Dijital dünya psikolojimizi yeniden formatlıyor
Sanal dünya uzun bir zamandır gerçek hayatımıza eklemlenmiş durumda. Bu ikili denge kimi zaman hepimizi zorluyor. Bazen terazinin diğer tarafında daha fazla zaman geçiriyoruz. Bunun yanında gerçek hayatta sahip olamadıklarımıza, sanal dünyada da sahip olabilmemiz o dünyadaki ilişki biçimlerini değiştiriyor. Gerçek hayatta davranışlarımızı sınırlandıran toplumsal kurallar sanal dünyada rafa kalkıyor. Tehditler, ağır hakaretler o dünyanın ilişkilerinde âdeta normal. Kendisi gibi düşünmeyenleri de düşman ilan etmek, linç etmek işten değil. Peki bu durumu nasıl yönetebiliriz? Eskiden sadece rüyalarımızda yapabildiklerimizi şimdi sanal dünyada da yapmaya çalıştığımıza dikkat çeken psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Erol Göka ile “sosyal medyada öteki olmayı” masaya yatırdık.
Geçtiğimiz ay tüm ülke için önemli bir seçimi arkamızda bıraktık. Seçim sürecinin sosyal medyadaki yansımaları çok konuşuldu. Özellikle seçim sonuçları sonrasında yapılan bazı paylaşımlar şaşırtıcıydı. Bunlar ötekini yok sayan, başka bir düşünceye imkân tanımayan hatta tehdit içeren paylaşımlardı. Gerçek hayatta birlikte otobüse bindiğimiz, komşuluk yaptığımız, farklı düşünsek de saygı çerçevesinde iletişim kurduğumuz-kurabildiğimiz insanlar nasıl oluyor da sanal dünyada, sanal iletişim içinde farklı şekilde davranmaya başlıyor?
Öncelikle söyleyeyim “sanal dünya”, “sanal âlem” sözlerini seviyorum çünkü artık sanallıkla beraber yepyeni bir yerde yaşadığımızı, yeni denizin balıkları olduğumuzu bilerek hareket etmemiz gerektiğini gayet güzel anlatıyorlar. Sorunuza gelince: Modernlikle birlikte teknik, giderek insandan ve hayattan özerkleşti, sistematik bir hâl aldı teknolojiye dönüştü, “araçsal akıl”her şeyin önüne çıktı ve hatta kendisini bilimin, aklın kendisi diye sunmayı başardı. Teknolojiyi sadece hayatımızı kolaylaştıran alet, edevat diye görmeyin. Kullandığımız teknolojik ortamın hususiyetlerine uygun bir biçimde hissediyor, düşünüyor, akıl yürütüyoruz. Modern zamanlarda keşfedilen her aletle, aygıtla birlikte zihinlerimiz, düşünce ve davranış şekillerimiz de yeni bir çerçeve kazandı. Nasıl tüfek icat olduğunda mertlik bozulduysa saat, buharlı motor, nükleer silahlar keşfedildiğinde de psikolojimiz ona göre biçim değiştirdi.
Teknoloji, dünya görüşümüz üzerinde böylesine etkinse acaba içinde balık misali yüzdüğümüz teknomedyatik dünyada hâlimiz nicedir? Eskiden teknolojiyi kullanırdık, şimdi bizatihi içinde yaşıyoruz. Biz istesek de istemesek de dijital dünya bizi, zihnimizi, psikolojimizi yeniden formatlıyor.
Sanal iletişim, yüz yüze iletişimden çok farklı. Sanal iletişim sırasında elbette bilincimiz yerinde, aklımız başımızda ama yüz yüze iletişimde olduğu gibi direksiyon bilincimizde değil, psikolojimizin ilkel ve çocuksu derin katmanlarında. En nihayetinde karşımızda kanlı canlı bir insan değil de makine olduğunu gördüğümüzden, içimizdeki çocuk nasılsa kimsenin bizi görmeyeceğini fısıldayıp durduğundan olsa gerek, psikolojimizin ilkel yanları hemen devreye giriveriyor. İnternetteki sanal ortamda süzgeçten geçmemiş, hemen doyurulmak isteyen ham arzu ve dürtülerimiz, hayallerimiz ve fantezilerimiz çok etkinler. Zaten rüyaya benzeyen, kaba fizik kuralların ortadan kalktığı bu ortamda, rüyada gibi yaşamanın, hayallerimizi gerçekleştirmenin yollarını ararken buluyoruz kendimizi. Bizi bunaltan gündelik hayatın sıkıntılarından, rutinin boğuculuğundan kendimizi sanal âlemin fantastik kollarına atarak kurtulmak istiyoruz.
