Dervişlerin sohbetlerinden gelen Muhammed (s.a.v) kokusu
Tarikatlarda hangi kokular kullanılırdı? Şemme-yi Muhammedî nedir? Tasavvuf erbabı birbirlerini kokularından tanır mıydı? Ehl-i tarikin koku ile münasebeti…
- Seyrimde bir şehre vardım,
- Gördüm sarayı güldür gül,
- Sultânımın tâcı tahtı,
- Bağı duvarı güldür gül.
- İbrâhim Ümmî Sinân
Kâinatı Hakk’ın isim ve sıfat tecellilerinin terkibinden ibaret gören sufi bakış, “Allah güzeldir, güzeli sever” (Müslim, “İman”, 147) hadis-i şerifinden hareketle el-Mübdî veel-Cemal isimlerinin tecellisinin izini takip edegelmiştir. Bunun tabii bir neticesi olarak estetik bir dünya görüşüne sahip olmuş, bu görüşlerini de fiiliyata geçirmiştir.
Estetik anlayış şekil, renk, kelam ve sadadan başka kokuda da tezahür eder. Tasavvufi hayatın içerisinde daima olagelen koku, kimi zaman esans sürmek, kimi zaman buhur yakmakta kendini gösterirken çok defa da tabir olarak kullanılır.
Tasavvuf ve onun müesseseleşmiş hâli olan tarikatlar mebdeini Allah ve Resulü’nden aldıkları için bu meselede de aynı ulvi kaynakları rehber edinmişlerdir. O esaslardan hareketle, kültürlere göre farklılık arz eden çeşitlenmeler vücuda gelmiştir. Zaten İslam medeniyetini de, bu kültür dünyasının yekûnu teşkil etmektedir.
Misalen Ebu Hureyre’nin iki bin düğümlü bir ipi olduğu ve onunla tespih çekmedikçe uyumadığı şeklindeki rivayet, yıllar sonra fildişinden bağaya kadar muazzam bir tespih sanatının doğuşuna sahne oldu. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in(sav) sesinin güzelliği sebebiyle tercih ettiği Bilal-i Habeşî’den hareketle kâbına erilemez bir musiki deryası vücuda getirildi. Bu nokta-yı nazardan, Efendimiz’in(sav) “koku sürmenin sünnetinden olduğu”, “miskin en güzel koku olduğu” mealindeki hadisleri de âşıkların koku ile olan münasebetini belirledi.
Hatta meşhur bir hadise göre Resulullah(sav) “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” (Kenzu’l-Ummal, 7/288-h.no: 18913) buyuruyor. Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabî HazretleriFüsusu’l-Hikem’inde bunu yorumlarken “sevdirildi” kelimesinin üzerinde duruyor ve Resul-i Kibriyâ’nın(sav) “sevdim” demediğine işaret ederek bu sevgiyi Allah’a nispet ediyor. Binaenaleyh koku Efendimiz’e(sav) bizzat Allah tarafından sevdirilmiş demek oluyor.
Tasavvuf kültüründe koku en çok çiçekten imal edilmiştir. Çiçek ise mutasavvıflar tarafından hem bakımı yapılan hem kokusu kullanılan hem de remz olan olarak kullanılan bir bitkidir. Bu sebepten Yunus çiçeğe sorar annesi babası olup olmadığını.
“Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız” (İsra, 17/44) ayeti mucibince de çiçeklerin zikrettiklerine inanır dervişler ve onları çoğu zaman koparmaktan dahi içtinap ederler. Bir bahar mevsimi Hüseyin Hamevî Hazretleri talebelerinden menekşe toplayıp getirmelerini istemiş. Talebeleri de dört bir yana dağılıp menekşe toplayıp getirmişler.
