkan aşınmış imgelerin hissizlikleri ortaktır.
Suç janrında klasik gangster filmleri kenara konulursa ufak bir tazelenme devresi de gözden kaçırılmamalı tabii. Narcos Serisi'nin (2015-?) tahkiye diline getirdiği Marquéz ve Barry Lyndon rayihalı yenilikler, El Chapo'nun (2017-2018) getirdiği belgeselci siyasi-kurgu havası, Boardwalk Empire'ın (2010-2014) yakaladığı otantik tema ya da neorealist sinemanın toprağında yeşeren Suburra (2017-2019) ve Gomorra'nın (2014-?) Netflix'in tabiriyle sert gerçekçi yaklaşımı gibi mesela.
Ancak farklı dallardaki güncel çalışmalarıyla ilk günkü gençliğini muhafaza eden suç anlatılarının büyük ustası, bu son eseriyle (tıpkı Frank Sheeran'ın filmde yaptığı gibi) mafya filmleri için pahalı ve şatafatlı bir tabut seçme imkânını yakalamaktan öteye geçemiyor. Mafya sineması bu örneklerinkine benzer, dönüşmekte olan modern fert psikoloji ve değer dünyasını da dikkate alan yeni söylemler geliştirmedikçe, imgelerini tazelemedikçe, bakir alanlara yönelmedikçe orijinal, otantik ve güçlü eserler ortaya konması yönünde umut beslemek yersiz olacaktır. (David Chase'in çekmekte olduğu gerçekçi mafya tasviri ve Freudyen altmetniyle bilinen The Sopranos dizisinin spin-off'u The Many Saints of Newark bir istisna olabilir belki).
Sonuç yerine: “Taklitçi olma Queensli, kendin ol”
Peki bu “genç”lerin yaptığını gençliğini gerçek mafya adamları arasında geçiren Martin Scorsese neden yapamadı The Irishman'de? Birinci sorun, yazı boyunca altını çizdiğim gibi bu film janrının kendi imge evreni ve üslubunu kullana kullana aşındırmış ve tüketmiş olması. İkincisi bu janrı otantik kılan zeitgeist'ın ortadan kalkması ve çirkin olduğu kadar hakikatli tabirle artık bir “boomer” olan janrın hem üslup hem altmetin olarak bir tazelenme geçirmedikçe “günümüz” insanını açıklama değerinin azalmış olması. Üçüncüsü senaryoya ya da filmin doğallığına katkı yapmayan tali detayların pürüzsüz bir anlatıma mâni olması. Burada Once Upon a Time in America bağlamında yapılacak itirazlar ise oradaki konunun kahramanın (Noodles) biyografisi değil, iç muhasebesi olması ve tali detayların filmdeki Bergsoncu teknikle bağdaşır olması hasebiyle daha en baştan yanlıştır. Dördüncü sorun olaraksa sinema endüstrisinin genel gidişatı zikredilebilir. “Gençler”in bütün işlerinin hep dizi olması dikkatli okurun gözünden en başta kaçmayacaktır. Bir başka soruna da Scorsese bizim için bizzat işaret etmişti, sinemanın manevi keşif ve sanatsal tekâmül hakkında olduğunu söyleyerek.
The Irishman Scorsese'nin bu defasında şiddetin ve zenginliğin görkeminden (mesela şiddet için Raging Bull, zenginlik için Casino örneklerindeki gibi) yararlanmak yerine şiddeti banalize etmesi ve mafya hayatının ihtişamının nihai anlamsızlığına her zamankinden daha çarpıcı bir şekilde yer vermesi müstesna tutulursa klasik Scorsese'den hiçbir anlamda ayrılmıyor, ön plana çıkmıyor. Tek başına bir film olarak eski “keşif”lerin ötesine geçemiyor ve bir tür sanatsal duraklama örneği teşkil ediyor. Eğreti cgi efektlerinin oyuncuların yüz ifadelerini öldürmesi, aslında bilge mafya babası rolüne kızgın sosyopat tiplemesiyle ünlü Pesci'den daha çok yakışacağı hâlde Harvey Keitel'in belli belirsiz bir rolle geçiştirilmesi, Al Pacino hariç herkesin yaşa bağlı olarak oyunculuk performanslarının bozulması gibi somut problemler ise bu duraklamaya tuz biber ekmekte. Ancak temel iki sorundan biri yenilik ve keşif yokluğu zira Scorsese izleyicisini 60'lardan bu yana ilk kez izleyicisini şaşırtamıyor, The Irishman ne gangster sinemasına ne de Scorsese filmografisine yepyeni bir katkı sunamıyor, ikincisi ise taklit. Ne diyordu GORA'nın ünlü “yapımcı”sı Erşan Kuneri: “Taklitçi olma, kendin ol!” Taklit aslını yüceltmez, aslını tüketir. Scorsese'nin Marvel filmleri üzerinden getirdiği tanıma uygun şekilde sinema icra edecek bir sanatçı kendi kendini bile taklit etmemeli.
Bütün bu sert eleştirilerime rağmen elimizde 10 üzerinden en az 7'lik bir film olduğunu söylemeden geçemem, belki de Scorsese Usta bugüne kadar seviyeyi bu denli yükseltmeseydi daha alçaktan düşer ve daha az eleştiri alırdı...
Peki... Bu satırları Martin Scorsese ya da benzeri bir başkası görmeyeceğine ve filmin muhtevasına dair felsefi ya da teknik bir tahlilde de bulunmadığıma göre bu değerlendirmeyi yazmaktaki temel motivasyonum neydi? Bir kültür-sanat odağının sinemanın belli bir dönemine ait belli bir janrda mükemmel filmler vere vere o janrı tükettiğini ve o temada yeni eser verebilmek için stilistik reforma gitmeye ihtiyaç duyduğunu ve bu noktada güzide ülkemizinse (Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan gibi ağır toplar müstesna) kendi hakkında henüz hiçbir söz söylemediğini ve enerjisini ya bol bol “kötü adam” kellesi alarak “adam uyutmakla” ya zengin erkekler, güzel kadınlar ve holdingleriyle ya da kahırdan ağlatan “komedi” filmleriyle israf ettiğini bu yazıyı okuyan herkese tekrar hatırlatmak istedim...