Depremin sonrası ve orada olmayanların sosyolojisi üzerine
Görünüşte bir engel olmasa da gündelik rutinlerimize bir boşluk eşlik ediyor. Yediklerimiz tatsız, yüzümüzdeki tebessümler yarım. Normalimizin üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Hayatın dışarda devam ettiği bilgisi içimizi teğet geçiyor. Dışarısı olmayan bir içeriye kısılmış gibiyiz. Biz orada olmayanların kolektif bir depresyon içinde olduğu söylenebilir. Kendi içine kapanmış insanların birlikteliğine dayanan bir sosyal gerçekliği deneyimliyoruz.
Her yeni güne gecenin şerrinden arınmış olarak uyanmak isteriz ama bazı sabahlar keşke uyanmasaydık dedirtir. 6 Şubat 2023’te Maraş merkez üssünde gerçekleşen çifte deprem de tam olarak böyleydi.
Deprem bir günün bazen birkaç saniye, bazense yıllarca sürebildiğini idrak etmek için izafiyet teorisi bilmek gerekmediğini bir kez daha gösterdi.
Böyle anlar insanı bir arafta bırakır. Her şeyin birbirine eşit uzaklıkta olduğu, karşıtlıklar arasındaki sınırı görebilmenin imkânsızlaştığı bir araf. Fedakârlık ve bencilliğin, umut ve çaresizliğin ve en çok da ölüm ve hayatın iç içe geçtiği tuhaf bir atmosfer. 13 milyon insanın hayatını doğrudan etkileyen bir sarsıntı hepimizde yaralar açtı. Olmak istediğimiz ile olmaktan korktuğumuz hâl arasındaki uçurum binaların yıkılmasıyla tekrar görünürlük kazandı. Gündelik hayatın koşuşturmacası, kişisel planlar ya da ideolojik çatışmaların sıvadığı yaralarımızla karşılaşmak hepimizi varoluşsal bir dehşet içinde bıraktı. Sanırım Zilzal Suresi’nin anlattığı hadiseyi bu sefer gerçekten “gördük.” Yer, sallanıp karnında tuttuklarını dışarı çıkardığında yaptıklarımızla bizi karşı karşıya getirdi. Bu tür afetler uygarlık yolunda ilk elden çıkardığımız şeylerden biri olarak doğa karşısında, son teknoloji silahlar kuşansak bile ne kadar aciz olduğumuzu hatırlatır. Ateşli silahlar yapmak, uzaya çıkmak veya atomu parçalamak gibi icatların getirdiği özgüven modern insana kendi dışındaki her şeyi bir oyuncakmış gibi gösterdi. En çok da başkalarının hayatını… “Azameti ile yeri delemese”, “dağlarla ululuk yarışına” giremese de insanlık diktiği binaların katları arttıkça Tanrının tahtında artık kendisinin oturduğuna daha çok inandı. “Sarsılan ve parçalanan ve bütün insan yaşamını ve eserlerini gömen toprak; taşarak her yeri bozan ve her şeyi boğan su; önlerine çıkan her şeyi havalandıran rüzgâr ancak kısa bir zaman önce başka canlı organizmaların saldırıları olduklarını öğrendiğimiz hastalıklar ve son olarak kendisine karşı hiçbir ilacın bulunmadığı ve muhtemelen de hiçbir zaman bulunamayacağı ölümün o elim bilmecesi. Bu güçlerle tabiat bize karşı ayaklanır. Görkemli yırtıcı ve acımasızdır; medeniyet vasıtasıyla kaçmaya çalıştığımız zayıflığımız ve çaresizliğimizi bir kez daha hatırlatır bize.” 1
Zayıflığımız ve çaresizliğimiz ortada olsa da haz, alışkanlık ve unutmakla ördüğümüz anlam ağlarımız bizi hayatta tutmaya devam eder. Çünkü kendi dünyasını inşa eden tek varlık olmak, sabah kalkmak için bir neden bulmayı gerektirir. Ancak dışarıya açıldıkça benliğinizin güven ve istikrarından emin olabilirsiniz. Dünya ile bağımızı yitirdiğimiz noktada kim olduğumuz da bir krize girer. İnsana, bir başlangıç ve sonuç tayin eden anlam sistemleri olarak din, bilim ve sanatı kabul edilebilir kılan da dünya ile benliğimiz arasındaki çelişkiyi tutarlı hâle getirmesi değil midir? Böylelikle doğamızdaki çaresizliği bir süreliğine alt eder; bir dahaki krize kadar kendimizi teselli ederiz. Kimi zaman doğal ve insan kaynaklı felaketler açıklamalarımızı gözden geçirmemizi sağlar. 1755 Lizbon Depremi doğa ve uygarlığı ayıran katı seküler sınırlar için felsefi bir milat olur; Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan bombalar ise bu sınırları paramparça eder. Kimi zaman da yanlış bildiklerimizi sorgulamaz, yaşadığımız acıları göz ardı etmeye çalışırız. 1939’da Erzincan, 1999’da Gölcük, 2011’de Van, 2020’de İzmir depremlerinde veremediğimiz sınavlar, bir şeylere yetişme telaşı içinde unutulur gider. Her felaket ölüm ve hayat arasındaki döngüde bir tutulma yaratır ve bizi bir sıfır noktasına kilitler. Hem her şeyi sorguladığımız hem de her şeyi unuttuğumuz bir kayıp belde yaratır. Depremin ardından geçen zaman bireysel ve kolektif olarak bizi bu tuhaf yerde alıkoymayı sürdürüyor. Buranın fikir ve eylemlerimize nasıl yansıdığını düşünmek ise ertlenmemesi gereken bir zorunluluk.