Bir tek Eşrefoğlu Rûmî iki elinde bir menekşeyle çıkmış şeyhinin huzuruna. Hamevî Hazretleri bunun sebebini sorunca, “Sultanım, hangi menekşeyi koparmak istesem zikirde olduklarını fark ettim. Bir tek bu çiçeğin zikri bitmişti” diye cevap verir.
Tasavvuf kültüründe çiçeğin ehemmiyetine binaen Bursa’da Emir Sultan ise Erguvan Bayramı başlatmıştı. Salkım salkım açan erguvanları gören Emir Sultan Hazretleri müridleriyle bir araya gelir ve Hakk’ı zikrederlermiş. Bu şenlik havasının bir hafta sürdüğü söylenir.
- Lale ise “Allah” kelimesinin aynı harfleriyle yazılıp aynı ebcede sahip olması hasebiyle cami, çeşme ve mezar taşlarına işlenmiştir. İstanbul’daki Laleli semtinin ismini veren kişinin Laleli Baba adında, kulübede yaşayan bir derviş olduğu da rivayetler arasındadır. Lale bilhassa Hüdâyî Tekkesi’nde tercih edilmiş ve buradan İstanbul’a yayılmıştır.
Gülün ehemmiyeti
Diğer taraftan Macaristan’ın Budapeşte şehrinde türbesi olan Gül Baba, o bölgede yetiştirdiği güllerle meşhur olmuş bir veliydi. Halvetî-Şâbânî yolunun Nasuhî kolunda pir olan Mehmed Nasuhî Hazretleride gül yetiştirmeye meraklı olup, bakımını yaptığı güllerin daha sonra “Nasuhî gülü” olarak anıldığı da bilinmektedir. Gül yetiştiriciliğinden bahsedip de yed-i tûlâ sahibi Necmeddin (Okyay) Efendi’den bahsetmemek olmaz. Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’in teşvikiyle Toygartepe’deki evinin dört dönümlük bahçesinin bir kısmını güllere ayıran Necmeddin Efendi burada 400 çeşit gül yetiştirmişti. Hatta gülcülük müsabakalarına katılmış ve madalyalar dahi kazanmıştı.
Yine Ebû İshak Kâzerûnî’nin türbesinde yetişen güllerin her derda deva olduğuna inanılırdı. Türbe ziyaretlerinde dervişlerin aldıkları başka bir koku daha vardır ki, bunun mânâsı da ehline malumdur. Bu sebepten Ankazâde Halil Efendi, dervişi Tûtî İhsan Efendi’ye yazdığı mektubunda “böyle bir hâl zuhur ettiğinde Fatiha okuyup şükretmesini ve ifşa etmemesini” tavsiye etmiştir (Fatih Çıtlak, Kırk Mektup, Sûfî Kitap, s. 19).
Veli zatların bir başka velinin kokusunu aldıklarını da satır aralarından öğreniyoruz. Bu belki zahir belki de mecazi manada ifade edilmiş olabilir. Bayezid-i Bistami Hazretleri Rey şehrinin yakınlarında bulunan Harakan köyünden latif bir koku aldığını bunun mana âleminin sultanı olan zata ait olacağını söylemiş ve Ebû’l-Hasan HarakânîEfendimiz’i işaret etmiştir. Aynı şekilde Gavsü’l-âzâm Abdülkâdir Geylânî de Buhara’dan geçerken aldığı güzel kokuyla Bahaüddin Nakşîbend Hazretleri’ni ima etmiştir.
Bilhassa gül, sufiler arasında çiçeklerin sultanı olarak adlandırılmıştı. Gülün, kokusunu Efendimiz’in(sav) terinden aldığına inanılır ve bu meyanda Yunus “Çiçek eydür ey derviş, gül Muhammed teridir” demişti. Efsanevi bir anlatıma göre ise Hz. Peygamber’in(sav) Mirac’a çıkışında Burak’ın dökülen terinden sarı gül, Cebrail’in dökülen terinden beyaz gül, Resulullah’ın(sav) dökülen terinden ise kırmızı gülün meydana geldiği söylenir. Bu anane halk arasında yayılmış ve gül koklamanın sevap olduğu söylenmişti. Bu sebepten gül yağı ve gül suyu kültürümüzde ikramın bir parçası hâline geldi.