Sanallık sayesinde, benliğimizin arzularımızı denetleme işlevi kolayca devre-dışı bırakılabiliyor, psikolojimizin farkına varmadığımız derin katmaları işin içine katılıyor. Bu derin katmanlar arzularımızın, dürtülerimizin, duygularımızın en ham, en işlenmemiş, denetim süzgecinden geçmemiş yanlarımızı barındırıyor. O yüzden normal zamanda yapmayacağımız saçmalıklara daha teşne oluyoruz. Âdeta çocuklaşıyoruz.
Çocuklaşmamızda, çocukluğa sığınmamızda bir beis yok ama bu sırada başka bir şey daha oluyor, denetim sistemimiz de çocuklaşıyor. Psikolojimizin fren mekanizmaları burada pek işe yaramıyor. Engellenme eşiğimiz düşüyor. Hayal ne kadar gündemdeyse, hayal sistemi ne kadar ön plandaysa hayal kırıklıkları da aynı ölçüde güçlü biçimde kendisini hissettiriyor. Her zamankinden çok daha fazla alıngan oluyoruz. Aniden parlayıverme, içimizden geçenleri sonuçları ne olacak hiç düşünmeden söyleyiverme, küfür etme ve cinsel temalı konuşma her an gündeme geliverecek olgular. En sakin olanlarımızın bile, bir hınç ve öfke yumağı hâline gelmesi, şaşırtıcı değil. Tüm bunlar nedeniyle sanal ortamlarda tartışmalar, gündelik yaşamdan çok daha fazla kavgaya dönüşüyor; kavga bir kez başladığında bir türlü durdurulamıyor. Karşımızdaki insanın yaşadığı acıyı, sıkıntıyı, bizim ona verdiğimiz zararı görmediğimizden kendimizi durdurma gereği de duymuyoruz.
Sosyal medyadaki hâlimizi rüya hâline benzettiniz. Bu benzerliği nasıl kuruyorsunuz?
Tıpkı rüyalarımızda, hayallerimizde olduğu gibi siber-alanda da fiziksel kurallar kalkıyor. Fiziksel mekânı hiçe sayarak çok uzaklardaki insanlarla iletişim kurmamız mümkün hâle geliyor. Aynı anda hem orada hem burada olabiliyor, yüzlerce kişiyle etkileşime geçebiliyoruz. Kendimizi dilediğimiz biçimde sunabiliyor, gerçekle hiç alakası olmayan biçimde gösterebiliyoruz. Dilersek cinsiyetimizi bile değişik göstermemiz mümkün, hatta hem erkek hem kadın, bazılarına erkek bazılarına kadınmış gibi davranmamız imkân dâhilinde. Sanal âlemde, her türlü kimlik atraksiyonu serbest… Rüyalarımızda bile kendimizi tam istediğimiz gibi inşa edemeyiz, zira rüyalarımız bizim olmasına rağmen, neyi, nereye yerleştireceğimize, imgelerin nasıl dağılım ve akış göstereceğine karar veren biz değiliz ama sanal âlemde sadece istememiz yeterli. Tabii tam böyle değil. Orada tamamen bu sistemi işletenlerin ellerine düşmüş durumdayız ama bize böyle hissettiriyorlar…
Her ne kadar sanal olan psikolojimize benziyorsa da ipler tam olarak bizim elimizde değil. Rüyalarımızı, anılarımızı bizden başka kimse sahiplenemez ama sanal dünyanın büyük arşivi kimlerin elindeyse, oradaki kayıtlarımızın ne zaman, nasıl, ne şekilde kullanılacağı bizden ziyade onlara bağlı… Tahakkümün teknomedyatik dünyadaki hâlleri, burada yuvalanmış vaziyette.
