Dresden'den Gazze'ye Almanya'nın unutma teknikleri
Almanya’nın, Gazze’de gerçekleşen korkunç mezalim karşısında aldığı tavrı başka pek çok şeyle beraber biraz da Hamburg, Dresden ve küçüklü büyüklü neredeyse bütün Alman şehirlerinde yüzbinlerce kadın, çocuk sivilin ölümüne yol açan hava saldırılarını unutmak için bütün zihinsel ve ruhsal enerjisini harcamış olmasında, dolayısıyla yüzleşilmemiş ve yüzleşilmesi de zorla tutarlılık kazandırılmış kimliği ebediyen çatlatacağı için imkânsız hâle getirilmiş bu tarihsel travmada aramak gerekiyor belki de.
Ünlü Alman romancı W.G. Sebald’ın 1997 yılında Zürih’te verdiği ve daha sonra da gözden geçirip Hava Savaşı ve Edebiyat adıyla kitaplaştırdığı dersler Almanya tarihine daha doğrusu Almanların kendi tarihleriyle, kendi tarihlerinin belirleyici bir yönüyle ilişki kurma ya da kuramama biçimlerine dair ilginç bir tespiti merkezine alır.1 Sebald, savaş sonrası Almanya’sında yayımlanan edebî metinler, romanlar ve anılarda garip bir boşluk görmüştür. II. Dünya Savaşı’nın son kesitinde küçüğünden büyüğüne bütün Alman şehirleri korkunç bir şekilde bombalanıp yerle bir edilmiş neredeyse 600.000 sivil bu saldırılarda hayatını kaybetmiş,
- Hamburg ya da Dresden bombardımanlarında olduğu gibi bazen bu saldırılar önüne geleni kavurup kömürleştiren ateş fırtınalarına sebep olacak şekilde cehennemi boyutlara ulaşmış olmasına rağmen bu sivil kayıplar ve yıkım Alman edebiyatında hakkıyla, basit bazı klişelerin veya hatırlama şablonlarının ötesine geçen doğrudan ve çıplak tanıklıklar biçiminde kendine yer bulamamıştır.
Bunun sebebi bilinçli bir göz ardı etme mi yoksa bilinç dışı bir bastırma mıdır? Sebald buna açık bir yanıt vermez, veremez ama kitabın İngilizce tercümesine verilen başlığın da ima ettiği gibi bu yıkımın daha çok neredeyse “doğa tarihsel” veçhesine odaklanır. Söz konusu yıkım ve felaket Almanya’daki insanların toplumsal yaşam koşullarını neredeyse yok ederek onları medeniyet öncesi bir seviyeye indirmiş, insan hayatının sürdürülebilmesini zorlaştıran bir umutsuzluk ve amaçsızlığı, kelimenin tam anlamıyla Schwermutu (yani bir şeylere cesaret edebilme gücünün üzerine çöken ağırlığı) o dönem insanların temel ruh hâli hâline getirmiştir.
Buradan devam etmenin, yaşamı sürdürebilmenin, Almanya’nın sonraki dönemdeki ekonomik mucizesini (Wirtschaftswunder) gerçekleştirebilmesinin yolu, hem yaşamların sanki söz konusu olan birer böcekmiş gibi değersizleştirilip yok sayıldığı yani artık insanların tarihsel değil de “doğa-tarihsel” birer figür hâline geldikleri hem de en iptidai ve sefil yaşam koşullarına mahkûm kılındıkları bu tarihsel periyodu unutmaları, kalplerine çöken ağırlığı defetmeleridir. Belki de tam tersi söz konusudur. Sonraki dönemdeki (büyük oranda Marshall yardımlarına bağımlı) bütün bir yeniden inşa ve ekonomik başarı süreci bir tür unutma, üzerini örtme girişimidir.
Sebald’ın metni ne zaman yazdığı da önemlidir. Her ne kadar kitabın son bölümünde o, derslere ilham olarak Almanya’daki toplumsal siyasal gelişmelere değil daha kişisel biyografik noktalara işaret ediyorsa da aslında metin, yazıldığı dönemin ruhuna tam denk düşen, hatta biraz da o dönemki tartışmaların çok da duymak istemeyeceği karanlık noktalara temas eden bir metindir; çünkü her şeyden önce Alman hatırlama kültürünün (Erinnerungskultur) boşluklarına işaret eder, her hatırlamanın -ne kadar büyük bir dürüstlük ve cesaret iddiasında olsa da- aslında bir yönüyle bazı şeyleri unutmak ve bastırmak pahasına gerçekleştiğini, içinde önemli oranda iki yüzlülük ve hesaplılık barındırdığını ama daha çok da bir psiko-sosyal durumun yatağında meydana geldiğini gözler önüne serer.
