Douala’daBir Yaz
Liman şehri İstanbul kışa girerken, bir başka liman şehri Doula’ya gittim, yazı geçirmek üzere. Yaz sıcağını severim ama rutubet bünyeme iyi gelmiyor. Douala’nın havası İstanbul’unkinin neredeyse üç katı oranında rutubetli. Bunu göze aldım, Afrika üzerine yakından tanımalara dayalı bir metin kaleme almadan ayrılmak istemiyorum dünyadan.
Duygusal, kolonyalistlere dönük öfkeyi içeren birçok metin yazabiliriz uzaktan ama yeterince tanımadan yapılan her türlü tanımlama bir sınırlama anlamına gelir.
Kamerun, Afrika’nın özeti bir ülke... Birkaç yıl önce belki bu temsil nedeniyle doğaçlama dâhil oldu bir romanıma. Şirin’in Düğünü’nde, gelecek güvencesi adına Fas’ta sevmediği bir işte çalışmaya mecbur olan Mete isimli bir karakter neticede bir zaviyeye kapanıyordu. Gariplerin Kitabı’ndaki zaviyeye kapanan bir aile reisine telmih var orada tabii, o sırada karısı ve çocukları ne yapıyorlardı acaba?
Mete, devam ediyordu arayışına ve Afrika köylerinde su kuyusu açan bir gruba katılmak üzere, Kamerun’a gidiyordu. 2012’de yazmaya başladığım bu romanda Mete’nin gideceği adres olarak Kamerun’u seçmemin belirli bir sebebi yok.
Türkiye’den çeşitli gruplar farklı Afrika ülkelerinde su kuyusu açıyorlar, Kamerun da bu ülkelerden biri. Hepsi teşekküre layık, temiz su olmadan sürmüyor hayat, fakat su kuyusu açanların daha sonra bu kuyuların takibini yapmalarının zorunlu olduğunu da öğrendim Kamerun’da. Köylü veya varoşlu insan, açılan kuyuyu diyelim ki pompası kırıldı, öylece bırakıyor ve körleşiyor kuyu. Afrika’da su kuyusu açmak sürekli bir çaba demek. Romanımı yazdığım dönemde gerçekleştirdiğim okumalarda Kamerun su kuyusu ihtiyacı açısından diğer ülkelere göre öne çıkmış olmalı.
Bu ülkede din ve köken değil, bölge çatışması huzursuzluk kaynağı. Ülke nüfusunun yarıya yakını Hristiyan, Müslümanların nüfusu da yüzde kırktan az değil. Ancak din farklılığı gerilim oluşturmuyor halk arasında. Bugün Kamerun ordusuyla ülkenin Kuzey-Batı Anglofon (İngilizce konuşulan) bölgesindeki yaşayan ayrılıkçı gruplar arasında çok sayıda cana mal olan sürekli bir çatışma yaşanıyor. 2017’de yayımlanan bir yazıda bu çatışmanın Ruanda Katliamı noktasına ulaşacağına dair bir uyarı vardı. Ülkenin Nijerya ile sınır bölgelerini ve sahil kesimini kapsayan Anglofon bölgesine ve geri kalan bölgelere hâkim Frankofon hâkimiyeti bitmeyen bir iç savaş tehdidinin sebebi. Sorun elbette kolonyalistlere ait iki dilin gündelik hayatta daha adil bir şekilde etkin kullanılması gibi bir başlığa indirgenemeyecek kadar derin olmalı.
Anglofonlar, ülkenin asıl zenginliğini teşkil eden üretimleri kendilerinin gerçekleştirdiği ve haksızlığa uğradıkları gerekçesiyle ayrılmak istiyorlar Kamerun’dan. 9 Şubat’ta gerçekleşen parlamento ve belediye seçimlerini de boykot ettiler, muhalefet partisi kendine has gerekçelerle bu boykota destek verdi.