Hayatta kalan sendromu
Günlerdir deprem bölgesindeki insanlar bir yaşam savaşı veriyor. Enkaz altından çıkma mücadelesine dışardakilerin açlık ve soğukla mücadelesi ekleniyor. Bu çetin şartlar altında hayatta kalmaya çalışan on binlerce insan bir yandan yakınlarının acılarına katlanıp, barındıkları hayalet şehrin yasını tutuyor. Devam etme iç güdüsü hayatta kalanların acıları ile yüzleşmesini dahi erteleyebiliyor. Günü kazasız belasız tamamlamak dışında bir plan yapmamak bir öz-savunma stratejisidir. Gerçek şok, korku ve hüznü deneyimleyen on binlerce insanın afetin travmasından çıkması uzun zaman alacak ve bazı yaralar kapanmayacak. Öte yandan depreme doğrudan maruz kalmayan milyonlar, asıl hayatta kalanların çektikleri yanında farklı bir acı yaşıyor. Görünüşte bir engel olmasa da gündelik rutinlerimize bir boşluk eşlik ediyor. Yediklerimiz tatsız, yüzümüzdeki tebessümler yarım. Normalimizin üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Hayatın dışarda devam ettiği bilgisi içimizi teğet geçiyor. Dışarısı olmayan bir içeriye kısılmış gibiyiz. Biz orada olmayanların kolektif bir depresyon içinde olduğu söylenebilir. Kendi içine kapanmış insanların birlikteliğine dayanan bir sosyal gerçekliği deneyimliyoruz.
Depresyon, tüm olumsuz çağrışımlarına rağmen aşırı bir farkındalık durumudur. Dışsal uyarıcıların benliği aşırı uyarması dünyaya açılmamıza mani olur. Şeylerin onlar için çizdiğimiz rotadan çıkmaları bir bakıma bizi de nereye gideceğimizi bilmediğimiz bir eşikte bırakır. Hüzün ve korku, diğerleri ile somut bağlar kurmamızı sağlayan sağlıklı duygularken depresyon narsistik bir patinajdır. Depremin gerçek kurbanlarının anonimliği, onların acılarının kendi kaygılarımızla istemsizce yer değiştirmesine neden olur. Yoğun bir empati ile onların yaşadıklarını kendi zihnimizde yeniden tasarlarız. Depremin gecenin karanlığın da bizi de vurabileceği ihtimali uykumuzdan eder. Binlerce enkaz ve yaşam savaşı görüntüsü olası İstanbul depremi hakkında bastırılmış korkularımızı açığa çıkarır.
Bizi ölenlerden ayıran şeyin ne olduğunu bilememek ve asla bilemeyecek olmak bir suçluluk duygusu meydana getirir. Her şey parmaklarıyla bizi işaret edip “senin yüzünden” derken suçu işlememiş olmak önemsiz bir ayrıntıdır.
