Dinî kurumların bir imajı var mı?

Dinî kurumların birçok noktada yaptıkları hizmetler bu imajın düzelmesine yahut kıymeti ölçüsünde değer görmesine sebep olamıyor. Yapılan eleştiriler ve ithamlar daha fazla karşılık ve taraftar buluyor.
Dinî kurumların birçok noktada yaptıkları hizmetler bu imajın düzelmesine yahut kıymeti ölçüsünde değer görmesine sebep olamıyor. Yapılan eleştiriler ve ithamlar daha fazla karşılık ve taraftar buluyor.

İslam’ın hem dinî hem de kültürel olarak etkinliği, bu toprakların insanlarının kimlikleriyle ayırt edilemeyecek ölçüde bitişiktir. On dört asırlık bu birikim, dünya hayatında temas edilmemiş bir nokta dahi bırakmayarak bütün mevcudiyetiyle günümüze gelmiştir. Bu birikim süreci boyunca müsbet ve menfi yorumların, eleştiriler ve ithamların öznesi olmadığı zaman neredeyse yoktur. Sadece gayrimüslimlerden değil Müslümanlardan da yorumlar, eleştiriler ve ithamlar görülmüştür. Bu insan doğasının bir sonucudur. Bu meseleye Osmanlı’nın ve Türkiye’nin modernleşme süreci ile paralel baktığımızda, değişim ve dönüşüm sürecine giren insanın dini tam olarak nereye konumlandıracağının kararsızlığıyla karşılaşırız. Doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’nin meseleleri bu kararsızlığın bir sonucudur. Bu kararsızlık da dinin Türkiye’deki gündemini daima diri tutmaktadır.

Yeni bir dilin inşası hiç şüphe yok ki yeni bir imajın da başlangıç noktası olacaktır.
Yeni bir dilin inşası hiç şüphe yok ki yeni bir imajın da başlangıç noktası olacaktır.

Gerek kamuoyunda ve gerek sosyal medyada belli başlı konular üzerinden daimî tartışmalar sürmektedir: Cemaatler, tarikatlar, hocalar (bilhassa medyatik olanlar), Diyanet İşleri Başkanlığı, şeriat ve bununla ilişkili olarak laiklik tartışmaları vs… Bu konular sıkça maruz kaldığımız tartışmalardan birkaç tanesi. Tartışmaların derinliği, ağırlığı ve tekabül ettiği noktalar ise ayrı bir mevzu. Sosyal medyanın gücünü ve kullanıcısını artırdığı ölçüde birçok şeyin görünürlüğü ve insanlara ulaşma hızı da artmış durumda. Bir hocanın yaptığı sohbet, vaaz kendi muhiti ile sınırlıyken sosyal platformlarla hem kendisi hem de mensup olduğu cemaat/tarikat daha görünür ve bilinir olmuştur. Bir tarikat şeyhinin yaptığı konuşmalar, bindiği arabalar, müritlerinin kendisine olan teveccühü insanların dikkatini daha hızlı ve kolay çekebilmektedir. Hatta dinî yapıların kendi içlerindeki güç ve meşruiyet mücadeleleri bu meselelere uzak insanların bile haberdar olduğu dedikodular hâline gelebilmiştir.

Çoğu insanın nazarında bir bilgi kaynağı olan sosyal medyanın tekdüzeliği ve bu mecralarda oluşturulan algılar, dinî kurumların ve mensuplarının çoğu zaman aleyhine işlemekte, imajlarını zedelemektedir. Öyle ki günümüzde Diyanet personelinin çoğu Diyanet’te görev yaptığını gizler duruma gelmiştir. Bu durum ne yazık ki genişletilebilir; bir ilahiyat öğrencisi okuduğu bölümü, bir cemaatin sohbetine giden kimse gittiği sohbeti, bir tarikata intisap eden ise aidiyetini gizleyebilmektedir. Bu zedelenmeyi izale edebilmek için bilgi kaynaklarını daha yalın ve yerinde kullanmak hem tarihteki hem de günümüzdeki örnekleri gündeme alarak sorgulayıp tahlil etmek gerekmektedir.

Belki de günümüzde insanların din ile ilgili problemlerinin çözümü yeni bir din dilini inşa etmekten geçiyor.
Belki de günümüzde insanların din ile ilgili problemlerinin çözümü yeni bir din dilini inşa etmekten geçiyor.