Kapitalizmin tüketime dayalı olma özelliği, bu dönemde öylesine genişliyor ki, artık sadece bilinçli biçimde karar verdiğimiz ihtiyaçlarımız değil bilinçdışındaki arzu akışımız da metalaştırılıyor. Neyi arzulamamız gerektiğini de “onlar” belirliyor. Psikolojimizin en derin katmanlarını işin içine katıyorlar. “Pazarlama” durduk yerde yeni bilgi dalı olarak yükselmiyor, bilinçaltına seslenmeyi hedefleyen satış taktikleri üzerine bunca yayın boşuna yapılmıyor. Enformasyon teknolojileri ve sanallık, bu denli hayatımıza girmeseydi, “satıcılar”ın arzu akışımızla böylesine hadsizce oynamaları mümkün olmayacaktı. Bunları fark ettiğimden beri, önceleri sosyal medyanın insan iletişiminin, etkileşiminin artmasına ve dolayısıyla demokrasiye katkıda bulunduğunu düşünürken bu fikrimden büyük ölçüde vazgeçtim. Sanal ortamdaki iletişim gibi demokratik görünüm de hayli sorunlu ve değerlendirmeye muhtaç.
Hiper-gerçekliği hesaba katmalıyız
Sosyal medya algoritması nedeniyle kendimiz gibi düşünen insanlarla hızlı biçimde çoğunluğu oluşturabilir, kitle olarak hareket edebilir, fanatizm noktasına gelebilir, bu aşamada farklı düşünen insanları görmemiz, anlamamız imkânsızlaşabilir. Peki sosyal medya sürekli kendimizi, kendi düşüncelerimizi izlediğimiz bir alan olma haliyle bizim psikolojimizi nasıl etkiliyor?
Tamamen sizinle aynı fikirdeyim. Sosyal medyada yepyeni iletişim kanalları var doğru ama biz de o kanallarda hareket etmeye, oranın görünen/görünmeyen kurallarına uymak zorunda olan balıklar gibiyiz, sosyal medya ağına takılmış balıklar...
Bakın, televizyona çıkan birisinin zihninde olduğu gibi sanal ortamdaki insanların zihninde de hayali bir kitle meydana geliyor. Ancak televizyon çekimi sırasında ortada kurmaca bir sahne ve çekim ekibi olması, izlendiğini düşünen insanın daha temkinli davranmasına ve kendine çekidüzen vermesine neden olurken televizyondan farklı olarak sanal ortamda bunların olmaması, bizi hayalimizdeki kitleye katıyor, kitleselleştiriyor. Televizyonda milyonlar bizi izliyor hissini yaşıyorken internette bu hisse ilaveten milyonların içinden bir tanesi gibi hissediyoruz ve daha kalabalık olursak bizi daha çok göreceklerini ve sesimizin daha çok duyulacağını sanıyoruz.
Farkına varmadan veya gayet bilinçli bir biçimde “sanal cemaat” üyesi oluveriyoruz. Gücümüzü göstermek ve arzu tatmini, peşi sıra devreye giriveriyor. Oluyor bizim internet sahası, bir gladyatörler arenası...
Peşinden, beklenen oluyor: “Haydiiii, hurrrraaaa!!!”
Bir de “hiper-gerçeklik” denilen olguyu hesaba katmalıyız... Dünyanın ve tarihin hiçbir döneminde insanları, şeyleri, mekânları hiç bu kadar büyük boyutlarda ve hızlı bir biçimde izlemedik. Bugün, bir arkadaşınız neredeyse yüzünüzün hücrelerini tek tek görebilir. Ya da sizin bir afişinizi öyle bir büyüklükte yaparız ki bütün bir gökyüzünü baştanbaşa kuşatılabilir. Görüntüleri, gerçekliği böylesine değiştirme şansımız var. Görüntülü konuşmalarımızda da oradaki bizim görüntümüz, ama sadece görüntümüz, varlığımızın tamamı değil. O da biziz ve o anlamda gerçeğiz elbette ama bu iletişim tarzında bilmediğimiz birçok yeni şey olup bitiyor ve “sanal iletişim” dediğimiz şey, yüz yüze ve birbirimizi görerek yaptığımız iletişimden çok farklılaşıyor.
Bu iletişim biçmine yakın olmadığımız için mi zorlanıyoruz?
