Eski bostanlar
Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım bostanların kıyısında geçti. Kâğıthane köyünde.Bostanlar yılda iki kez mahsul verirdi. Yazın domates, biber, salatalık, kıvırcık, fasulye, patlıcan, mısır olurdu. Kışın çoğunlukla pırasa, lahana, ıspanak, turp ekilirdi. Yeşil soğan, maydanoz ve tere otu ise her mevsim...
Anlaşılmaz bir şekilde, bostanların çevresinde sadece incir ağaçları büyürdü. Bostancıların sattığı tek meyve buydu.
Sokağımızın kadınları çapa yapmak, yabani otları temizlemek için bostanlara günlüğe giderdi. Annemin de birkaç kez gittiğini hatırlıyorum. Sonra babamın müdahalesi geldi. İhtiyacımız mı vardı?
Bir marketin manav reyonuna gider gibi bostana gidiyor ve topraktan satın alıyordunuz. İri çekirdekli kocaman salatalıklar, mis gibi kokan domatesler, tatlı biberler…
O yıllarda, tanıdığım bütün ablalar, buldukları her şeye yeşillik ekiyordu. Çinko leğenlerin, teneke kutuların, ahşap meyve kasalarının içinde biber, soğan, maydanoz, nane yetiştiriliyordu. Balkonlar ve kapı önleri bunlarla doluydu. Bizim balkonun da durumu böyleydi. Kadınlar birbirlerine tohum hediye ederdi.
Evimiz ile bostanların arası iki yüz metre kadardı. O vakitler bostana dalmak çocukların en büyük eğlencelerinden biriydi. Doğrusu birkaç defa ben de arkadaşlara eşlik ettim. Yiyemeyecek duruma geldikten sonra domateslerin suyunu emip atmıştık. Babalar daima duyar. Bunu da hemen öğrendi. Hiçbir zaman unutamayacağım şu nasihati etti: “Bizim tek sermayemiz helal lokmadır.”
Kâğıthane’nin tam merkezinde, mezbahanın hemen arkasında, Arnavutların da bostanları vardı. Onlar da aynı şeyleri yetiştirirdi. Nedendir bilmem, onların bostanları daha bakımlı ve gür olurdu. Arkadaşlarım o bostanlara dalmaktan çekinirdi. Yakaladıkları çocukları fena dövdükleri söylenirdi. Bizim Cideli bostancılar ise şiddete meyletmez, sadece kovalardı. Çocuklardan tanıdık çıkan olursa, babasına şikâyet ederlerdi. “Sizin oğlan yaramazlık yapıyor.”
Komşumuz olan Alibeyköy semtinde de dere boyunca bostanlar bulunuyordu. Mahallemizin çocukları, mısırlara dalmak için o bostanlara birkaç sefer düzenlemişti. Alibeyköy meydanındaki mısır heykelinin yanından ne zaman geçsem, tebessüm ediyorum.
Biz yine Kâğıthane köyüne dönelim. Bostanlara zarar veren sadece çocuklar değildi. Birçok hane sahibi koyun, keçi ve inek besliyordu. Başıboş kalan hayvanlar bostanlara giriyor, taze sebzelerin tadına bakıyordu. Bundan dolayı birkaç defa büyük kavga çıktı. Bir keresinde jandarma geldi. Bizim gözümüz ise jandarmaların silahlarında kalmıştı.
Birinin tabancası, diğer ikisinin tüfeği vardı. Evimizin biraz ilerisinde bulunan Cendere Yolu, yetmiş ve seksenli yıllarda hem bostanlık hem ıssızdı. Bazen buralara gezmeye gidiyorduk. En az beş arkadaş olmak şartıyla. Elimize sopa, yanımıza birkaç köpek almak zorundaydık. Çünkü her bostanın kendi köpeği vardı ve nedense hep öfkeli olurlardı. Bostanların yanından geçerken bile tehdit savururlardı.
Hayli geniş olan Cendere vadisi, Kâğıthane’den başlıyor, Kemerburgaz ve Göktürk köyüne kadar uzanıyordu. Bostanlar sularını Kâğıthane deresinden alıyordu. O vakitler nüfus az olduğundan, derenin suyu temizdi. Bazen Kemerburgaz’a kadar gidiyorduk. Kemer’in bostanları hayli meşhurdu.
Bostan sahipleri Selanik’ten gelen muhacirler ve Kastamonu’dan göç eden Cidelilerdi. Eve geç dönme ve azar işitme pahasına, birkaç defa Göktürk köyüne kadar gittik. Bugün burası İstanbul’un en lüks semtleri arasındadır. O zamanlar birkaç mandıra ve bostandan başka bir şey yoktu.
Hâlâ Kemerburgaz’da sınırlı sayıda bostanın kaldığını da söylemeliyim. Selanikliler bostan işini tamamen bıraktı. Birkaç Cideli aile ise direnmeye devam ediyor. Ara sıra gidip bakıyorum. Belki oralarda bir yerde çocukluğumu görürüm.
Kemerburgaz meydanında bulunan Atatürk heykelindeki yazı ise eski günleri çağrıştırmaya devam ediyor: “Köylü ulusun efendisidir.”
Doksanlara doğru Kâğıthane’deki bostanlar sükût etmeye başladı. Bostanların olduğu topraklarda sebzeler değil, büyük binalar kendini gösteriyordu artık. Nüfus da inanılmaz derecede arttı. Yerliler azınlık durumuna düştü.
Birkaç sene Kemerburgaz’dan uzun at arabaları geldi. Sebzeleri onlardan alıyorduk. Sonra gelmez oldular.
Doksanların ortasına erişmiş bulunduk. Kavrayamadığımız bir hızla devir değişiyor, marketler ve manavlar birbiri ardına açılıyordu. Sebzelerdeki eski tadı ve tazeliği bir daha hiç bulamadık. Yediklerimiz kim bilir nerelerden geliyordu?
Hep bunu düşünüyorum: Kısa sayılabilecek bir süre içinde bütün bu bostanların yok olacağı kimin aklına gelirdi? Sanki sonsuza dek yerlerinde kalacaklar gibiydi.
Cendere Yolu’ndaki son topraklara devasa alışveriş merkezleri ve korunaklı modern siteler yapıldı. Böylece bir kültüre ait son izler de silinip gitti. “Bizim” bostanların olduğu Tarla Yolu Sokağı da Bağlar Caddesi’ne dönüştü.
1998 yılında Sağduyu gazetesinde kültür sanat editörü idim. İlk işlerimden biri, Yedikule surlarında bostancılık yapan Cidelilerle söyleşi yapmak olmuştu. Nihayetinde bostanlar da şehir kültürünün bir parçasıydı. Söyleşi yayınlanınca, bir borcu ödemiş gibi ferahlamıştım.