Konu konuyu açıyor. Sonuçta nispeten derin bir öğrenme için Kamerun bir fırsat olarak çıktı önüme. Kış aylarının çoğunu sıcak bir ülkede geçirmek de hoşuma gitmedi değil. Eniştem Douala’da çalışıyor, kız kardeşim yılın büyük bölümünü orada geçiriyor. Onların evinde kalacaktım. Gittim ve yetmiş gün süren yoğun bir öğrenme yazının ardından, -bildiklerimi yeniden düşünmeye zorlayan- gözlemlerin etkisi altından döndüm İstanbul’un kış günlerine. Ansiklopedik bilgiler yerine şehirde dikkatimi çeken, beni sarsan birkaç hususun üzerinde durmak istiyorum bu yazıda.
Her şeyden önce karşıma çıkan iki güzelliği anlatmalıyım: mango ağaçları ve resim sokakları. Kaldığım ev Bonapriso semtinde bir sitedeydi. Siteden çıkıp sola dönünce yüz metre kadar sonra General De Gaulle Caddesi’ne ulaşıyordum. Markete ilk gittiğim gün ana caddede yürürken tam karşıda bir resim sokağı olduğunu fark ettim. Gidip görmek için motosiklet trafiğinin hafiflemesini beklemem gerekiyordu.
Bu şehirde ağır trafik diye bir şey yok, sadece hızla akan motosiklet taksilere karşı dikkatli olmalısınız. Kapkaç dikkati değil sözünü ettiğim, bazen uyaranlar oldu ama herhangi bir kapkaç teşebbüsüyle karşılaşmadım. Varoşların can simidi motosiklet taksiler çok fazla kazaya yol açıyorlar.
Hemen yüz metre ilerisinde başka bir resim sokağı daha var ama turistik, klişe Afrika imgeleri içeren resimler asılı orada, bir kez uğradım oraya sadece. İlk sokakta ise her gün aşina tabloların yanına yenileri de asılıyor. Ressamlardan biri mutlaka orada oluyor ve ilgileniyor gelenle. Jackyln isimli güler yüzlü bir kadın sokağın gediklilerine yemek servisi yapıyor. Christopher Deluge, Lan Mess, resimlerini en beğendiğim ressamlar, uğradığımda görüyordum bazen. Keşke daha derin konuşmalar yapabilseydik…
De Gaulle Caddesi üzerinde tersi istikamette ilerlediğimde sağda Maske Pazarı’na açılıyor yol. Caddenin en yaşlı iki mango ağacı orada karşı karşıya duruyor. Caddenin karşı tarafında bulunan Türk lokantası Lilas’ın önündeki mango ağacı daha yaşlı ve geniş bir alana yayılmış ve -lokanta yöneticilerinin anlattığına göre- kesilmediği takdirde kış mevsiminin ilk rüzgârlarında lokantanın tek katlı ön kısmının çatısı üstüne düşüp çökertebilir yapıyı. Maske Pazarı tarafında olan ağacın ilginç yanı ise oracıkta dinlenenler tarafından raf niyetine kullanılan oyukları.
Sıcak ve rutubetli hava yüzünden aynı gün içinde iki ziyareti gerçekleştirmekte zorlanıyordum doğrusu. Sağ tarafta dümdüz ilerlediğimde önce çiçekçileri görüyor, palmiye dal ve yapraklarından meydana getirdikleri şahane çelenkleri ve buketleri nasıl yaptıklarını izliyordum hayranlıkla. Bazen şaşırtıcı bir yel esiyordu kavşakta durduğum noktada, yaz mevsiminin ortasında olsak bile az ötesi okyanus ve kuzeyde, benim ülkemde kar soğukları kendini hissettirmeye başladı.
O kadar da kuzeyden gelmedim, yine de kendimi borçlu sayacak kadar kuzeydenim, musluğumdan sürekli su akıyor, hastalandığımda doktora gidebiliyorum, evimin hemen yanında sivrisinek yuvası iğrenç bir dere yok ve kendime ait kelimelerle konuşuyorum büyük ölçüde; az çok aktarılmış bir tarihim, dönemi yeniden anlamama yardımcı olacak başvuru kaynaklarım olduğunu düşünürüm, her şeye rağmen.