Bu noktada bir asır evvel Osmanlı’nın emperyal bir güç olmak isteyen İtalyanlara karşı mücadelesinde, sonrasında ise Millî Mücadele’ye doğrudan katkısı ve desteği olan Senûsiyye1 tarikatına dikkatlice bakmak gerekir. Bu tarikat, 19. asırda bir Osmanlı mülkü olan Kuzey Afrika’da Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin rehberliğinde kurulmuştur. Sadece dinî değil; siyasi, askerî ve sosyal bir yapıdır da. Bulunduğu coğrafyanın tamamına etki eden bu tarikat birçok noktada etkin bir role sahip olmuştur. Kuzey Afrika’da Osmanlı hâkimiyetinin zayıflaması ve bölgeden çekilmesi bazı eksiklikler ve sıkıntılar doğurmuştur. Bölgede İtalyan ve İngilizlerle mücadele eden Senûsîler, askerî ve diplomatik olarak Osmanlı’nın yokluğunu aratmayacak şekilde hareket etmişlerdir. 1901’de Fîzan’a sürülen Filibeli Ahmed Hilmi, sürgünde kaldığı süre boyunca Senûsîliği iyice tetkik etmiş ve gözlemlerini yazarak Senûsîler2 başlıklı bir risale meydana getirmiştir. Bu risalede Filibeli’nin vurguladığı en önemli husus, tarikatın kurucu şeyhi Muhammed es-Senûsî ve oğlu Muhammed el-Mehdî’nin gücü ve karakteri olmuştur. Bu gücü ve karakteri; ilm-i siyaset, üslup, yerinde ve zamanında hareket etmek oluşturmuştur. Öyle ki bir kervan Kuzey Afrika çöllerinde güvenli bir şekilde seyahat edebilmek için Senûsî zaviyelerinin verdiği “emân” a ihtiyaç duymuştur: “Kâfile- i ticâriyesinin hücum ve taarruzdan masûniyetini ârzû edenler zaviyelerden birer ‘emân’ alırlar. Dünyada kuvvetten başka hiçbir kânuna tâbî olmayan Tîbû, Tevârık vesâire gibi akvâm, Senûsî zâviyelerinin verdiği emâna fevka’l-had hürmet ü riâyet ederler.”3

Bu “eman”, bugüne uyarlarsak güçlü bir vize yahut pasaport hükmündedir. Bu, bir tarikatın toplum nezdindeki imajına dair önemli bir örnektir. Bir diğer örnek ise bizimle doğrudan irtibatı bulunan Senûsî tarikatının üçüncü şeyhi Ahmed Şerîf es-Senûsî’dir. Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgali sırasında tarikatıyla birlikte büyük bir mücadele vermiş, bu işgal sırasında İstanbul’dan gelen Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa gibi Osmanlı subaylarının riyasetinde Senûsî ihvanı eğitime tabi tutulmuşlardır.

Ahmed Şerîf es-Senûsî,4 Millî Mücadele hafızamızın en müstesna zatlarından birisidir. Sonrasında önce İstanbul’a ardından Bursa’ya yerleşmiştir. Bursa’da ikamet ettiği sırada Kuvâ-yi Milliye liderleriyle birtakım görüşmeler de yapmıştır. Şehrin işgal edilmesiyle birlikte Millî Mücadele’nin merkezi olan Ankara’ya geçerek mücadeleye katılmış, Anadolu’nun birçok şehrinde konuşmalar ve vaazlar vermiş, halkın bu mücadeleye katılmasında büyük bir rol oynamıştır. Millî Mücadele sonrasında bir dönem Adana’da da ikamet eden Ahmed Şerîf es-Senûsî, bir şehir dışı ziyareti sonrası Tarsus Tren İstasyonu’nda bizzat Mustafa Kemal Paşa ve eşi Latife Hanım tarafından da karşılanmıştır. Bu durum bir tarikat şeyhinin ve bir din adamının imajına dair bize bazı tutamak noktaları sunmaktadır.

Veled Çelebi.
Veled Çelebi.

