Din, ilerlemeye engel midir?
Karabekir Paşa, Mahmut Esat Bozkurt’un TBMM kürsüsünden şöyle haykırdığını kaydediyor: “İslamlık terakkiye mânidir. İslam kaldıkça kimse yüzümüze bakmaz!”
Kâzım Karabekir, Cumhuriyet’in ilanından dört ay kadar önce (10 Temmuz 1923) Atatürk’ün kendisine şunları söylediğini aktarıyor:
Dini ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkûmdur. Dini ve namusu olanlar kazanamazlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir.1
Orhan Pamuk’un tam o yıllarda yükselişe geçen roman kahramanı Cevdet Bey de bize modern bir iş adamı olmanın “gelenekten kopuşu” gerektirdiğini söylüyor. Dönme Fuat Bey ile dostluğu Cevdet Bey'e “çok şey” kazandırmıştır. Tüccarlık gelenekleri olan Selanikli bir Yahudi ailesinden geliyor Fuat Bey; masondur ve Selanik'te geniş bir çevresi vardır.
Fuat Bey ile dostluk, Cevdet Bey'e, içine bir türlü giremediği İstanbul’un zengin ve ayrıcalıklı kişilerinin toplumsal hayatını, kenarında köşesinde dolaşıp durduğu seçkinler çevresini tanımak ve bu çevreye sokulmak fırsatını verdiği için çok faydalı ve öğreticidir. Cevdet Bey'i hürriyet konusundaki olumsuz düşüncelerden sıyırmak, ona Avrupa'daki gibi bir birey olmayı benimsetmek için epey uğraşır Fuat Bey.
Bütün bu köhne kurallar ve gelenekler yüzünden ticaretle meşgul olanlar senin, benim gibi Müslümanlar değil de, hep Ermeniler, Yahudiler, Rumlar. Bak ben bile tam Müslüman sayılmam. Sen tek başınasın!2
Geçen ay değindik: Weber teşebbüs ruhunu Protestanlığa hamlediyordu, Sombart Yahudiliğe. Maxime Rodinson, kapitalist zihniyet başka bir zihniyetten doğmamıştır, diyor; bir avuç insanda vardı o.
Sosyal, siyasi ve iktisadi şartlar bu zihniyetin belli bir uğrakta Avrupa ve Amerika'da gelişmesini sağladı. Avrupa dışı toplumların kapitalistleşme yönündeki teşebbüs gücünü kıran en büyük etken ise, bizzat Avrupa oldu.
Doğunun sanayi toplumuna geçmesine engel olan, Avrupa'nın daha önce kapitalizmi kurmuş olmasıydı.
Yahudi kökenli Marksist sosyoloğa göre Müslüman toplumlar kapitalizm için gerekli temel yapılara sahiptiler. “Belki konjonktürde bazı gelişmeler meydana gelse, bu yapılar Batı kapitalizmine benzer bir kapitalizm doğurabilirdi. Ama Avrupa'nın taarruzu sırasında bunlar yoktu, bunun için de kapitalizm dışarıdan geldi. Avrupa kapitalizmi gözle görülecek kadar üstündü. Ona ya boyun eğilecek ya intibak edilecekti. Ya teslimiyet ya taklit. Taklit güçtü. Çünkü iç yapılar elverişli değildi ve Doğu toplumlarının karar özerkliği yoktu. Kapitalistleşme ister istemez Batı hâkimiyetinin tehditkâr gölgesi altında olacaktı.”3
Felsefe, bilim ve kapitalizm
Çeşitli yönleri olan karmaşık bir olgudur kapitalizm. Filozof Whitehead’e göre kapitalizme giden süreçte belirleyici olan, bilimsel çabadaki yeni zihniyetti. Aklımızın metafizik varsayımlarını ve tahayyülî (imaginative) muhtevasını değiştiren bu zihniyet yeni bilim ve yeni teknolojiden bile çok önemliydi.4 Bilim tarihçisi Bernal, bu yeni zihniyeti şöyle açıklıyor:
- “Bilgi, bugün ve geçmişte olduğu, kıyamete kadar da olacağı hâliyle, insanın dünyayla uzlaşmasının bir aracı olmaktan çıkartılıp, ebedî yasalarını tanımak suretiyle Tabiatı denetim altına almanın aracı hâline getirildi. Bu yeni tavır maddi zenginliğe karşı yeni ilginin bir ürünüydü ve bilginlerde zanaatkârların işlerine karşı yeni bir alaka uyandırdı.”5
Avrupa dışı toplumlara görece yabancı olan, belki bu zihniyetti. Bilim ve düşünceyi ticarete bu derece alet etmek, onur kırıcıydı sanki. Osmanlıların da böyle bir çabayı değerli bulması güçtü.