- II. Dünya Savaşı’nda aldığı ağır yenilginin ardından karanlık Nasyonal Sosyalist geçmişiyle ve o dönemdeki korkunç cürümleriyle nasıl baş edeceği yeni kurulmuş Batı Almanya’nın en temel meselelerinden biriydi.
Nasyonal Sosyalizm döneminde bürokraside ve yargıda önemli görevlerde bulunmuş, öyle ya da böyle o dönem işlenen suçların iştirakçisi olan elitlerden pek çoğu savaş sonrası dönemde de toparlanmaya çalışan Almanya’nın elitleri olarak konumlarını korumuşlardı.
- Dolayısıyla geçmişle hesaplaşma, her şeyden önce Almanya’nın bugünkü kimliğiyle, onun kendisini tamamen Batıya entegre bir demokrasi olduğunu kanıtlama zorunluluğu altında hissetmesiyle (ya da böyle bir kendisini kanıtlamaya zorlanmasıyla) yakından alakalıydı.
Tam da bu bağlamda 80’li ve 90’lı yıllar, daha sonra çokça övülüp örnek gösterilecek Alman hatırlama kültürünün konturlarının ve dogmalarının belirlenip keskinleştirildiği bir dönem hâlini aldı. Helmut Kohl, tam da bu dengeyi gözeterek bir yandan bugünkü Almanya’nın geçmiş karşısındaki sorumluluğunu hafifletmeye hem de buradan bir başarı hikâyesi çıkartmaya çalıştı.
24 Ocak 1984’te İsrail’de Knasset önünde yaptığı konuşmada dillendirdiği ve sonrasında ciddi eleştirilere maruz kalmasına sebep olan “Geç doğmuş olmanın lütfu” (Gnade der späten Geburt) ifadesi, 1930’dan sonra doğanların Nasyonal Sosyalizmin suçlarına iştirak etmeyen yeni bir kuşak olduğunu ve dolayısıyla o suçlardan sorumlu tutulamayacağını ima ediyordu. Kohl, Almanya’nın karanlık geçmişinin karşısına yeniden kalkınan, artık işlek ve tam bir demokrasi hâline gelen Almanya’nın başarı hikâyesini çıkarmak istiyor, en azından bu iki farklı imgeyi üst üste koyarak başarı hikâyesine geçmiş fonu önünde daha da dramatik bir hava vermeye çalışıyordu. Kaygısı Alman kimliğinin sadece suç ve utanç etrafında şekillenmemesi, ona aynı zamanda gurur duyabileceği bir şeyleri de verebilmekti. Bunun ilk yoluda bir şekilde geçmişi geçmişe havale etmekti. Ronald Reagen’la birlikte 30 kadar SS askerinin mezarının olduğu Bitburg Mezarlığı’na yaptıkları çok tartışmalı ziyaret bu geçmişi geçmişe havale edip hesabı bir şekilde kapatma arzusu ve iradesinin bir yansımasıydı. Geçmişi geçmişe havale etmek isteyen bir başka kişi de 80’li yılların sonları Almanya’sının tinsel kültürel alanını etkisi altına alan Historikerstreit’ın2 fitilini ateşleyen muhafazakâr tarihçi Ernst Nolte’ydi. Bütün tartışmanın çıkış noktasında bulunan ve sonrasında da tartışmadaki muhafazakâr kampın mecrasına dönüşen Frankfurter Allgemeiner Zeitung’da yayımlanan yazısının ismi tam da buydu: “Geçmek Bilmeyen Geçmiş” (“Die Vergangenheit, die nicht vergehen will”).3
Fakat sonraki hatırlama kültürüne karakterini veren Kohl’un ya da Nolte’nin görüşleri değil, beklenebileceği üzere muarızlarının görüşleri oldu. Bunda iki Almanya’nın birleşmesi olayının da önemli bir etkisi vardı. Nolte yazısında Holokost’u tarihsel bir bağlama, tarihsel bir neden sonuç zincirinin içine onun bir halkası olarak yerleştirmeye çalışıyordu. Yazısında Holokost’un kitlesel bir imha hareketi olarak aslında tarih içinde ne ilk ne de tek olduğunu, en başta da Sovyetler Birliği’nin Gulag Takımadası’nda yaptıklarının “gazı kullanma teknik işlemi hariç” kitlesel sürgünler, işkenceler ve eziyetlerle Holokost’tan önce benzer bir soykırımı teşkil ettiğini söylüyordu Nolte. Daha da ötesi bunun özünde, “beyaz adama has” bir eylem olmaktan çok “asyatik” bir eylem olduğunu ve oradan Avrupa’ya transfer edildiğini, Hitler için bunun hem bir örnek hem de belki tepki gösterilmesi gereken bir etki (“kendilerini bu asyatik eylemin gerçek veya potansiyel mağdurları olarak gördükleri için”) olduğunu belirtiyordu. Nolte’yle beraber pek çok önemli tarihçi ve filozof tartışmaya dahil oldu ve saflar Holokost’un tekilliğini (Singularität) ve benzersizliğini (Einzigartigkeit) reddedenler, onu öyle ya da böyle tarihsel bir bağlama oturtmaya çalışanlar ile aksini iddia edip Habermas’ın deyimiyle bu “apolojist eğilimlere” karşı savunmaya geçenler arasında ayrılmış oldu.
