Efsaneyi romana taşımak
Rivayete göre Hz. Muhammed (sav), “Ya Ali, beş bin koyun mu istersin, beş kelime öğrenmek mi?” diye sorduğunda Ali, beş kelimeyi seçmişti. Yasemin Karahüseyin de Ahmet Özalp’in hazırladığı Hz. Ali Cenkleri (Kapı, 2017) kitabı üzerinden kaleme aldığı Dostun Evi Haverzemin Cengi (Mart 2022)’nin bölümlerine epigraf olarak birer Hz. Ali sözü koymuş. O sözlerden biri şu şekilde: “Akıllı olan kemal, cahil olan mal ister.”
Kelimeleri seçen Ali, an gelmiş kuyuya konuşmuş, araya zaman perdesi girince ise gönüllerin kahramanı olmuştur. O kadar uzak değil yaşadığı dönemler, yine de hakkında bütün bilinenlerle birlikte mitolojik bir kahraman gibi değil de hane halkından biri gibi görülüp yüceltilmiştir; değil mi ki Ehli Beyt’tendir. Koyunları seçmemiştir, koyun sürüleri vaat edemez kalabalıklara. Fakat insan da temelde kelimeler olmaksızın şu hayatı boşu boşuna yaşadığı, yanı sıra da ahretini yitirdiği hissine kapılmaktan kendini alamaz ki... Bu açıdan bakıldığında, “kuyuya konuşan Ali” seçimleriyle bir farkı göstermeyi sürdürür. Nakkalın dilinden konuşan Ali’dir. Sezai Karakoç’un şiirinde de geçtiği üzere, “çocukluğumuz”dur Ali, saflığımız, duru bakışımızdır. Mor Salkımlı Ev’de okuyoruz; Halide Edip’in çocukluk kahramanı Hz. Ali’ymiş; buna çok da şaşırmıyoruz.
Ahmet Özalp, Hz. Ali Cenkleri’nin sunuş yazısında Cemal Süreya’nın cenkleri yeniden yazmayı çok istediğini, hatta bir yayıneviyle anlaştığını ama bu düşüncesini gerçekleştiremediğini belirtir. Süreya’nın ilham kaynağı ise, “Yuvarlak Masa Şövalyeleri”nin serüvenlerini toplayarak Kral Arthur’un Ölümü adıyla yeniden yazıp İngiliz mitolojisinin kaynak metnini oluşturan Sir Thomas Malory’dir. “Hiç değilse bir hikâyeyi yazmış olsaydı da ortaya somut bir örnek koysaydı diye hayıflanmamak elde değil” diye yazıyor Özalp, Süreya için. Bu dileği, kendi cenkler kitabı üzerinden Yasemin Karahüseyin tarafından, üstelik bir hikâyenin romana dönüştürülmesi suretiyle gerçekleştirildi.
Doğrusu Karahüseyin’in yorumu, diğer eserlerinden alışık olduğum epik diline karşılık benim için sürpriz oldu. Bir kadın yazardan ilk kez okuyoruz cenkleri konu alan kendine has bir yorumu. Anlaşılır bir yanı da var bunun, ne de olsa benzeri efsane ve menkıbeleri çocuklar genellikle kadınlardan dinlemişlerdir. Masal anlatıcısı yazar, çocukların nasıl bir dil talep ettiğini de keşfediyor.
İslam tarihinin efsaneleştirilmiş şahsiyetleri veya olayları hakkındaki anlatıların modern bir dille yorumlanması bir zorunluluk. Batı veya Doğu mitolojisiyle bağ kuran “epik” kurgular yağıyor ekranlardan, bu mitolojilerden esinlenmiş epik edebî eserler de en çok satılanlar arasında hep; buna karşılık efsanelerimizin roman diliyle yeniden yorumu nadiren karşımıza çıkıyor. Hasan Aycın’ın Sahipkıran/Nam-ı Diğer Hamzaname (2008) yorumu, geleneksel dile daha yakın ve kendini okutturan, sürükleyici bir roman.
Rivayete göre Hz. Muhammed (sav), “Ya Ali, beş bin koyun mu istersin, beş kelime öğrenmek mi?” diye sorduğunda Ali, beş kelimeyi seçmişti.
Karahüseyin’in epiğe yatkınlığına değindim yukarıda, önceki eserlerinde de kırsal yerleşimler veya kent ortamları olsun, kendini geliştirme çabası içindeki kahramanın hayatında düğüm noktası olan şeyi aşma mücadelesini ele alır. Zan romanının kahramanlarından biri olan Nazar Ana; hakkı, hukuku, adaleti hatırlatmadan edemeyen kişiliğiyle, varlığın ürpertisini hissettirir sinemizde. Hemzemin, varlığını kısıtlayan şartların ötesine geçme çabası içindeki insanların serüvenlerine, bir perondaki karşılaşmalarda “başkasının” aynasını tutar.
İyilik ve güzellik içermeyen bir iç dünyasından kahramanlık da çıkmaz sanat da...