Şerif Mardin, Osmanlı devlet adamlarının uzun zaman yapamadıkları “fikrî atlama”yı benzer bir bağlamda tanımlıyordu:
Harbe dayanan, vergi toplama üzerine kurulu bir iktisadiyat konseptinden vazgeçip, sabit bir alanda verimliliğin arttırılması esasına dayalı yeni bir iktisadi anlayışa geçmemiş olmak.6
Bu fikrî atlamayı gerçekleştirememiş olmaya bir de yabancı ülkelere karşı avantajlı bir dış ticaret politikası geliştirememiş veya Rodinson’un işaret ettiği gibi “Avrupa'nın baskısı altında bu tür politikaları uygulayamamış olmayı” eklediğimizde, bizde teşebbüs ruhunun neden güdük kaldığı anlaşılmış olur. John MacGregor 1844'te Osmanlı dış ticaret politikası karşısındaki şaşkınlığını şöyle dile getiriyordu:
- “Osmanlılar ticari düzenlemelerinde, ülkeyi zenginleştirme hususunda İspanyolların düştüğü hatanın tam tersine düştüler. İspanya kendi kolonilerinden başka hiçbir ülkenin ürettiği malı ülkeye kabul etmiyorduysa, Türkiye hiçbir şeyin ülke dışına çıkmaması ve her şeyin serbestçe kendi egemenliği altındaki ülkelere akmasına izin vermesi suretiyle müreffeh ve kudretli olmak gibi hayalperest bir fikre kapıldı. Türk hükûmeti müsamaha ve konukseverlikle limanlarını bütün ülkelerin ticaret mallarına açıyordu.”7
İşte Orhan Pamuk’un kurgu kahramanı bütün bu olumsuzluklarla savaşmak, maliyeti ne olursa olsun, Türkiye’ye kapitalist bir girişimci kazandırmak istiyordu. Bu romanı, tam da dünyada sosyalist blokun çözüldüğü, eski toplumcu sistemlerin liberal-kapitalist düzenlere doğru yelken açtığı günlerde okumaya başlamıştım. Seksenlerin ortalarında araştırma müdürü olduğum TURKTRADE heyetleriyle Moskova, Bükreş gibi şehirlere seyahat ettiğimizde, en değerli iki nesnenin sigara ve ciklet olduğunu görüyorduk.
Moskova’da bir paket Kent veya Marlboro ile en lüks arabayı durdurup şehir turu atabilirdiniz. Şimdiki kuşaklara masal gibi görünecek olan bu gerçekliğin arkasında, kapitalist sistemin tüketim maddelerine karşı derin bir açlık yatıyordu.
Eski sosyalist ülkelerde halk iki yere hücum etmeye başlamıştı: Alışveriş merkezleri ve kiliseler. Mide ve kalp beraber çarpıyordu.
Böyle bir ortamda din ve kapitalizm tartışmasının yeniden alevlenmesi kaçınılmazdı. Kapitalizmin Yahudilik ve Protestanlıkla tarihsel bağları çok konuşulmuş fakat Katoliklik ve Ortodoksluk ile ilişkisi görece gözardı edilmişti. Bir de sosyalizm meselesi vardı, pek tabii. Peter Berger'in deyişiyle, “Batı'nın entelektüel tahayyülüne musallat bir rüya” olarak sosyalist vizyon, sadece yaşadığımız çağa özgü değildi. Sosyalizmin kökleri, Batı'nın ahlaki geleneklerinin türetildiği ilk devir Musevi ve İsevi kültürlere kadar geri götürülebilirdi.