Bu tartışmada Nolte ve onun yanında hizalananların pozisyonunda, Holokost, II. Dünya Savaşı, Yenilgi ve sonrasında yaşananlar ile özellikle Almanya’nın bölünmesinin Alman kimliği üzerinde yarattığı tahribata ve Alman ulusunun kendini algılama biçiminde suç, aşağılanma ve utançla oluşan derin manevi tinsel gediğe karşı bir girişim söz konusuydu. Habermas’ın “Bir Tür Hasar Giderimi” (“Eine Art Schadensabwicklung”) yazısında da isabetle belirttiği üzere muhafazakâr/ yeni sağcı tarihçiler, savaş sonrası bölünmüş Alman ulusunun kimlik krizine karşı bir anlam tesis etme çabasına girmişlerdi.4 Stürmer’in ifadesiyle Almanya’nın bölünmüşlüğü söz konusuyken bu yeni kimliğin ulus-devlet temelinde yaratılması mümkün değildi ama aksi de mümkün değildi. Nolte bu dilemmaya bir cevap vermiş oluyor hem Holokost’un tekilliğini ortadan kaldırıyor, onu esasen “asyatik” bir suç olarak kodluyor ve onun yükünü Alman ulusunun sırtından atarak hesabı görmeye çalışıyor hem de onu, soğuk savaş bağlamında hâlâ mevcut olan bir kızıl tehlikeye bir reaksiyon olarak yeniden anlamlandırıyordu. Eleştirdiği “apolojistleri” “memur” tarihçiler olmakla itham eden ama zamanla Federal Almanya’nın “memur” filozofu olduğu giderek daha da ortaya çıkan Habermas’ın çözümü ise yönünü “evrensel değerlere” çevirmiş evrensel anayasal ilkelere bağlı, Almanya’yı Batı’nın geri kalanından yabancılaştırmayacak yani Almanya’nın lanetli “Sonderweg” ini tamamen terk etmesini sağlayacak bir anayasal patriotizmdi.
Denebilir ki bu ilk Historikerstreit, Holokost’un tekilliğinin ve eşsizliğinin yani bir tarihsel olay olarak tarihselleştirilemezliğinin Alman hatırlama kültürü içinde dogmalaştığı ilk momenti oluşturmuştu. Bu tartışmalara dair 80’li yıllardan ikinci önemli uğrak ise o dönemki Alman devlet başkanı Richard von Weizsäcker’ın Avrupa’da savaşın bitmesinin 40. yılı adına 1985 yılında Alman parlamentosu önünde yaptığı konuşmaydı. Bu konuşmada Weizsäcker, Kohl’un bütün girişimlerinin aksine Holokost’u asla unutulmaması gereken “ağır bir miras” olarak tescil etmiş, Müttefik Kuvvetler’in Almanya’ya girip savaşı nihayete erdirdiği günü “Kurtuluş Günü” olarak adlandırmış ve savaş sırasında ve sonunda yaşananların hepsini 1933’de Nazilerin iktidarı ele geçirmesiyle başlayan sürecin bir neticesi olarak yorumlamıştı. Denebilir ki Weizsäcker’e göre – o her ne kadar kolektif bir suçu reddetse de - Almanya’nın başına gelenler işlediği suçlara karşı haklı ve meşru bir cezaydı. Şimdi Almanların üzerine düşen ise cezasını çektikleri suçu asla unutmamaktı.
- Duvarın yıkılması ve iki Almanya’nın birleşmesiyle yeni Alman ulus-devletinin kimlik problemi akut bir hâl aldı.