Sanal iletişim, anlatmaya çalıştığım gibi rüyalara benziyor. Yani eskiden rüyalarda yapabildiğimize benzer bir şeyi, şimdi gerçek hayatta yapabiliyoruz. İnsanlık tarihi, böyle bir iletişim tarzını hiç bilmiyordu, son otuz yılda gündeme geldi. Bugün mekân ortadan kalkmış vaziyette. Dünyanın her yerine iletişim sağlayabiliyor ve inanılmaz bir hızla bağlanabiliyoruz. Eskiden mektup yazardık, yazdığımız mektubu Amerika’ya bir haftada gönderir, cevabını ise on beş günde alırdık. Bu bile normal iletişime yakın bir tarzdı. Daha eski zamanlarda bunu sağlama imkânımız yoktu. Yani Amerika henüz keşfedilmemişti ve bu nedenle oradaki insanlarla bağlantı kuramıyorduk. Şimdi dünyanın her yeri ile bağlantı imkânımız var. Bu yepyeni bir duruma neden oluyor, binlerce insanı takip edebiliyoruz, gerekli atraksiyonları beceriyle yapabilmişsek binlerce kişi bizi takip edebiliyor. Şimdi sosyal sitelere yazdığınız bir cümleyle sizinle normal sohbetimdeki duygu ve heyecan aynı olabilir mi? Elbette olamaz. Peki ama bu gerçek mi? Evet, gerçek ama farklı bir gerçek. Peki, bu yeni iletişim hâli, eski geleneksel bilgimizle örtüşüyor mu? Hayır, örtüşmüyor. Bu nedenle de bu yeni denizi tanımıyoruz. Bu denizde yüzüyoruz, fakat denizde neyle karşılaşacağız, bu deniz nasıl bir denizdir, birbirimize nasıl bir etkide bulunuyoruz, bilmiyoruz. Facebook’ta yaptığınız bir beğeni ya da gönderdiğiniz bir fotoğraf, insanlarda nasıl bir etki yapar ve bu işler nereye kadar gider bilemiyoruz.
Bütün bu olup bitene sosyal medyadaki bilgi akışını kendi lehlerine çevirmek için örgütlenen trolleri, ideolojik ve siyasi fanatikleri eklerseniz, sosyal medyadaki sanal iletişimin tuhaflığı ayyuka çıkıyor. Bilgilenmeye değil kandırılmaya ve kanmaya dayalı bir iletişim ortamıyla karşılaşıyoruz.
Bu ortamda paranoyakların şüpheciliği, teşhirden hoşlananların teşhirciliği artıyor, sosyal fobikler, çekingenler, sosyal medya ortamlarında cengâver kesilebiliyor. Kendini başka türlü sunmayı becerenler, kandırılmaya müsait olanları kandırıyorlar.
Gerçek kişilerle iletişim kurduğumuzda muhatabımızın mahremiyetine saygı göstermek konusunda iyiyken, sanal dünyada sınırlar geçirgen hâle geliyor. Kişilik hakları unutuluyor, hakaret ve küfür eden bir profil “sevimli” bulunabiliyor hatta akım oluşturabiliyor. Sosyal hayatta kullandığımız sınırlar sanal dünyada nasıl ve neden ortadan kalkıyor?
Enformasyon teknolojilerinin inşa ettiği sanallık, tıpkı rüyalarımız, hayallerimiz gibi... Sanıyorum bu metaforu ilk ben kullandım ama insan psikolojisinden biraz anlayan birisi olarak çok kullanışlı olduğunu düşünüyor, o yüzden tekrar edip duruyorum. Zira sosyal medyayla ilgili her sorunun cevabını vermek kolaylaşıyor.
İnternette bir yandan her şey gerçek, gördüklerimizin var olduklarını, orada olduklarını, bizim bir parçamız olduklarını biliyoruz ama tanımlamakta çok zorlanıyoruz, anlıyoruz ki bu gerçek, bizim bildiğimiz gerçekten hayli farklı. Nasıl rüyalarımızda, hayallerimizde bizi, içimizi dışa vuran bir ayna özelliği varsa, bizi içine alan, etkinliklerimizi sergilediğimiz sanallık da bizi yansıtıyor… Rüya nasıl psikolojimizin nispeten özerk bir parçası ama en nihayetinde bizimse, kendi siber-alanımız, daha doğrusu siber-alanda gezinen etkinliklerimiz de psikolojimizin devamı… O yüzden bilgisayar, akıllı telefon gibi aygıtlara, “yeni uzuv”, “protez” diyorlar.