Karahüseyin’in kurgusundaki anlatıcı, bu kavrayışa götüren bilinci şöyle tasvir ediyor romanın girizgâhında: “Yüzyıllardır var olmamın iki sebebi var bilesin! İlki, kötü sözü, kötü düşünceyi içimde barındırmamamdır. Diğeri ise bana verilsin ya da verilmesin, yaratılan, inşa edilen, üretilen her şeye kıymet vermemdir. Onca maharetime rağmen hiçbir şey ve kimseyi küçümsemedim bilesin.” Sonra anlatıcı, binlerce yıla nüfuz eden bakışıyla, ilgi alanına giren meslektaşlarına selam veriyor: “J. K. Rowling fena değil, J. R. R. Tolkien de güzel anlatıyor. Attar iyi, Filibeli pek iyi. Üstadım Evliya Çelebi ise Aliyyülâlâ.” Fakat, birkaç cümle sonra, “Ama bu işin piri Şehrazat’tır bilesin. Keşke bin bir gece değil de yüz bin gece alıkonsaymış. Tövbe estağfurullah. Ben bütün hikâyelere kıymet veririm, onlar da bana.”
Son on yılda sıklıkla akademide olsun vakıflarda olsun karşıma çıkıyor “Değerler Eğitimi” programları. Değerler bir ders gibi nasıl verilir ki oysa, vaaza dönüşür sıklıkla. Efsane ve menkıbeler, hatta Kemalettin Tuğcu kitapları, benim kuşağımın sahip olduğu değerleri içselleştirmesinde etkili oldular. Geçtiğimiz ay vefat eden Cüneyt Arkın’ın halk tarafından onca sevilmesinde, Köroğlu ve Battal Gazi gibi geleneksel anlatılardan yola çıkan filmlerinin payı büyük. Bu efsaneleri yaşatan sebepler, hayatın akışı içinde kazandıkları yeni katmanlar dikkate alınarak yedirilmeli kurgulara elbette ve Karahüseyin bunu başarmış.
Haddizatında tür olarak roman, şiirin, epiğe duyulan ihtiyacı karşılayamaz olduğu olay ve durumların biçimlendirdiği bir tür olarak da oluştu. Romanı “modern burjuvanın epik şiiri” olarak gören Ranciere, bu olguyu Hegel üzerinden şöyle izah ediyor: “Epik şiir, ‘dünyanın köken itibarıyla şiirsel olan bir evresi’nin şiiriydi. Roman ise, tam aksine dünyaya yitirmiş olduğu şiirselliği yeniden kazandırma çabasıdır. Oysa çelişkili bir çabadır bu. Yitirdiği şiirselliği dünyaya geri veremezsiniz.” Düşünür, romanın temsil alanı olarak şiirsel heveslerle burjuva dünyanın tekdüzeliği arasından gediğini gösteriyor. (Suskun Söz, Monokl, S. 84-85) Şu da var ki söz dönüştürür, “epik” bir göze alışta olduğu gibi çıkmazın yol açtığı sessizlikte de vuku bulur.
Ancak bir romandır ki katı tür kalıbına müdana etmeksizin ihtiyaç duyduğu sözü gerektiği şekilde yedirir bir köşesine ve gerekirse de o söze daha önce hiç görülmemiş gibi gelen bir biçim, bir üslup, bir içerik yakıştırır. Geçmişte, çok eski zamanda, epik destanda ve taşta dile gelmiş olup da oraya sıkışıp kalmış olanı, durum veya olaydaki hiç değişmeyeni gösterecek şekilde açığa çıkarmanın zorlu yükünü de kaldırır roman, kalınlaşmaya yatkın, ancak esnek yapısıyla.
Dostun Evi’nde, Ali ile birlikte zalimlerle savaşan kahramanları arasında, Sad’ın kızı Dilfuruz Banu da var. Köylerine gitmek için Medine’den yola çıkan baba-kız, namaz kılıp dinlenmek için bir ağacın gölgesine sığındıkları sırada, civarda yaşayan, çetin mi çetin, astığı astık, kestiği kestik, merhametsiz bir zalim olan Seyyafşah ve kendisi gibi acımasız adamlarının baskınına uğruyorlar. Baba-kızın bu saldırı karşısında gösterdiği kahramanca direnişi şöyle tasvir ediyor Karahüseyin: “… Sad ile kızı yerlerinden sıçrayıp öyle bir ‘ya Allah!’ dediler ki ağaç yapraklarını döktü, pınar tüm suyunu yuttu. Bulutlar birbirine dolaştı, otlar oradan oraya kaçıştı. Kalktıkları gibi kılıçlarını ellerine aldılar, zalimlere tereddütsüzce karşı koydular.” (S. 20) Olaylar birbirini izler, Kamber, Banu ve Ali tek bir vücut olup kale kapısına dayanırlar, 68. sayfada da… Onlar direndiği için de zalimler azalır, zalimler azaldıkça da pınar suyunu bırakır, ağaçlar yeni yapraklar verir.