Örneğin Botho Strauß’un 1993’te yayımlanmış “Anschwellenden Bockgesang” yazısı belki de birlik olmuş Almanya’nın bu kimlik problemine dair ilk ve en kuvvetli işaretlerden biriydi - fakat bu konudaki karar verilemezlik de kısmen ortadan kalktı. İki Almanya’nın birleşmesiyle birlikte Almanya kendini bir kez daha hem kendi içinde kimliğini pekiştirme hem de dışarıya kendi kimliğini kanıtlama meydan okumasıyla karşı karşıya buldu. Kendi rehabilitasyonunu tamamladığına ve Batı dünyasına tamamen entegre olduğuna dair hem kendi kendine hem de dış dünyaya kendini kanıtlama zorunluluğunun baskısı altındaydı. Almanya’nın jeopolitik meşruiyeti İngiliz, Amerikalı ve İsrailli elitlerle müzakere edilip sınırları ve içeriği belirlenmiş bir geçmişle hesaplaşma politikasının inşasına bağlandı. Bunun çıktısı, Alman hatırlama kültürü oldu; yani kimliğini geçmişle hesabını kapatmakta değil ulusal gururunu geçmişi asla unutmamakta arayan bir Almanya. Bu bağlamda Alman kimliği, hatırlama kültürü ve dolayısıyla tekil ve kıyas kabul etmez bir suç olarak Holokost etrafında kemikleşti. Böylece eski Alman devlet başkanı Joachim Gauck 2015’te, “Alman kimliğini Ausschwitz’i dışarda bırakarak düşünmek mümkün değildir.” diyordu ya da bunun uluslararası siyasette yansımasını Merkel şu sözlerle net bir şekilde ifade edebiliyordu: “İsrail’in güvenliği Almanya için müzakereye açık değildir.” ve “İsrail’in varoluşu Alman devletinin varlık gerekçesidir.”
Burada hatırlama kültüründe iki farklı şey bir araya gelmiş gibidir. Bir yanda Alman trajik heroizminin bir görünüşü, faşist görünüş biçiminin ters çevrilmiş bir imgesi vardır sanki burada. Nasıl Nietzsche’den başlayarak Ernst Jünger, Oswald Spengler ve Martin Heidegger’e dek bugünün/ modernitenin kahramanca üstlenilmesi, belaya ve ölüme onun gözlerinin içine bakarak ve en radikal bir evetleme, direnç ve savaşganlıkla atılmak temel bir varoluş tavrı olarak övüldüyse5 ve “muhafazakâr devrimci”lerin bu tavrı Nazi’lerin “total savaş”ı içinde nasıl çarpılmış ve yozlaşmış bir versiyonuna kavuştuysa, burada da “en yüksek belayı üstlenme cesareti”ne çok benzeyen bir “en büyük suçu sırtlanma cesareti” vurgulanmaktadır. Suçun büyüklüğü, benzersizliği ve kıyas kabul etmez niteliği neredeyse bu suçun utancını çekmeye ve kefaretini ödemeye kendini yazgılı gören Alman ulusunun büyüklüğünün bir göstergesi hâline gelir. Suç o denli büyüktür ki bunu ancak Alman ulusunun trajik duyarlığı yüklenebilir. Sıradan insan boyutlarını aşan korkunç bir tehlikenin içine kahramanca atılmanın ve gerekirse kendini feda etmenin yerine daha önce dünyada eşi benzeri görülmemiş bir suç karşısında ancak bu suçla eşdeğer olması hâlinde anlamı olabilecek kahramanca bir nedamet geçer. Böylece formül özünde bir şekilde aynı kalarak tamamen tersine çevrilir.6
İkinci şey ise bir tür dinselliktir. Hatırlama kültürü dini ikame eden, dinsellikle yüklenmiş bir politika biçimi hâline gelir. Weizsäcker yukarıdaki konuşmasında “Kurtuluşun sırrı hatırlamadır” (Das Geheimnis der Erlösung heißt Erinnerung) dediğinde ifadenin dinsel referansları açıktır. Fakat artık Alman ulusunu günahkârlığından kurtaracak olan şey Tanrı’nın inayeti değil resmî bir devlet programı olarak hatırlamadır, kerameti kendinden menkul hafıza kültürüdür. Dirk Moses’in çok tartışma yaratan yazısı “Almanların Amentüsü”nün (Kathecismus der Deutschen) de tam olarak işaret ettiği üzere hatırlama kültürü bir inanç manzumesi hâline dönüşmüştür. Şöyle yazar Moses: “Milyonlarca Alman geçtiğimiz on yıllarda kendi uluslarının günahkâr geçmişi için bu amentü üzerinden bir bağışlamaya ulaşılabileceğini içselleştirdi. Kısaca söylemek gerekirse bu amentü, içinde Yahudilerin Naziler tarafından “kurban edilmesinin” Federal Cumhuriyet’in meşruiyeti için bir koşul teşkil ettiği bir kurtuluş tarihiydi [Heilgeschichte]. Bu sebepten Holokost onlar için önemli bir tarihsel olay olmaktan çok daha fazlasıydı: O, hiçbir şart ve koşulda başka olaylarla -Yahudi olmayan kurbanlar ve diğer soykırımlarla- kirletilmemesi gereken kutsal bir travmaydı, çünkü aksi hâlde bu onun kutsal kurtarma işlevini [Erlösungsfunktion] zedeleyebilirdi.”7