Sosyal, politik ve hatta askerî meselelere karşı bakış, yaşanan süreçlerdeki sıkıntı ve problemlerde bir din adamının tavrının nasıl olması gerektiği üzerinden tekrar okunmalıdır. Benzer ve hatta aynı örneklere rastlamak için birkaç tarih kitabı karıştırmak yeterli olacaktır. I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele döneminde Türkiye’deki tarikatların, medreselerin, zaviyelerin ve bu kurumların müntesiplerinin takındıkları tavır ve ortaya koydukları imaj, tekrar bakılması gereken konular arasındadır. Savaş sırasında Mevlevîler, Yenikapı Mevlevîhânesi’ni yaralı gaziler için bir hastane, Galata Mevlevîhânesi’ni ise yardım paralarının toplandığı genel bir merkeze dönüştürmüşlerdir. Kendisi de bir Mevlevî olan devrin padişahı Sultan Reşat; “Mücahidîn- i Mevlevîye Alayı” kurulmasını emretmiş, bu alayı savaşın cephelerinden biri olan Filistin Cephesi’ne göndermiş ve sonrasında diğer cephelerde önemli görevler üstlenmişlerdir. Son dönem Mevlevî şeyhlerinden olan Veled Çelebi, hatıratında bu alaydan şöyle bahsetmektedir: “Sultan Reşad, Mevlevî olduğundan bir ‘Mücahidîn-i Mevlevîye Alayı’ teşkilini arzu etti. Mevlevîlere bir alay bayrağı ile bir kılıç gönderdi. Ben bu alayın kumandanı oldum. Konya’da toplandık Bektaşîler de Kafkas cephesine gittiler. (…) Mevlevî alayı trenle Şam’a geldi. Karargâhımız Cebel-i Lübnan’da idi. Burada talimlerimize devam ettik. Fakat harbe iştirak etmedik. Ordunun maneviyatını yükseltmek maksadıyla Mücahidîn-i Mevlevîye Alayı teşkil edilmişti. Cemal Paşa da bizim alayla meşgul idi. Üç sene Şam’da kaldık…”5

Bahsimize konu olan örnekler tarihin diğer durak noktalarında olduğu gibi pekâlâ günümüzde de görülebilir. 6 Şubat Depremleri sırasında İslâmî sivil toplum kuruluşlarının, cemaatlerin, tarikatların gösterdikleri özveri takdire şayandır. Birçok eleştirinin merkezinde olan cemaatler; Adıyaman’daki depremzedelere kendi özel konutlarını açmaları, arama- kurtarma faaliyetlerinde bulunmaları, barınma dahil diğer tüm ihtiyaçlarını karşılamaları gözden kaçırılmamalıdır.

Dinî kurumların yukarıdaki gibi birçok noktada yaptıkları hizmetler bu imajın düzelmesine yahut kıymeti ölçüsünde değer görmesine sebep olamıyor. Yapılan eleştiriler ve ithamlar daha fazla karşılık ve taraftar buluyor. Bu meselenin başlıca sebeplerinden biri yapılan işleri insanlara anlatabilecek bir üslup geliştirememek; bir diğeri ise yapılan güzel işleri tanıtacak kanalları kullanamamak. Belki de günümüzde insanların din ile ilgili problemlerinin çözümü yeni bir din dilini inşa etmekten geçiyor. Bu dili hem birebir ilişkilerde hem de sosyal medyada yaymak inşanın temeli olacaktır. Bu gerçekleşmediği sürece de din ile toplum arasındaki yarık kapanmayıp daha da açılmaktadır. Bu durum arkadaşlarımızla oturup konuştuğumuzda dahi çoğumuzun mustarip olduğu bir mesele. Yeni bir dilin inşası hiç şüphe yok ki yeni bir imajın da başlangıç noktası olacaktır.

1. Bk. Kadir Özköse, Libya’da Tasavvufî Hayat Senûsiyye Tarikatı (Kalem Yayınevi: İstanbul, 2019).

2. Bk. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler (Büyüyenay Yayınları: İstanbul, 2021)

3. Şehbenderzâde, Senûsîler, 58.

4. Bk. Emîr Şekîb Arslan, Senûsî’nin Son Yolculuğu, çev. Ahmet Hamdi Can, (Ketebe Yayınları: İstanbul, 2023).

5. Veled Çelebi İzbudak, Geçtim Hevesât-ı Dünyevîyeden, haz. Mustafa Kirenci, (Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul, 2024), 110.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım