Düş dışı bir yolculuk olarak toplu taşıma
Çağdaş dünya tarihinin hiçbir noktasında görülmemiş bir sirkülasyon yaşanıyor. 2021 yılında 448 milyon uluslararası turist yeryüzünde gezmek, görmek ve eğlenmek için hareket etmiş. 280 milyon göçmense daha iyi yaşamak ya da sadece yaşamak için başka yerlere gidiyor. Bu sayılara artan işsizlik ve enflasyon nedeniyle ülkelerin kendi içindeki taşınma ve yer değiştirmeleri de eklediğimizde günümüzde hareketliliğin kültürel bir yüceltimden öte bir hayatta kalma mücadelesi olduğu söylenebilir.
Ben bir Macellan’ım. Evet, yanlış okumadınız. Adsız sansız bir Macellan. Dünyanın çevresinin 40.075 km, Pendik-Yenikapı arasının gidiş-geliş 96 km olduğunu hatırlarsanız bana hak verirsiniz. Haftanın 3-4 günü kat ettiğim bu mesafe, 2 yılda dünyanın çevresini dolaşmama denk. Macellan birinci turu dahi tamamlayamamışken ben ikinci turu bitirdim, üçüncüyü dönüyorum. Ama adımı tarih sayfalarında göremezsiniz. Çünkü ben her gün İstanbul’un farklı yerlerine gidip gelen 13 milyon toplu taşıma yolcusundan biriyim sadece.
Tolstoy’a atfedilen bir düşünceye göre tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: bir insan yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Muhtemelen burada kastedilen günlük koşuşturmacası içinde yollara dökülen milyonlarca insanın hikâyesi değil. Köhne bir tren istasyonunda afili bir final yaparak hayata gözlerini yuman bu anarşist soylu için yolculuğun öncelikle rutinin dışına çıkmak olduğunu söylersek pek de abartmış olmayız.
Modern ulaşım teknolojileri dünyayı küçük bir köy haline getirmeden, mavi kürenin üzerindeki her nokta hakkında iyi kötü bir fikir sahibi olmadan önce yolculuk milyonlarca insan için ne bir zorunluluk ne de keyif vesilesiydi. Gideceği yere en hızlı şekilde gitmeyi planlayan biz metropol insanlarının aksine fiziksel olarak yıpratıcı ama fazla değer yüklü bir süreçti.
Doğa-üstü bir varlığın yeryüzündeki işaretlerini müşahede edip arınmayı amaçlayan hac yolculukları ya da dünyanın keşfedilmemiş yerlerine gidip, görgü ve deneyimini arttırmayı amaçlayan burjuvazinin Grand Tourları son tahlilde belli bir kültüre ait olmakla ya da yeniden ait olmakla ilgilidir. Böyle bakıldığında bütün “muhteşem hikâyeler” aslında türlü mücadelelerin ardından eve geri dönmekle alakalıdır. Yolculuk, er ya da geç eve dönmeyi tahayyül eden bir nostalji arzusudur. Tabi Odisseus gibi döndüğünüzde ne bulacağınız ya da hâlâ aynı kişi olup olmadığınız sürecin dramatik tarafı. Günahlarınızın affedildiği inancı ile kalan yaşamınıza taze bir başlangıç yapabilir ya da olduğunuz kişinin bir üst sürümü olarak kaldığınız yerden devam edebilirsiniz ama tüm bu değişiklikler yolculuğun hayatımızda bir kırılma yarattığı varsayımına dayanır. Seksen günde dünyayı dolaşmak, arzın merkezine seyahat etmek ya da şehirlerarası bir otobüste çocuk olmaktan vazgeçmek zamanın, uzamın ve içindeki tüm ilişkilerin birbiri içine geçip sarmalandığı bir dünya görüşü öngörür. Bilinmeyen yerlere yaptığınız yolculuklarda aidiyetleriniz size eşlik eder. Tuhaf adetler veya ilginç lezzetler geldiğiniz yerin kültürel sınırlarından geçerek, etiketlenir. “Muhteşem hikâyeler”e çıkan yolculuklar aslında olguları parçalayan, kataloglayan ve yeniden birleştiren (kolektif) bir muhayyilenin eseridir. Öte yandan tıklım tıkış araçlara binip yorgun bir şekilde kendini evdeki kanepeye atmaya çalışan başka türden yolculuklarda hayal gücü çoğunlukla vakit öldürmekten başka bir anlam taşımaz.
Çağdaş dünya tarihinin hiçbir noktasında görülmemiş bir sirkülasyon yaşanıyor. 2021 yılında 448 milyon uluslararası turist yeryüzünde gezmek, görmek ve eğlenmek için hareket etmiş. 280 milyon göçmense daha iyi yaşamak ya da sadece yaşamak için başka yerlere gidiyor. Bu sayılara artan işsizlik ve enflasyon nedeniyle ülkelerin kendi içindeki taşınma ve yer değiştirmeleri eklediğimizde günümüzde hareketliliğin (mobilizasyon) kültürel bir yüceltimden öte bir hayatta kalma mücadelesi olduğu söylenebilir. Sıradan hayatlarımızın vazgeçilmezi tekerlekli ve raylı ayaklarımız bizi yalnızca ev ve iş arasında götürüp getirmiyor, aynı zamanda eve dair bildiğimiz ve beklediğimiz şeylerin dönüşümüne de aracılık ediyor. İster istemez hepimiz (modern) birer göçebeyiz. Şehirler yol kenarlarındaki dinlenme tesisleri haline gelirken olduğumuz yeri korumak ya da daha iyisini elde etmek için sürekli hareket etmek zorunda hissediyoruz. Kendimizi güvende ve huzurlu hissetmemiz gereken evlerimizi yabancılarla paylaşıyoruz. En mahrem anlarına tanık olup, yüzlerini bilmediğimiz bir sürü yabancı ile dip dibe ve altlı üstlüyüz. Hayatımızın her anını anlamlandırmasını beklediğimiz kimliklerimizse artık güvenli bir liman değil: “Göçerlik ne kalkış ne de varış noktalarının sabit ya da belli olduğu bir hareketi içerir. Göçerlik, sürekli değişime maruz kalan dilde, tarihlerde ve kimliklerde ikamet etmeyi gerektirir. Varılan her yerin bir geçiş yeri olduğu göçte eve dönmek- hikâyeyi noktalamak, eve giden bir kestirme bulmak- gibi bir umudun gerçekleşmesi imkânsız hâle gelir.” 1 Bu noktada trafik, seyahat söyleminin dokunmadan geçtiği bir gerçeklikle alakalı. Bizi, metropoliten hayatlarımızın imgeleştirilmemiş ve anlatılamadığı içinde yok sayılan karanlık tarafına götürüyor.
Kültürel değerler ve doğal bir hayatta kalma içgüdüsünün arasındaki eşikte şehir içi yolculuklar kendimiz ve dünya hakkında bildiklerimizi sorgulama imkânı sunuyor. Tabii yorgun zihinler ve feci sırt ağrıları pahasına…
Bir Survivor ortamı
Alman sosyolog Max Weber toplumsal eylem ve doğal olgular arasındaki ayrımı bir bisiklet kazası üzerinden örneklendirir. Ona göre iki bisikletlinin çarpışması doğal bir olayken kaza sonrası verdikleri tepkiler toplumsal alana girer. 2 Heidelberg gibi küçük ve sakin bir üniversite şehrinde çalışan profesör için bu çarpışmalar biraz nezaket, belki hakaret ve sonrasında uzlaşı ile biten ihtilaflar olmalı. Fiziksel olay ve toplumsal eylemler arasında analitik bir ayrım yapan Weber, eminim, Zümrütevler-Maltepe minibüsüne hiç binmemiştir. Günün her saati ağzına kadar dolu olan bu minibüs hattında geç kalmamanın ve yer çekimine meydan okumanın aynı anda yaşandığını gözlemleseydi muhtemelen doğal ve sosyal arasındaki ayrımı bir kez daha gözden geçirirdi. Yerin fiziksel sabitliği sosyal ilişkilerin hareketliliğiyle genişler, daralır ve verili özelliklerini değiştirir. Tıklım tıkış bir otobüste arkalara doğru ilerlemenin yine de mümkün olacağına beslenen umudun başka bir açıklaması olabilir mi?