Sebald’ın metni, her ne kadar bu tartışmaların önemli bir parçasına dönüşmemişse de 90’lı yıllarda hatları netleşmekte ve yavaş yavaş kurumsallaşmakta olan bu hatırlama kültürüyle neredeyse bakışımlı bir metindir ve onun boşluklarına ama daha da ötesinde belki patolojilerine işaret eder. Bu patolojiler özellikle bugün, İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma Alman devleti tarafından gösterilen reflekslerde en açık bir şekilde ifade etmekte kendisini, fakat bugünkü tepkilere gelinceye kadar son 4-5 yıldır Almanya kültür gündemini meşgul eden pek çok tartışma bu sorunlu hatırlama kültürünün karanlık noktalarını, onun özünde aslında nasıl saplantılı bir unutma tekniği hâline geldiğini zaten çoktan açığa sermiş durumdaydı. Bu tartışmalardan ilki Kamerunlu ünlü postkolonyal düşünür Achille Mbembe etrafında 2020 yılında kopan tartışmaydı. Bugün Adania Shibli, Emile Jacir, Masha Gessen ve daha pek çok ismin başına gelenleri henüz 2020 yılında haber veriyordu aslında Mbembe “olayı”. Ruhrtrienalle sanat festivalinin açılış konuşmasını yapacak olan Mbembe’ye karşı, bu olay vesilesiyle Federal Antisemitizmle Mücadele Sorumlusu Felix Klein’ın ön ayak olduğu geniş çaplı bir kampanya düzenlenmişti. Bu kampanyada Mbembe’ye karşı ithamlar, yukarıda Alman hatırlama kültürünün dogmaları olarak tavsif ettiğimiz çizgileri ihlal etmesiyle ilgiliydi en başta. Onun açılış konuşması yapmak üzere davet edilmesine karşı çıkanlara göre Mbembe, Düşmanlık Politikaları kitabında bir yandan Holokost ile Güney Afrika’daki Apartheid rejimini karşılaştırarak Holokost’un tekilliği dogmasını ihlal ediyor, öte yandan da İsrail’e ve özellikle de onun işgal politikasına karşı getirdiği eleştirilerle İsrail’in varoluş hakkını sorguluyordu.
Mbembe’ye karşı yürütülen bu kampanya kısa süre içinde farklı uğraklardan fakat aynı örüntüleri tekrar ederek geçip genişleyen ve nihayetinde de bugün bütün bir postkolonyal ve eleştirel düşünceyi itibarsızlaştırmakta nihayete eren bir sürecin belki de ilk önemli adımı oldu. İkinci önemli adım Mbembe tartışmalarına bağlanan ve ilk Historikerstreit’a referansla “Historikerstreit 2.0” olarak tavsif edilen ve 2021 yılında patlayan ikinci bir tarihçiler tartışmasıydı. Bu tartışmaların merkezinde de gene Holokost’un tekilliğine karşı onu tarihsel bağlama yerleştirmeye çalışan, fakat ilk Historiekerstreit’tan farklı olarak bunu, sağ muhafazakâr bir noktainazardan onun tarihsel anlamını önemsizleştirmek için değil aksine genişletmek için yapan bir eğilim vardı. Bu eğilim, daha çok global güney kaynaklı, postkolonyal düşünceyle iltisaklı bir düşünür ve tarihçi grubu tarafından temsil ediliyor ve Almanya’nın ve genel olarak Avrupa’nın kolonyal tarihini merkeze alıp onun Nazi Rejimi ve Holokost üzerindeki etkilerini gündeme getirmeye çalışıyordu.
İlk ve ikinci polemik arasındaki önemli bir fark ise bu sürede Almanya’da hatırlama kültürünün nasıl kökten değiştiğine işaret eden bir olguydu: politik kamplar bu kavgada tamamen farklı şekillerde hizalanmışlardı. İlk tartışmada sağcı muhafazakâr tarihçiler Holokost’u tarihsel bir karşılaştırmanın ve bağlamsallaştırmanın konusu yapmaya çalışırken ikinci tartışmada böyle bir karşılaştırmanın yapılmasına, Holokost’un tekilliğine ısrarla vurgu yaparak şiddetle karşı çıkanlar -her ne kadar bu kampta kendini ilerici ve solcu olarak niteleyenler bulunsa da- büyük oranda gene sağcı entelektüellerdi. Tıpkı ilkinde olduğu gibi ikinci tartışmada da mesele tarih yazımı metodolojisi ve tarihsel olgular olmaktan çok, geçmişin bugün için anlamı yani hatırlama ve dolayısıyla gene Almanya’nın kimlik problemiydi. Her ne kadar ikinci tartışma, ilkinden çok daha küresel bir çapta -en başta Mbembe olmak üzereyabancı tarihçi ve entelektüellerin de katılımıyla gerçekleştirilmiş olsa da. Jürger Zimmerer, Micheal Rothberg, Dirk Moses gibi önemli tarihçiler ve soykırım araştırmacıları Holokost’un özelde Almanya’nın genelde ise Avrupa ve Amerika’nın kolonyal geçmişiyle bağlantısına, hem siyahlara ve yerlilere karşı geliştirilmiş hiyerarşik anlamlandırma kalıplarının Yahudilerin etnik temizliği için de bir ideolojik altlık vazifesi gördüğüne hem de sömürgelerde denenmiş ve başarısı test edilmiş pratiklerin nasıl olup da Almanya’da Holokost’u mümkün kıldığına işaret etmekle Mbembe’ye karşı yürütülen büyük kamusal kampanyanın bir uzantısına maruz kaldılar.