Bu ideolojinin çekiciliği büyük ölçüde onun cemaatçi toplum tasavvurunda yatıyor ve bu tasavvur “zenginliğin adil bölüştürülmesiyle” ilgileniyordu. Modern zamanlarda birçok dindar veya hümanist düşünürün, yönelimleri bakımından antikapitalist olmaları ve bu sebeple sosyalizme meyletmeleri hiç şaşırtıcı değildi. Latin Amerika'da Marksizm’in Hıristiyani biçimi diyebileceğimiz, Katolik esaslı bir Özgürlük İlahiyatı (Liberation Theology) geliştirildi. Katolikliğin kapitalizme engel olup olmadığı ABD’de bile tartışma konusuydu.
Katoliklik ve Kapitalizm
O günlerde Peter Berger'in derlediği bir kitaba8 katkıda bulunan George Weigel, zengin Amerikan Katoliklerinin kendilerini nasıl algıladıklarını ve bağlı bulundukları kiliselerin onların konumlarını anlamlandırmada nasıl zaaf içinde olduğunu belagatle dile getiriyordu.
Weigel, önce Matta İncili'nden bazı ayetler zikrediyordu: “Hazinen nerede ise, kalbin de orada çarpacaktır” (6: 21). “Ve İsa şakirtlerine dedi: Doğrusu size derim ki, zengin adamın göklerin melekûtuna girmesi zordur. Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Allah'ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır. Ve bunu işitince, şakirtler ‘Öyleyse kim kurtulabilir?’ diyerek çok şaştılar. Ve İsa onlara bakıp dedi: ‘İnsanlar indinde bu imkânsızdır fakat Allah indinde her şey mümkündür’” (19: 23-26).
Weigel'in sorusu şuydu: Başarılı Katolik iş adamının konumu, dinî otorite tarafından doğru anlaşılabiliyor ve meşru görülüyor mu? Bunların girişimci enerjileri sayesinde binlerce insan iş imkânı buluyor, vergileriyle devlet harcamaları yapılıyor, hayır kurumlarına yönelik faaliyetleriyle toplumsal faydaya önemli katkılarda bulunuluyor. Peki bu insanların Katoliklikleri bütün bunlar hakkında ne söylüyor? “Doğrusu, pek bir şey söylemiyor. Hatta, bunu kendine pek dert etmediğini bile söylememiz mümkün.” Tabiatıyla bu durum Amerikan Katoliklerini “iki arada bir derede” bırakıyordu. Weigel, tebliğinin başında Matta İncili'nden şu çarpıcı meseli naklediyordu: “Çünkü [Allah'ın melekûtu], başka bir ülkeye giderken hizmetçilerini çağırıp mallarını onlara teslim eden adam gibidir.
Birine beş, birine iki, birine de bir lira (talent) olarak, kabiliyetine göre her birine ayrı ayrı verdi ve yola çıktı. Beş lira alan hemen gidip onlarla ticaret etti, beş lira daha kazandı. İkiyi alan da böylece iki lira daha kazandı. Biri alan ise, gidip toprağı kazdı, efendisinin parasını sakladı. Ve uzun bir zaman sonra, efendi geldi ve onlarla hesap gördü. Beş lira alan gelip beş lira daha getirerek dedi: ‘Efendi, bana beş lira verdin; işte, ben beş lira daha kazandım.’ Efendisi ona dedi: ‘Aferin, iyi ve sadık hizmetçi; sen az şeyde sadık oldun, seni çok şeyler üzerine koyacağım; efendinin şenliğine gir.’ İki lira alan da gelip dedi: ‘Efendi, bana iki lira verdin; işte, ben iki lira daha kazandım.’ Efendisi ona dedi: ‘Aferin, iyi ve sadık hizmetçi; sen az şeyde sadık oldun, seni çok şeyler üzerine koyacağım; efendinin şenliğine gir.’ Ve bir lira almış olan da gelip dedi: ‘Efendi, ben senin ekmediğin yerden biçer, saçmadığın yerden devşirir sert bir adam olduğunu bilirdim. Ve korktum, gidip senin liranı toprakta sakladım; işte, malın sende!’