Hâl böyle olunca her şeyi âdeta varoluşumuza ilave olan bu yeni uzvumuzla algılıyoruz. Biz internet ortamını tüm diğer şeyleri olduğu gibi beş duyumuzla algıladığımızı sanıyoruz ama bu doğru değil. İnternet ortamı bizim algılarımızı belirliyor. Nasıl rüyada beş duyumuz ve psikolojik fren sistemimiz, uyanık hayatın mahremiyet kuralları kalkıyorsa, sosyal medyada bulunduğumuz sırada da aynı şey oluyor.
Buraya kadar sosyal medya ve rüya benziyor ama sonrasında işler değişiyor. İnsan rüyadan uyanır, bilinçli hayata döner ve işine gücüne bakar ama internetten ve sosyal medyadan uyanış yok ki... Endişem, bir süre sonra sosyal medyadaki kuralsızlığın gündelik hayatımızda da kendisini göstermesi, hâkim hâle gelmesi...
Farklılıklarımız kaybolacak
Türklerin Psikolojisi, Türk’ün Göçebe Ruhu, Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm gibi önemli çalışmalarınız var. Sizce sosyal medyada gösterdiğimiz tepkiler, tarihsel psikoloji bakışıyla değerlendirilebilir mi? Bu değerlendirmede karşımıza nasıl sonuçlar çıkar?
Çok zor bir soru. Âdeta yüz puanlık uzman sorusu… Artık bireysel ve sosyal psikolojilerimizin internet ve sosyal medya ortamında bambaşka olduğunu, bu durumun da yepyeni zihin işleyişleri ve sosyallikler yarattığını biliyoruz. Peki, kolektif ve tarihsel psikolojimize n eler oluyor tüm bunlar olup biterken? Sosyal medya ortamlarında farklı tarihsel psikolojilerden gelen, farklı ana dillere sahip olan insanlar farklı bir iletişim tarzına sahipler mi? Bilmiyorum… Ancak şunu söyleyebilirim: Modernlik, en nihayetinde farkları silmeye, herkesi eşitlemeye doğru ilerleyen bir süreçtir. Her ne kadar post-modern zamanlarda buna bir itiraz olduğu, farkın daha önce çıkmaya başlandığı söylense de bunun pek doğru olmadığını, daha doğrusu sadece cinsiyet, aile, devlet, toplum gibi geleneksel yapıları yıkmak için oluşturulmuş küreselci siyasi bir propaganda malzemelerinde başka bir anlama gelmediklerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Kendi adıma -zenginlerle hiçbir şeyi olmayan, oradan oraya sürüklenen madunlar arasındaki haricinde- giderek büyüyen bir fark görmüyorum, tam tersine inanılmaz bir aynılaşma, homojenleşme ve hatta hep birlikte insanlık değerlerinden vazgeçme süreci görüyorum. Kanaatimce teknomedyatik evrede yani günümüzde tüm toplumların ve insanların birbirine benzeme ve farkın silinmesi süreci çok daha fazla artacak ve korkarım benim tarihsel psikoloji çalışmalarımda anlattığım Türklere özgü farklılıklar da bu dünyaya doğan yeni nesillerle birlikte kaybolacak…
Tüm bu olup bitenlere karşıyım ve çok üzülüyorum ama elbette üzüntümün nedeni, kitaplarımın devre-dışı, tarih-dışı kalma ihtimali değil…
Psikolojimiz dayanıklı ise korkulacak bir şey yoktur
Sosyal medyada birbirinden farklı alternatif dünyalar var. Kazanan kaybetmiş, kaybeden kazanmış sayılabiliyor. Bunun yanında haklı ile haksız karışıyor, bazen insanlar hak etmedikleri muamelelere uğrayabiliyor. Tüm bu karmaşada kendi psikolojimizi nasıl koruyabiliriz?