Hâlbuki bu tespitlerin benzerleri bu tartışmalar yapılmadan çok önce Hannah Arendt veya Aime Cesaire gibi filozoflar tarafından dillendirilmişti. Cesaire, Nazizmi Avrupa’nın kendisine dönmüş bir sömürgeci pratik olarak niteliyordu Sömürgecilik Üzerine Söylev’de.8 Tarihçiler ise bu soykırımların karşılaştırılması, aralarındaki etkilenmelerin ve bağlantıların ortaya çıkarılması, ırkçılık ve antisemitizm arasındaki ortaklıkların tespit edilmesi işiyle 90’lı yıllardan itibaren yoğun bir şekilde uğraşmaktaydı. Dolayısıyla denebilir ki 2020’li yıllardaki bu tartışmalar Holokost’un ilk defa tarihsel bir bağlama oturtulmasından, Avrupa tarihindeki özellikle siyahlara yönelmiş başka soykırım ve etnik temizlik girişimleriyle ilk defa ilişki içine sokulmasından kaynaklanmıyordu. 90’lı yıllardan 2020’li yıllara dek hem hatırlama kültürü değişmiş ve Alman kimliğinin ayrılmaz bir parçası, bugün göçmenler etrafında yürütülen antisemitizm tartışmalarında gördüğümüz üzere Alman vatandaşlığının mütemmim cüzü hâline gelmişti, hem de kültürel alanın çeperlerinde gerçekleşen ve uzmanlığa has tartışmalar kamusal alanın giderek daha merkezinde etkisini hissettirmeye başlamıştı. Bu tartışmaların nasıl (hem Almanya içindeki artan göçmen nüfustan hem postkolonyal ve eleştirel teorinin artan ağırlığından ve bir şekilde “Avrupa’nın taşralaşması” ndan, hem de Black Lives Matter’da olduğu gibi ırkçılık karşıtı hareketin küresel politik aktivizminden kaynaklanan) bu etkiyi, doğrudan Alman kimliğine yöneltilmiş bir tehdit olarak yeniden kodladığını göstermektedir.
Buna bir de özelde Almanya’da ve genelde bütün Avrupa’da yükselen aşırı sağı eklediğimizde, hatırlama kültürü göçmenlere ve eleştirel düşünceye karşı konuşulabilirin alanını daraltmaya, onların kamusal alandaki temsil imkânları budamaya çalışan bir söylem polisliğine dönüşmüş oldu. Hatırlama kültürü, ortanın sağından aşırı sağa dek sağın tamamı için Almanya’nın tarihsel suçunu üzerinden atmanın ve bu suçu bir kısım sol ve özellikle göçmenler tarafından Almanya’ya ithal edilen bir şey olarak sunmanın bir imkânına, işlevsel bir vasıtaya da dönüşmüş oldu. Zimmerer ve Rothberg’in ifade ettiği gibi “Soyut bir biriciklik üzerindeki bu genelleştirilmiş ısrar, Alman ulusal kimliğini kurtarmanın bir aracına dönüş(tü).”9 İşte bu bağlamda Alman devlet başkanı Steinmeier, bütün Müslümanlardan Hamas’a karşı tavır almalarını ve 7 Ekim’i kınamalarını talep edebilmekteydi.
Fakat Alman hatırlama kültürü, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere siyaseten kullanışlılığının ötesine geçen derin patolojilerle maluldü. Sebald’ın bahsettiği unutma, bastırma, görmezden gelme en başta belki Sebald’ın bahsettiği psiko-sosyal çerçevede gerçekleşti ama bunda gösterilen ısrar görünene göre giderek politik bir anlam da kazandı. Habermas’ın ilk Historikerstreit’ta ifade ettiği gibi Almanya için asıl ve tek istikamet, bir zamanlar sürdürdüğünü iddia ettiği ve kendisini nihayetinde “medeniyetten koparan” (Zivilisationsbruch) “Sonderweg”ten çıkıp büsbütün Batı’nın geri kalanına, onun değerlerini benimseyerek entegre olmasıydı. Fakat Amerikalı edebiyat eleştirmeni Vincent Pecora’nın işaret ettiği gibi Habermas’ın kurgusu ve retoriği “çok örtük bir şekilde, Batı’yı -sadece Alman savaş suçları konusundaki değil, aynı zamanda Batı emperyal hakimiyetinin uzun anlatısı konusundaki- kendi apaçık suç ortaklığından beraat ettirmeye hizmet ediyordu.” 10 Habermas’ın tamamen Alman barbarlığına karşı Avrupa medeniyeti ve onun sahip çıkılması gereken (anayasal) değerleri dikotomisine yaslanan retoriği Almanya’da korkunç sivil kayıplarına yol açan hava saldırılarının göz ardı edilmesi ve unutulmasıyla ayakta tutulabilirdi ancak.