Yitirdiği şiirselliği dünyaya geri kazandırma çabasını, ağıttan türküye, ninniden maniye, şiirden masala, efsaneden menkıbeye, pek çok alanda hep okumuş ve imkân buldukça da yazmış olan kadınlar coşkuyla üstlenir. Okur, söyler ve yazarlar. Antigone’nin, Hypatia’nın, Hz. Zeynep’in, Fatma Aliye’nin, Rosa Parks’ın, Aişe Cabbar’ın, Margaret Atwood’un tecrübesidir bu. Ursula K. Le Guin “çuval” metaforunu öne sürer. Bir şeylerin dikkat ve ilgiyle derilip de doldurulduğu çuvallardan bazen şiirler çıkar, bazen öyküler ve romanlar.
Karahüseyin, Şehrazat’a atıfta bulunuyor. Çok kolay bir şekilde canından olabilecekken hikâye anlatma maharetiyle canını -ve başka kadınların canlarını da- kurtaran Şehrazat, Şehriyar’ın kadınlara yönelik gazabının yerini “hikâye dinleme tutkusu”nun almasını sağlamıştı. Başka canların sorumluluğunu duyduğu için de sürdürür anlatmayı Şehrazat ve izlediği yöntemle sadece mazlumları değil, zalimi de kurtarır.
Esasında pek çok kadın, eril kodlar üzerinden yapılanmış kamusal alanda kadınlık değerleriyle birlikte nasıl var olacağının endişesini açık örtük hâlâ yaşamakta. Bu kamuyu değiştirme yönündeki irade güveninin bir kısmını destansı hayatlara borçlu. Bu değerlerle hareket etmek kadınları daha “erkek” yapmaz, insanlaşma yürüyüşünde buluşturur. Zeynep, Kufe Pazarı’nda kardeşi Hüseyin’in sesi olmamış mıydı?
Büyük kızım Meryem çocukken Cüneyt Arkın’ın tarihî filmlerini kaçırmazdı. Rap müziğe duyduğu ilgide, ilkokul yıllarında eline tutuşturduğum bir Cartel kasetinin etkisi oldu belki de… Efsanedeki Şirin’in tecrübeleri değil sadece, Yüksel Pazarkaya’nın gurbetçi Şirin’in merkezinde tasvir ettiği Ferhat’ın Yeni Acıları’nın kahramanı Şirin’in hikâyesi de epiktir. Sonraları Herkül ve Zeyna dizilerinin etkisiyle Yunan mitolojisine merak sarmıştı kızım. Fakat mesele çok daha derin ve dokunaklı. Kuşaklar, sağlam değerlere tutunmak istiyor, ancak ne fikirsiz bir estetik bunu sağlayabilir ne de zamanın ruhunu okumaktan aciz hamasi söylemler. Harry Potter’ın son ciltlerinden biri çıktığında İran’da yaşıyordum. Küçük kızımdan, sınıf arkadaşlarının, tezlikle yapılan tercüme eseri bir an önce okumak için sabah erkenden bir yayınevinin önüne gidip kuyruğa girdiklerini duymuştum.
Karahüseyin de oğlunun fantastik kitaplara tekrar tekrar döndüğünü fark ettiğinde, o arada kütüphanede duran cenklerle göz göze geldiğini anlatıyor Suavi Kemal Yazgıç’a, Edebistan söyleşisinde: “Önceleri içinde birçok ilgi çekici, doğa üstü, fantastik unsurları, macerayı, heyecanı, barındıran cenkleri sade bir dille ortaokul çağı çocukları için yazmayı, daha sonraysa günümüz ve Peygamberimiz döneminde geçen, iki ayrı anlatının aktığı bir roman yazmayı düşünmüş, hatta iki ayrı zamanda geçen romanda yazarak ilerlemiştim. Ama cenklerin içine girince zamanı aşan, her daim gündemde olacak konu ve değerleri işleyebilecek atmosferi buldum.”
Dostun Evi, benliğimizi takvası ve yiğitliğiyle etkilemiş olan Hz. Ali’nin zalimlere karşı verdiği mücadeleyi anlatan bir roman. Dili ve içeriği hem geleneksel anlatıların seslerini verirken hem de şimdi burada yazıldığını, bu zamana ait meselelerin aşılabilirliği üzerine söyleyecek bir sözü olduğunu düşündürüyor. Efsanevi savaşların hikâyeleri, bildiğimiz hayatın ilginç ayrıntılarıyla bir araya geldiğinde, bir yanıyla aşina sahneler bütün anlamlarıyla tazeleniyor. Yasemin Karahüseyin, modern kentlerde köşeye sıkıştırılmış insanların haysiyetli bir hayat sürdürme mücadelesini konu ettiği romanlarının yanı sıra, geleneksel anlatıları yeniden yorumlamayı da sürdüreceği izlenimi uyandırıyor bu son eseriyle.