İnternet ve sosyal medyanın hayatımıza getirdiği büyük değişiklikler karşısında herkes, her aile kendince bir şey yapmaya çalışıyor; uzmanlar, özellikle psikolojik bilimlerden gelenler önerilerde bulunmaya gayret ediyorlar. Benim tavrımı anlamışsınızdır. Toplum büyük bir dönüşüm yaşarken yapılması gereken olanı biteni anlamaya ve mümkünse eleştirmeye çalışmak, buna göre mutedil bir yol bulmaya gayret etmektir. Artık en kalın kafalı olanımız bile fark etmiştir ki, yepyeni bir dünyanın eşiğindeyiz. İnsan ilişkilerine, değerlere, erdemlere bakışımız, bugünden tahmin edemeyeceğimiz ölçü ve boyutlarda değişecektir. Önemli olan, olaylara, olgulara bu bilinçle yaklaşmak, akıntıya kapılıp gitmemektir. Psikolojimizi değişim konusunda belli bir esneklik gösterebilmesi için eğitebilmişsek, daha doğrusu psikolojimiz dayanıklı ise korkulacak bir şey yoktur. Ama rüzgâra, akıntıya kapılmaya müsait, hele bunu bir şey sanan ruhlar için, dua etmekten başka elimden pek bir şey gelmez...
Endişenin bilgi çağındaki görünümü
Sosyal medyayı bu kadar yakından takip etmeye çalışmamız, takiplerimiz, RT’lerimiz, alıntılarımız FOMO yani “olan biteni kaçırma korkusu”yla ilişkilendirilebilir mi?
İnsanlar, yeni bir bilgi var da benim haberim mi yok diye bir endişe eklediler, endişe repertuarlarına… Bana sorarsanız, anksiyetenin (endişenin) “bilgi çağı”ndaki görünümlerinden biri bu. Söz konusu durum, kimi insanları psikiyatri uzmanına kadar getirecek düzeyde şiddetlenirse buna şaşırmam. Anksiyete bozukluğu dediğimiz rahatsızlık, çok sık hatta neredeyse on kişiden birinde görülür. Rahatsızlık çeken insanın endişesi, kendi ruhsal organizasyonuyla ve yaşantısıyla bağlantılıdır. Kimisi sınavlardan, kimisi patronundan, kimisi trafikten, çocuklarının geleceğinden, borsadaki parasını batıracağından dolayı endişelenirken anksiyete bozukluğunun girdabında bulabilir kendisini. Bugünün dünyasında haberdarlık diye bir iletişim kategorisi var. Haberdarlık ve bir olaya hangi topluluğun nasıl tepki verdiğinin bilinmesi insanların birbirlerini anlamalarından daha fazla önem taşıyor. Sanıyorum önem, akışkan kimlik koreografisindeki rolden kaynaklanıyor. Haberdar olma ve tavır alma biçiminiz sizi bir topluluğa, kimi zaman bir süreliğine de olsa, ait kılıyor. İletişim buna göre şekilleniyor. İletişimde böylesine önemli olan, kendi başına değer taşıyan bir olgu elbette endişeye de anksiyete bozukluğuna da yataklık yapabilir.
Hayattan da insandan da umudum var
Hepimizi derinden etkileyen bir pandemi süreci geçirdik. Tüm dünyamız karantinalar boyunca “sanal”laştı. Bu süreç bizi gerçek ve sanal arasındaki farkı anlama noktasında etkilemiş olabilir mi?
Çok iyi soru… İnşallah etkilemiştir… Bakın, sanallığın yol açtığı tabloyu ve yaşadığımız dünyanın bizi nereye doğru sürüklediğini anlatabilmek için kelimeleri, cümleleri kanırtarak, biraz da espri katarak cevaplamaya çalıştım sorularınızı. Ama şunu bilin ki, Kaf Dağı’nın ardında olsa da hayattan da insandan da umudum var. Zira umutsuzluğun büyük günah olduğuna inanıyorum. İnsanı ve gerçeği çölleştirmek ve çöle gömmek isteyen bu gidişata karşı olan, bize insanlığımızı, insanın varlıklar âlemindeki farkını ve sorumluluğunu hatırlatan bir süreç de tüm bunlarla at başı gidiyor. Ben bir ruhiyatçı olarak gerçeğin kendisinin en devrimci şey olduğunu, hayatın genel akışına insanın teknolojik bentlerle engel olmaya çalışmasının ancak bir dereceye kadar başarılı olacağını öğreneli çok oldu. Sanal karşısında da eninde sonunda gerçek ve hayat kazanacaktır diye düşünüyorum.