Coğrafi yer olgusunun bir bakıma tasfiye edildiği taşımacılık sistemi, her an her yere gidebilmenin ya da dışarının bulunduğumuz yere sürekli müdahil olmasının getirdiği modern uzam fikrinin bir ürünü. Başka bir sosyolog Anthony Giddens’a göre modernlik, yerel topluluklarının çevresel koşullarla nerdeyse özdeş zaman-mekân bütünlüğünü ayrıştırmıştır. 3Doğumla girilen, ölümle çıkılan, ataların yerine geçilip çocuklara devredilen bir zamansallık için coğrafya, elbette ki, kaderdir. Öte yandan toplumsal ilişkilerin çok boyutlu bir seviyeye erişmesi yerel zorunluluklardan vareste bir sistemin doğuşuna zemin hazırlamıştır. New York borsasındaki küçük bir düşüşün Burundi halkının sefaletine sefalet katması veya bir K-pop yıldızının Suudi gençlerin bam teline dokunması ayrışan zaman-mekân bağının şeyleri eski yerlerinden çıkarmasının bir sonucudur. Toplu taşıma sistemleri beş yüz yıllık kapitalist-dünya sisteminin doğurduğu jeo-politik ve jeo-kültürü gündelik hayatlarımıza taşır. Sermayenin hareketi gibi, sabit iki nokta arasındaki hareketliliğin yoğunluğu, başlangıç ve bitişi de harekete eklemler. İşte bu yüzden genellikle yola koyulmak ya da yoldan çekilmek dışında seçenek sunmayan metropol hayatında durmak biraz da ölmek demektir. Şehrin hayhuyundan küçük bir sahil kasabasına yerleşme hayali kuran büyük şehirliler gidilmeyen ya da kataloglardan tanınan bu yerlerin zaten kaçtıkları yerin çekim alanında olduğunu unutmak ister. Mutluluk başka yerlere bağlanır ama başka yerler metropole bağlıdır.
Yereli çekip, üst bir uzamda kendine bağlayan çoklu sistemler toplamı olarak modern kentler, günümüzde daha da kaotik bir hâle geliyor. Sanayi ve ticaretin merkezde yer aldığı, bireylerin sınıfsal kökenine göre bu çekirdeği tavaf ettiği klasik kent planları artık hükümsüz. Seçkin yaşam alanlarının hemen bitişiğindeki köhne mahalleler, kent plancılarının refah ve eşitlik düşlerinin çarptığı gerçeklik duvarları. Sermayenin, metanın ve insanların yoğun dolaşımı, örgütlü kapitalizmin homojen düzeninden uzaklaşan bir kent imajına hayat veriyor. Bu imgede eski bağlantı noktaları olarak yollar yeni merkezlere dönüşüyor. Sanayi sonrası gelişmelerin yeni bir insanlık durumuna kapı araladığını belirten Fransız antropolog Marc Augé’ye göre antropolojik yer nosyonu yerini “yer-değiller”e (non-place) bırakmaktadır. Coğrafya ve tarihin ulusun kutsal kubbesi altında kaynaştığı modern toplum yirminci yüzyılda hadiseler bolluğu yaşamıştır. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin sağladığı mekân bolluğu bir yere ait olma zorunluluğunu çoktan seçmeli kılıyor.Bu noktada dünyayı ve kendimizi müşterek bir referans çerçevesinde okumak giderek zorlaşıyor. Bireysel atıflarca şekillenen değerler izole benlikleri meşrulaştırmaya hizmet ediyor. Augé’ye göre eski yer fikri tamamen silinmemiştir; yer-değiller ise asla tamamlanamamaktadır ancak bildiğimiz yerler, yer-değillerin ucu açıklığı içinde bir araya gelmekte ve yeniden tesis edilmektedir. Dünya artık bu iki zıt kutup arasındaki etkileşim alanıdır: “Her şeye rağmen yer değiller çağın ölçüsüdür; alan, hacim ve mesafe arasında yapılacak bir dönüştürme pahasına hava yolları, demir yolları, otoyollar, ulaşım araçları olarak adlandırılan hareketli kabinler, tren garları ve uzay istasyonları… karmaşık yumağı toplanarak alınabilen nicelleştirilebilir ölçü.” 4
Toplu taşıma sistemi gidiş, geliş, aktarma, taşıma vb. hareketlerin mükemmel hesabına dayanır. Riskler, optimum süreler hesaplanır, felaket senaryoları hazırlanır ve milyonlarca insanın farklı hareket motivasyonları aynı büyük planda soğurulur. Yerin otantikliğini gereksiz kılan bu mühendislik hesaplamalar insanlık için bir sıfır noktası tesis eder. Hareket içinde ve harekete göre biçimlenen yeni bir antropoloji.
Biz metropol insanları zamanın yerlisiyiz; ilkel toplulukların coğrafya ile kurduğu varoluşsal bağı zamanla kuruyoruz.
Çevresindeki dağlar, nehirler, ağaçlar, hayvanlar ilkelin bulunduğu yere kök salmasını sağlayan birer sabiteyken bizim çevre algımız olan hareket öncelikli bileşenlerden oluşuyor. Konutların değerini büyük ölçüde konumu belirliyor. Metrobüsün tam olarak nerede duracağını öngörmek, daha rahat bir yolculuk için bir durak geriden binmek, seferi bile sayılabileceğiniz şehir içi yolculuklarda ihtiyaç molası verebileceğiniz istasyonları bilmek veya beyhude adımlardan kurtulmak için doğru çıkış kapılarını kullanmak gibi geliştirdiğimiz mobil taktikler bir (tekno) ekolojiye adaptasyonun sonucu. Farklı bir doğa durumunun ortaya çıkması bununla ilişkili yeni bir kültüre zemin hazırlıyor.
Toplu taşıma insanlar arasındaki güç ilişkilerinin çıplak bir şekilde görülebildiği Hobbesçu bir ortamı hatırlatır. Islak montunuz, ağır çantanız ve dermansız bacaklarınızla sınırlı sayıdaki koltuk için verdiğiniz mücadele, yasaların ve vicdanın dolduramadığı bir boşluktan alır gücünü.
Önce gelen oturur kuralının sağladığı eşitlik, dezavantajlıları (yaşlı, hasta, çocuklu vb.) saf bir kategori olmaktan çıkarır. Bitap bir şekilde işten çıkan bir gençle arkadaşlarının yanına iki lafın belini kırmaktan dönen bir yaşlıdan hangisinin oturmaya daha çok ihtiyacı olduğu gibi bir muhasebeye giriştiğiniz anda dezavantajlı olmaktan gelen imtiyazlar da hükümsüzleşmeye başlar. Neden diğerlerinden daha fazla oturmaya ihtiyaç duyduğunuz hakkındaki iç-muhasebeniz elbette ki vicdanınızı susturmaz ancak öncüllerinizi yeniden formüle etmek zorunda bırakır. Toplu taşıma sıfır noktasında meskenimiz olduğu savunulan dili de tekinsiz hâle getirir. Dil oyunlarının sadece sarih bir anlaşma değil, örtük bir çatışma ürettiğini fark edersiniz. Otobüsteki kınayıcı bakışlara “kafam güzel, özür dilerim” diye tepki veren zil zurna bir sarhoş, özür dilemenin bir tehdit biçimi de olabileceğini öğretir. Metroda, koltuk sırasının başındaki cam panoya yaslanmak için orta yaşlı ve şişman iki kadının tartışmasını gördüğünüzde sustalı bir bıçak gibi savurdukları “rica ederim”lerin nasıl sıyrıklar açtığına şaşır kalırsınız.
Toplu taşıma ortamı doğal eşitsizlik kadar toplumsal eşitsizlikleri de görünür kılar.
Balık istifi bir otobüste dibimizdeki yolcu ile araya koymaya çalışılan bir santimlik mesafe sadece kişisel haysiyetin değil, sınıfsal prestijin kalıntısıdır.
Ayrılıkçeşmesi-Sabiha Gökçen metro hattında havalı gözlükleri ve pahalı çantaları ile sizde imza alma isteği uyandıran insanların Bostancı’dan öteye geçmemelerine pek şaşırmazsınız. Marmaray’la 72 yıl karın tokluğuna çalışsanız belki alabileceğiniz, yüksek katlı apartmanlardaki perdeleri genellikle açık dairelerin önünden geçerken sınıf hasediniz bilenir. Yanınızdaki fazla düzgün Türkçeli ailenin sömestr planlarını dinlediğinizde tatilin sadece okula gitmemek anlamına gelmediğini idrak edersiniz. Toplu taşımada hemen her gün yaşadığımız bu karşılaşmalarda sınıfsal yatkınlıklarınızın (habitus) sınırlarını keşfedebilirsiniz. Zengin ve yoksulun yan yana geldiği bu ortamda toplumsal erdem ve günahların soy kütüğünü çıkarırsınız. Bununla birlikte toplu taşımanın insanı doğanın, toplumun ve dilin arafına getirmesi, her ne kadar eski kuşaklar aksini iddia etse de, ahlakın elden gittiği anlamına gelmez. Belki de eylemlerimizin ahlakiliği ancak böyle bir arafta mümkündür. Geleneğin bahşedilmişliği ve âdetlerin otomatik davranışları tesirini yitirdiğinde gerçekten öteki ile karşılaşabilirsiniz. Fedakârlık ve merhamet yalnızca ötekine doğrudan bir ilgi duyduğumuzda sergileyebileceğimiz erdemlerdir. Başkalarının hakkı ve bizim sorumluluğumuz tahterevallisinde göstereceğimiz her eylem yalnızca zorlantılı bir tepkimedir. Toplu taşımanın tuhaf cazibesi (tabii gerçekten varsa) aynı hareketin içinde hem insanı kendi içinde kapatması hem de başkalarına da açık hâle getirmesi olabilir.