Gül maddi olarak hayatımızın içerisinde yer alırken, hakikati sembolizm üzerinden anlatan geleneğimizde de remiz şeklinde kendini göstermişti. Necdet TosunHocamız bu meyanda “Gül, bahar gibi ömrün kısalığıyla hayatın geçiciliğini ifade etmektedir. Gülün dikenle birlikte bulunması da, iyilik ve kötülüğün, kolaylık ve zorluğun, dost ve düşmanın bu âlemde birlikte bulunduğunu hatırlatır. Tasavvufî sembolizmde açılmamış gonca vahdeti, açılmış gül ise kesreti temsil eder. Rûzbihân Baklî Allah Teâlâ’nın kırmızı bir gül gibi tecelli ettiğini, bu yüzden ruh bülbülünün sonsuza kadar bu güle âşık olduğunu yazar” demektedir.
Bu sembollerden en mühimi de Eşrefiyyetarikatındaki tac-ı şeriftir. Tacın üst kısmının güle benzemesi ve merkezden dışa doğru üç halkalı oluşu onun “Eşrefî gülü” diye adlandırılmasına sebep olmuştu.
Tasavvuf dünyasında güle yakın olan her varlığın da onun kokusundan nasibini alacağına inanılır. Misalen Sadî Şirâzî Gülistan’ın dibacesinde şöyle demektedir: “Bir gün, dostlarımdan biri bana hamamda, eskiden sabun yerine kullanılan bir kil, bir çamur parçası verdi. Kile, ‘Misk misin yahut amber misin? Gönlümü büyüleyen kokundan âdeta mest oldum’ dedim. Kil, ‘Ben, kıymetsiz bir kil parçası idim. Fakat bir müddet gülle beraber bulundum ve onun güzel kokusu bana sindi, içime işledi. Arkadaşımın güzel huyu, güzel kokusu bende iz bıraktı. Yoksa ben, yine değersiz bir toprak parçasıyım’ dedi.”
Bir başka görüş, gülün Farsçada çiçek manasına gelmesinden dolayı sadece bugün gül diye isimlendirdiğimiz çiçeğin değil bütün çiçeklerin kokusunun Resulullah’tan(sav) geldiğini iddia eder. O’na vâris olanlara ise verasetten bir koku isabet eder. Mesela Hz. Sünbül Sinan’a sümbül, Nureddin Cerrahî’ye fulya, Aziz Mahmud Hüdayî’ye papatya kokusu isabet etmiştir. Hatta gönülden bağlı dervişlerin gönüllerinden de o koku gelir. Bütün çiçeklerin kokusunu aldığı Resulullah’ın(sav) kokusuna şemme-yi Muhammedî yahut bûy-ı Muhammedî denilir ki, bunun öd ile gül arası bir kokusu olduğu fakat tarikat meşreplerine göre bahsi geçen çiçek kokularına tekâmül ettiği söylenir.
Meşrebe göre koku
Belli tarikatların belli kokuları kullanmaları zamanla o kokudan tanınmalarına da sebebiyet vermiştir. Şifahi bir bilgi olarak Ömer Tuğrul İnançer Üstadımıza kulak verelim:
Tekkelerin sırlanmasından evvelki son postnişin olan Fahreddin Efendi Hazretleriher 10 Muharrem’de Koca Mustafa Paşa Camii olan Sünbülî Dergâhı’ndaki ayine (sonradan Mevlid’e döndü) gitmek için tramvaya binmiş. Efendi’nin kendi ifadesiyle kahverengi takım elbiseli kranta (iyi giyimli) bir zat kendisine dik dik bakmaya başlamış. Bu bakış müddeti uzayınca Efendi niçin kendisine baktığını sormuş. Bunun üzerine karşısındaki zat yanına gelmek istediğini söylemiş ve müspet cevap alınca oturmuş ve Hazret’i koklamış. “Galiba Koca Mustafa Paşa’ya gidiyorsunuz ama siz Sünbülî değil Cerrahîsiniz çünkü fulya kokuyorsunuz” demiş.