- Burada çıkış noktamız olan Sebald’ın metnine dönebiliriz. Sebald’ın İngiliz hava saldırılarıyla ilgili işaret ettiği önemli bir husus, bu saldırıların kocaman bir askeri-endüstriyel kompleksin inşasını ve devasa bir organizasyonu gerektirdiği, inşa edildikten sonra da amaçlanan hedeflere ulaşmaya yardımcı olmasa bile durdurmak mümkün olmadığı için çalışmasına izin verilen kocaman bir yok etme makinesi olduğudur.
Bu makine, Nazilerin kurduğu endüstriyel kitlesel yok etme makinesini epey andırmaktadır. İngiliz bombardımanları ve Alman toplama kampları -her ne kadar Alman suçu boyutları ve tasarımı bakımından eşi görülmemiş olsa da- onlara temel olan mantık bakımından ancak daha genel bir teknolojik/endüstriyel yok etme mantığının birer yansıması olarak görülürse anlaşılabilir hâle gelir.
Carl Schmitt henüz erken bir tarihte, Der Nomos der Erde kitabında tam da bu temeldeki yok etme mantığına işaret etmiş, hava savaşlarının bu “mutlak imha karakterini” vurgulamıştır aslında. Ona göre özünde ahlaki değil de politik bir niteliğe sahip olan düşmanlık, teknik gelişmelerin neticesinde ortaya çıkmış ve karayla deniz savaşları paradigmasının tamamen dışında kalan bu görece yeni savaş biçimi neticesinde ahlaki bir karakter kazanmıştır; çünkü hava savaşlarının getirdiği muarızlar arasındaki bu devasa eşitsizlik karşı tarafa yapılan ayrımcılığı neredeyse dipsiz bir yere kadar derinleştirmekte, yani onu bir düşman olarak değil bir “suçlu” olarak hatta imha edilmesi gereken insanlık-dışı bir varlık olarak algılamaya zorlamaktadır. Bu da özünde modern imha araçlarının endüstriyel-teknik gelişmesinin ideolojik bir yan ürünüdür Schmitt’e göre.11
- Dolayısıyla kolonyal egemenlik düzeni ve onun katliamları da Nazi Almanyası’nda Yahudiler de dahil yüzbinlerce insanın katledilmesi de ve nihayetinde Alman şehirlerinin içindeki yüzbinlerce siville birlikte yerle bir edilmesi de aynı barbarlık tarihinin farklı epizotları olarak anlaşılabilir aslında ve ancak böyle bir okumayla tarihsel anlamına kavuşabilir.
Bu barbarlık tarihinin pek çok sayfasını atlayıp görmezden gelmek, hem ortak (Batı) medeniyeti yolundan sapmış, kopmaya çalıştığı insanlığın tek ve mutlak tarihsel akışına bedel ödeyerek dönmek zorunda bırakılmış, cebren yeniden yola sokulmuş/getirilmiş, kısa süreli medeniyet kaybından “özgürleştirilmiş” Almanya kurgusunun ayakta tutulmasının hem de bu barbarlık tarihinin sürdürülebilmesi yani başka muarızların da birer “suçlu” olarak yok edilebilmesi için gerekli tarihsel çerçevenin muhafaza edilmesinin tek yolu gibi durmakta. Bu barbarlık tarihi Gazze’de yaşananlarla an be an tanık olduğumuz üzere henüz nihayete ermiş değil.
- Bu tarihe hem acımasız bir fail hem de eline daha büyük suçlar işlemek üzere fırsat geçmeden işi görülen bir mağdur olarak karmaşık bir biçimde dahil olan Almanya’nın bu tarihle kurduğu çarpık ilişki de ortaya en ucube entelektüel sonuçları doğurmakta.