Metro ve melankoli
Alain de Botton’a göre tren yolculukları kişinin düşüncelere dalması için bulunmaz fırsatlardır. Ne hiçbir şeyin görülemediği kadar hızlı ne de şeylerin taşlaşıp, can sıkıcı hâle geldiği kadar yavaş olan trenler özel ve kişisel anlardan kesitler sunar. Trenin mekanik ritmi eşliğinde rayların kıyısındaki dünyalarca ayartılmak ama hiçbirinin cazibesine kapılmaksızın bakmaya devam etmek oldukça keyiflidir. Tren, karşılaştığınız ama karışmadığınız bir noktada yalnızlığı estetik gösterebilir. Kitap, kahve ve kar üçlüsünden oluşan Doğu Ekspresi yolculuklarının soğuğun -20 hatta -30’u bulduğu yerlere hayran bırakmasını başka nasıl açıklayabilirsiniz? Ama bu, “akılcı ütopyanın mükemmel bir uygulaması olarak” vagonlu taşıtların bir gözetim ve sınıflandırma uzamı olduğu gerçeğini değiştirmez. Tren, teknik arızalar dışında zamanın katı bir şekilde tayin edildiği, mevkili biletler, kameralar ve üniformalılar tarafından denetlenen bir hücre sistemidir. Farklı yerlerin içinden geçen bir adada hem dışarının tadını çıkarır hem de mahsur kalırsınız. Michel De Certeau’nun belirttiği gibi tren hem bir gemi hem de hapishanedir. 5 Özellikle bir metro yolcusuysanız bu mahsur kalışı daha fazla hissedersiniz.
Trenin açık havada sunduğu aheste manzaralar az çok bir enginlik duygusu uyandırsa da metro dışarısının olmadığı bir içeriye sahiptir. Söz konusu mahpusluk hissi ilk bakışta metronun beton bir tünelin içinden geçmesine yorulabilir ancak dışarıyı ortadan kaldıran sadece beton tüneller değildir; aracın yırtıcı ıslıklar çıkaran hızı, tünelden çıktığınızda bile dışarının türdeş bir görünüm kazanmasına neden olur. Dışarının nesnelliğinden kurtulup bakışlarınızdaki belli belirsiz izlere dönüşen metro vagonları yersiz bir melankoli üretir. Özellikle gece dönüşlerinde herkesin anlaşmışçasına sustuğu ve kendine ya da kendilik vekili olarak telefonuna gömüldüğü o anlarda… Bir kaosun içindeki nesnesiz kayıp duygusunu resmedebilmek gibi bir yeteneğim olsaydı metro vagonlarından daha iyisini bulamazdım. Öte yandan fazla dalıp, bencilliğinizde kaybolmazsanız melankoli, dışardaki dünyanın farkına vardırır. Albert Dürer’in ünlü tablosundaki gibi bilgi ve inançlarınızın inanırlığını yitirmesi algıladığınız dünyanın arkada kalanlarına daha dikkatli bakmanızı sağlar. Böylelikle kendinize en çok gömüldüğünüz anda yeniden insan deryasına açılır ve bildikleriniz üzerine düşünmeye başlarsınız. İşte size böyle bir hikâye.