Fakat efendisi cevap verip ona dedi: ‘Kötü ve tembel hizmetçi, benim ekmediğim yerden biçtiğimi, saçmadığım yerden devşirdiğimi bilirdin. Paramı bankacılara vermen gerekti; gelince faiziyle geri alırdım. Bundan dolayı, lirasını ondan alıp, on lirası olana verin. Çünkü her kimin varsa, ona verilecektir; kimin yoksa, elinde olanı bile alınacaktır. Ve işe yaramaz hizmetçiyi dış karanlığa atın; orada ağlayış ve diş gıcırtısı olacaktır.’” (25: 14-30).
Bu mesel ışığında Amerikan Katolikliğinin üç yüz yıllık tarihini tahlil eden Weigel, şu neticeye varıyordu: “Katolik sosyal düşüncesinin teolojik nüvesinde servet kazanma ahlakının gelişimini engelleyen hiçbir şey olmadığı gibi, onu muhtemelen teşvik eden bir öz vardır. Çağdaş Katolik teolojisinin ilahi yaratıcılık ile beşerî yaratıcılık arasındaki benzerliğe dair vurgusu böyle bir ahlakın gelişimi için önemli bir teolojik temeldir.”
Katolik bilginin bu yöndeki fikirleri bana Heidegger'in modernlik yorumunu hatırlattı. Modernliği nihilizm temelinde açıklamaya çalışan varoluşçu filozof, nihilizmin teşrihini yaparken şöyle diyordu: “Nihilizm, Batı tarihinin temel hareketidir... Tanrı'nın ve Kilise öğretisinin yerine aklın otoritesi geçer. Dünyadan duyuötesine kaçış, yerini tarihî ilerlemeye bırakır. Uhrevi sonsuz saadet gayesi, en büyük sayının dünyevi mutluluğuna dönüşür. Din kültünün dikkatli muhafazası ise bir kültür yaratma veya medeniyeti yayma coşkunluğu içinde yumuşatılır.” Ve Heidegger, Weigel’den kırk yıl kadar önce, dini dünyaya uydurmanın içyüzünü teşhir ediyordu: “Daha önceleri Kutsal Kitap'ın Tanrı'sının emsalsiz özelliği olan yaratıcılık, beşer faaliyetinin ayırt edici işareti olur. Beşerî yaratıcılık sonuçta ticari işletmeye geçer.”9
Böylece Katolikler de en az Protestanlar kadar “yaratıcı” olduklarını, kendilerine de sosyologlar tarafından “en kapitalist mezhep” ödülünün verilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Müslüman ulema bu hususta mütereddit davranmış olmalı ki, Karabekir Paşa, Mahmut Esat Bozkurt’un TBMM kürsüsünden şöyle haykırdığını kaydediyor: “İslamlık terakkiye mânidir. İslam kaldıkça kimse yüzümüze bakmaz!”10
1. Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, İstanbul: Tekin, 1993, s. 82-3.
2. Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Can, 1986, s. 42.
3. Maxime Rodinson, İslam ve Kapitalizm’den Cemil Meriç, Kırk Ambar, Cilt 2, İstanbul: İletişim, 2014, s. 277.
4. A. N. Whitehead, Science and the Modern World, New York: The Free Press, 1967 (1925), s. 2.
5. J. D. Bernal, Science in History, London: MIT Press , 1971, 2. cilt, s. 375.
6. Şerif Mardin, Siyasal ve Sosyal Bilimler: Makaleler 2, İstanbul: İletişim, 1990, s. 46.
7. Charles Issawi, An Economic History of the Middle East and North Africa, New York: Columbia University Press, 1982, s. 17.
8. Peter Berger (ed.), The Capitalist Spirit: Toward a Religious Ethic of Wealth Creation, San Francisco: ICS Press, 1990.
9. Martin Heidegger, The Question Concerning Technology and Other Essays, New York: Harper , 1977 (1952), s. 64.
10. Uğur Mumcu, a.g.e., s. 86.