“İnsanlık” ve “medeniyet” adına gerçekleştirildiği söylenen Dresden bombardımanı, bugün bile İsrailli ve Amerikalı siyasetçi, demagog ya da gazetecilerin Gazze’yi bombalarken sürekli olarak atıf yaptıkları ve sürdürdükleri katliamı meşrulaştırmak için kullandıkları temel referans noktalarından biri. Nasıl II. Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı yürütülen kıyıcı ve yok edici, sivil asker ayırt etmeden salt imhayı amaçlayan hava saldırıları “insanlık” adına yürütüldüyse bugün Gazze’deki katliamların da insanlık ve Batı medeniyetinin selameti adına yürütüldüğü söyleniyor. İsrail’in yürüttüğü sınır tanımaz savaşın meşruiyeti Dresden’in bombalanmasına atıf yapılarak sağlanmaya çalışılıyor.12 Buradan bakıldığında Almanya hatırlama kültürünün üzerine kurulduğu ve sürekli hatırlamayı boşa düşüren amnezi daha da dikkat çekici hâle geliyor. Almanya’nın, Gazze’de gerçekleşen korkunç mezalim karşısında aldığı tavrı başka pek çok şeyle beraber biraz da Hamburg, Dresden ve küçüklü büyüklü neredeyse bütün Alman şehirlerinde yüzbinlerce kadın, çocuk sivilin ölümüne yol açan hava saldırılarını unutmak için bütün zihinsel ve ruhsal enerjisini harcamış olmasında, dolayısıyla yüzleşilmemiş ve yüzleşilmesi de zorla tutarlılık kazandırılmış kimliği ebediyen çatlatacağı için imkânsız hâle getirilmiş bu tarihsel travmada aramak gerekiyor belki de.
Dipnotlar:
1. W.G. Sebald, Hava Savaşı ve Edebiyat, Çev. Hulki Demirel, Can Yayınları, 2016
2. “Tarihçiler Tartışması” olarak çevirebileceğimiz bu ifade, özellikle söz konusu tartışmaya hasredilmiş bir terime dönüşmüştür ve bu sebepten de metin boyunca ifadenin Almanca orijinali kullanılacaktır.
3. Ernst Nolte, “Die Vergangenheit, die nicht vergehen will”, Frankfurter Allgemeiner Zeitung, 6 Haziran 1986 https://www.1000dokumente. de/index.html?c=dokument_ de&dokument=0080_ nol&object=translation&l=de (erişim 27.12.2023)
4. Jürgen Habermas, “Eine Art Schadensabwicklung”, Eine Art Schadensabwicklung - Kleine politische Schriften VI, Suhrkamp, 1987, s.15-159
5. Kutsal bir amaç için kendini kahramanca feda etmenin Batı kültüründeki prototipi Antik Yunan’daki Prometheus mitidir aslında. Bu mit 19. yüzyıla gelinceye kadar pek çok uğrakta yeniden yorumlanarak bütün bir Batı kültüründe derin izler bırakmıştır.
6. Bu dönüşümüm aslında 40’lı yıllarda örneğin Ernst Jünger’in düşüncesinde çoktan gerçekleştiği bile söylenebilir. Özellikle “Der Frieden” metninin tanık olduğu üzere, onun düşüncesinde bütün güçleri sahaya sürmeyi içeren bir savaş mantığından yavaş yavaş daha sonraki bir barış hasadı için katlanılması gereken korkunç bir eziyet ve yıkım olarak savaş görüşüne bu metinle bir dönüşüm gerçekleşmiştir mesela.
7. Dirk Moses, “Katechismus der Deutschen”, 23 Mayıs 2021 https:// geschichtedergegenwart.ch/ der-katechismus-der-deutschen/ (erişim 27.12.2023)
8. Aime Cesaire, “Discourse on Colonialism”, Monthly Review Press, 2001, S.36 vd.
9. Jürgen Zimmerer & Micheal Rothberg, “Enttabuisiert den Vergleich”, 4 Nisan 2021 https:// www.zeit.de/2021/14/erinnerungskultur- gedenken-pluralisieren- holocaust-vergleich-globalisierung- geschichte?utm_referrer= https%3A%2F%2F (erişim 27.12.2023)
10. Vincent Pecora, “Habermas, Enlightement and Anti-Semitism”, Probing the Limits of Representation: Nazism and the “Final Solution”, ed. Saul Friedlander, Harvard University Press, s.160
11. Carl Schmitt, Der Nomos der Erde, Greven Verlag Köln, 1950, s. 285-299.
12. “Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu; çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor.” İsmet Özel’in Habermas’ı Kosova Savaşı’na Nato müdahalesini savunduğu için eleştirmesi de bu bağlamda okunursa daha anlaşılır olabilir. Habermas’ın bu müdahaleyi savunduğu yazısının başlığı tek başına her şeyi açıklamaktadır aslında: Canavarlık ve İnsanlık (Bestialität und Humanität) Aynı Habermas’ın bugün Gazze’de gerçekleşenleri savunan ve meşrulaştırmaya çalışan tavrı pek çok kimse için şaşırtıcı gelmiş olabilir, fakat tarihsel süreklilik içinde bakıldığında Habermas’ın son derece tutarlı olduğuna da işaret etmek gerekir. İsmet Özel’in ilgili röportajı için bkz. İsmet Özel, Toparlanın Gitmiyoruz, Cilt 2, Tiyo 2023, s. 60.