…
Metroda çalgıcılara para veren iki kız… Hiç anlamadığım şeylerden biri daha. İki keman, bir gitar ve bir çello yan yana gelince neden hep aynı müziği çalar? İnsanlar, sayıları az da olsa, bu müziğe neden para verir? Bu azlık acaba bir statü göstergesi midir? Yıllardır sosyoloji bölümündeyseniz, hele de artık bir profesyonelseniz, en sıradan olayların toplum denilen bu hayalet makinayı çalıştırması kaçınılmazdır. Tabii bu makineyi yağlayanlar sadece sosyologlar değildir. Neyse... Konumuza geri dönersek, sokak müzisyenlerine destek olan bu kızların- aslında sadece biri para vermiş diğeri de onu desteklemiş ya da en azından garipsememişti- nasıl bir motivasyonu olabilirdi? Sanata ve sanatçıya destek, kültürel farkındalığın ispatı ya da bu ve başka olasılıkları toplayıp, ağırlığını tüm anlam katmanlarında hissettiren sosyal bir şeyler; habitus falan…
Ben son şıkkın peşine düştüm ve amansız bir takip başladı! Elbette ki değil. Sadece aynı istikamette şehir içi yolculuk yapmanın tesadüfü. Ama onlarla aynı kapıdan girmemin veya kitabımı önlerinde okumamın bu tesadüfle bir ilgisi yok tabi. Yanlarında para vermeyen kızın yanında- bir boşluğun açılması ise sosyolojik tecessüsüm için bir fırsat oldu ayrıca. Aslında amacım sadece pratik bir analiz yapmak değildi, daha önce benzer durumda vardığım bir yargımın ispatını arıyordum. Böylece özgüvenim tazelenecek, akvaryumdaki bir balık olmadığımı kendime gösterebilecektim. Bu sosyetik kızlar -hadi artık damgalayalım- tıpkı üç yüz milyonluk çantasıyla Bostancı’dan öteye geçmeyen kız gibi, er ya da geç Bostancı’da inmeliydiler. Böylece beni kalabalıklardan ayıran üstün zekâm ve derinlikli bakışlarım, varoluşsal haklılığımı bir kez daha ispatlamalıydı. Ama öyle olmadı. Yerin metrelerce altında, bedenlerin iç içe geçtiği bir borunun içinde nerede olduğumuzu bildiren tüm göstergeler bozuldu. Durakları gösteren monitör son durağa kitlendi. Ne kadar ilerlediğimizi gösteren imleç çalışmıyordu. Bir akıbete binip kıyametimize, yani son durağımıza doğru gitmeye başlamıştık (kimse hayatı kendisi kadar bir metafora çeviremez). O anda bütün göstergelerin, kalıp yargıların ve teorilerin ne kadar da keyfi olduğunu, sonra yine unutacağımı bilsem de, yeniden anladım. Tarifler -koşullara ve bakış açımıza göre yaptığımız çıkarımlar ârızîdir diyordu İbn Sina. Öyle ama bize kendi faniliğimizi ve kişisel hiçliğimizi unutturmak için hep iş başında olan bir geçicilikle geçici. Hiç ölmeyecekmişiz gibi geçici…
Sonra mı? Uyanmak uykuya küsmek değildir. Kızlar Bostancı’da inmedi ama bu hipotezimin yanlışlandığını göstermez. Kitabımı bırakıp konuşmalarını dinlediğimde kızlardan birinin radyodan Beyrut bileti kazandığını, İsrail’in yanındaki bu ülkenin aynı zamanda bir bar adı olduğunu, çalgıcılara para veren kızın Halil Sezai’yi dinlemeğe gittiğini öğrendim. Laf aramızda kız canlı performanstan önce isyankâr samurayı sevmiyormuş. Tabii bir de sevgilisi ve kardeşi E. ile romantik bir yemek yediğini. Galiba olay evde geçiyor. Sanırım yemeği çocuk kendi elleri ile hazırlamış (cep telefonuyla da hazırlamış olabilir). Bu da beni hem haklı çıkaran hem de etiketlerimi yeniden gözden geçirmemi gerektiren başka bir olay.
1. Iain Chambers, Göç, Kültür, Kimlik, Ayrıntı Yayınları, s. 17 2. Max Weber, Ekonomi ve Toplum, Yarın Yayınları, s. 131 3. Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, Ayrıntı Yayınları, s. 23 4. Marc Augé, Yer-değiller, İnsan Yayınları, s. 91 5. Michel De Certau, Gündelik Hayatın Keşfi, Dost Yayınları, s.210