Burada neredeyse her kabilenin kendine ait bir dili varken, iki komşu köyde bile insanlar farklı dillerde konuşuyorken, şimdi bütün ülkenin gündelik hayatına Fransızca hâkim, kültürünün zevk ve estetikle ilgili bütün unsurlarıyla birlikte.
Daha önemlisi Kamerun çoğunluğun karnını zor doyurduğu ve kirli ortamlarda yaşadığı bir ülke. Bunca zengin bir tabiata ve değerli madenlere sahip bir ülkede yoksulluk nasıl değiştirilemez bir vaziyet olabilir? Burada ya tek tük zengin var ya da açlık sınırında ayakta kalma mücadelesi veren veya kendini akıntıya bırakmış yoksullar, arası yok.
Birkaç ayrıntı: Fernando Po, Kamerun’a ayak basan ilk Avrupalı; 1472’de gelmiş bu ülkeye ve muhtemelen Douala kıyılarına. Po’dan elli yıl kadar sonra ise Portekizli tüccarlar köle ticaretini başlatıyorlar. 1522’de şeker kamışı tarımı başlıyor, Hollandalı sömürgeciler 1600’de bölgeye gelerek köle ticaretini ele geçiriyor, 1700’de ise İngiliz misyonerler Hristiyanlığı yaymaya başlıyorlar.
Kolonyalistlerin beş yüz yıldan beri süren faaliyetlerinin özeti, kendi modernliğini tabii bir şekilde gerçekleştirememiş toplumlara has kesif bir çaresizlik hissi. Kırk yıldır kendilerini yöneten başkanları Avrupa ülkelerinde yaşıyor. Başkan Biya’nın güvenliğinin İsrail tarafından sağlandığı haberi yayımlandı geçtiğimiz günlerde, bunu Kamerun’da birçok kişiden duymuştum. Alıkonulmuş ve hiç aptal olmayan bir halk kuşkusuz kendi zamanını bekliyor.
Zenginlikleri yağmalanan bir ülke Kamerun, hangi Afrika ülkesi daha farklı ki... Maske Pazarı endüstriyel müzeciliğin henüz uzanamadığı bir saha değil, açlıktan kurtulmaya çalışan kırsal kesimden binlerce yıllık hazineler akmaya devam ediyor bu pazara, ancak kuşkusuz en kıymet verilenler çoktan taşındı.
Maskeler, tarihin başka türlü yazıldığı sayfalar. Garaudy’nin Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum’da anlattığına göre hidayet sürecinde yakaladığı işaretlerden biridir, bir Afrika maskesi. Sinema yapımcısı bir arkadaşının evinde verdiği davette gördüğü bir Guro maskesinin önünde düşüncelere dalar. O ana kadar sadece Avrupalı olarak bildiği kimliğine bu maske, hayatının başka dünyalara kapalı bilançosunu çıkarmayı ihtar etmiştir. Süreç ilerliyor. 1973 Nisan’ında Siyah Afrika’ya hareketi, sadece bir adım.
- Maske Pazarı’na ille de bir şeyler almak için değil, esnafla sohbet için de gidip geldim defalarca. Müslüman ve Hristiyan arkadaşlar edindim. Abiba, eşi, Rose, Patty, Hüseyin İbrahim... Bir tarafta Resim Sokağı, diğer tarafta Maske Pazarı, Afrika’nın dünü ve bugününde Fransızca konuşmadan da anlaşmayı mümkün kılan bir atmosfer sunuyor.
Maskeler Afrika’nın bildiğimiz yazıyla anlatılmamış uzak geçmişinin belgeleri. Derin Afrika hâlâ yaşayan varlığını bir kadınların elbiselerinde bir de modern ressamların eserlerinde ortaya koyuyor şimdi.
Hayat damarları kurumamış Afrikalılar, neye ihtiyaçları olduğunu ve kendilerine kimlerin engel olduğunu biliyor, zamanını kolluyorlar, çok can verdiler çünkü. “Afrika’da bir ülkeyi karıştırmak altı saat alır, ertesi sabah çatışma haberleri alırsınız” dedi bana Douala’da edindiğim arkadaşlarımdan biri. Yazacak ne çok şey var daha... Önümüzdeki aylarda devam edeceğim nasipse...