Ardından Cerrahilikte hangi mevkide olduğunu sorunca Efendi “Kapısının kuluyuz” buyurmuş. Fahreddin Efendi bunun üzerine kiminle müşerref olduğunu sorunca o zat kendisinin Sünbülî Dergâhı merhum pişkademinin (şeyhten sonraki makam) oğlu olduğunu söylemiş. Bu sabit kokuların haricinde seyr ü süluktaki her mertebenin ve her bir esmanın koku ve rengi vardır. Her iki durumda da erbabı birbirini buradan tanır ve hürmet eder.
Bir diğer güzel koku da Meryem Ana diye bilinen buhur-ı Meryem’dir. Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı(as) doğururken sıkıntısından tuttuğu çiçeğin aldığı şekil ve kokudan ismini almış ve Bâkî’nin beytine konu olmuştur:
- Erişti hakten buy-ı behur Meryem eflâke
- Muattar eyledi göklerde dâmân-ı Mesiha’yı
Tarikatlarda kullanılan en mühim kokulardan birisi de öddür. Öd kokusu tevhide işaret eder ve yakılma şeklinden dolayı buhur diye adlandırılır. Buhur ise buhurdanlık denilen hususi bir eşya içerisinde daha çok köz üzerinde yakılır. Buna dergâhlarda “buhur uyandırmak” denir. Aslında buhur uyandırmak Hz. Ömer(ra) devrinde tatbik edilmeye başlanmış ve bu âdet mescitlerde akşam ile yatsı arası ve Cuma namazlarında yakmak suretiyle devam ettirilmiştir.
Tekkelerde ise mukabele-yi şerif geceleri idrak edilirken buhurdan, meydancı tarafından belli bir usul ve erkâna göre meydana getirilir. Zikir halkası teşkil edildiği esnada buhurdanı kapağı açık bir vaziyette ortaya bırakır. Kuud zikri bitip durak okunmaya başlandığı esnada yine usulünce buhurdanı ortadan alır.
Buhurculuk ve buhurdan yapımı Osmanlı döneminde oldukça mühim bir yer işgal etmiş ve camilerin buhurcuları olduğu gibi Kâbe-yi Muazzama’da dahi buhurdancılar vardı. Kâbe’nin buhur mahsulü Cidde’den karşılanır, eğer buranın geliri azalır da sıkıntı çekilirse Mekke beytülmâlinden bu meblağ temin edilirdi.
Mescid-i Nebevi ve civardaki bazı türbelerde de buhur yakılırdı. Bunlarda kullanılan öd, misk, amber Mısır’dan getirtilirdi. İsminin nereden kaynaklandığı bilinmese de çiçekçilikle uğraştığından Itrî mahlasını kullanan meşhur bestekâr ve Mevlevî dervişi Mustafa Efendi de Buhurîzâde diye anılmaktadır.
Bu güzel gelenekler şimdilerde cami avlusundaki yaşlı amcaların küçük tezgâhlarına hapsedilmiş vaziyette. Bu kültürü devam ettiren çok dar bir çevre hâlâ mevcudiyetini devam ettiriyor.
Fakat postmodern dünyanın köklerinden koparılmış Müslümanları popüler kültürün çeperinden kurtulup bu kadim deryaya girmeye hazır değiller. Bin yıllık bir halıya bin yıldan beri bağdaş kurmuş bir çınarın altında gölgelenmek öyle her yiğidin harcı gibi gözükmüyor vesselam.