Suçluluk duygusunun ilginç versiyonlarından biri hayatta kalan (survivor) sendromudur. Nazi kamplarından kurtulan ve psikiyatri servislerine başvuran 2000’in üzerinde hasta ile görüşmeler yapan Dr. William Niederland’e göre bu sendrom, arkadaş ve aile mensuplarına inen öldürücü darbeden kaçmanın acısını ömür boyu çeken bireylerde görülmektedir. Dante’nin Cehennem’inde belirttiği gibi “göz yaşlarının ağlamaya izin vermediği” hastalarda çözülmemiş bir keder ve ifade edilemeyen bir hüzün durumu (anhedosia) tespit edilmiştir. 2 Her çeşit zevk nesnesine karşı ciddi bir tahamülsüzlük söz konusudur. Aşırı hatırlama (hypermnesia) bu sendromun en çarpıcı tezahürlerinden biridir. Kurbanların zihni, yakınlarını kaybettikleri ya da Nazi askerlerin işkencelerine maruz bırakıldıkları anlardan oluşan acılı bir atmosfer tarafından kuşatılmıştır. Hayatta kalma mücadelesi tek hedef olduğundan kamplarda yaşanan bedensel acı bastırılır ve travma sonrasında somatik olarak yaşanır. Kurbanların hayatta kalmayı geçmişteki yakınlarına ihanet kabul etmesi, kaygı ve suçluluk duygusu yanında sürekli bir iç çatışma üretir. Niederland’e göre toplama kamplarından kurtulanları odaklanan bu sendrom, doğal afetler sonrasında ortaya çıkan kitlesel travmaları da kapsamına alır. Bununla birlikte insan kaynaklı ölümler ile doğal afetin neden olduğu ölümler arasında klinik belirtiler açısından olmasa da anlamlandırma süreci açısından bir fark vardır. İnsan kaynaklı ölümlere, son tahlilde, doğrudan bir günah keçisi bulunabilir. Tüm yıkım ve acının tek bir faille ilişkilendirilmesi bir tür rahatlama sağlar ancak doğal afete maruz kalmış bir topluluğun kendinden ayrıştırabileceği bir faili yoktur. İster Tanrının gazabından rahmetine sığının ister ruhsuz jeoloji yasalarına boyun eğin her iki söylemde de fail meçhuldür. Soykırıma neden olan Hitler olduğu iddiası oldukça gönül rahatlatıcı olsa da ihmal, plansızlık ve yoksulluk doğrudan bir katil olarak görülmez. Bilinmezliğin neden olduğu sıkıntı travmanın birincil ve ikincil hayatta kalanlar arasında bir yol ayrımı teşkil eder. Birincil hayatta kalanlar, klinik bir yalıtılmışlıkta kendi karanlıklarına itilir. İkincil hayatta kalanlar ise kendi normallerine geri döner fakat bu süreçte normlar da aşırılaşmaya başlar.
Manik sosyallik
Depresyon çift kutuplu bir duygu durumudur. Aşırı hassasiyet kayıtsızlığa, ruhsal çöküntü ise taşkın tepkimelere (mani) dönüşebilir. İçe kapanma sürecinde kendine gömülen benlik manik aşamada olağanüstü bir güce kavuşabilir. Daha ileriye sıçramak için biraz gerilmek gibi, çöken benlik de uzaklaştığı şeye manik bir tutulmayla yaklaşır. Bu aşırı gücün kaybedilene karşı içsel bir kayıtsızlık besler. Bireyin kendini elinin altındakileri kullanmaya adaması bir bakıma, kaybın uyandırdığı olumsuz etkiyi örtbas etmeyi amaçlar. Evladını yitiren bir annenin çocuklara çok düşkün hâle gelmesi, özel hayatında sorunlar olan bir çalışanın kendini işe vermesi veya her türden bağımlılık manik bir ilüzyonla ilişkilidir: “Manik kişide yadsıma hüznün yaslandığı ikili reddi aşar. Sahneye çıkar ve kayba karşı bir perde yapının aracı hâline gelir. Sahte bir dil kullanmaktan uzak olan yadsıma bundan böyle ikame erotik nesnelerden oluşan değişik donanımlardan bir yığınak yapar… İdeal ve yapıntı yoluyla doğal dilin ve bayağılaşmış toplumsal yaşamın normlarına özgü sıradan yapının üstüne çıkan estetik coşku bu manik etkinliğe katılabilir. Eğer bu dünyada kalırsa yapıtın sahteliği kendini belli eder.” 3
Gelenek, kültür veya ideoloji gibi normal olanı anlamlandıran kavramlar, bir bakıma, bireylerin içlerinde taşkınlığın aktarıldığı kolektif düzenlemeleridir. Bu sembolik çatı çöktüğünde bireysel kapasiteyi aşan temel sorunların (güvenlik, açlık, adalet) çözümsüz kaldığı bir kaos ortamı doğar. Kurumlar işlemediği, yasaların dayandığı, ahlaki otorite devre dışı kaldığında dünyanın dehşeti bireylerin zincirinden boşalmasına neden olur. En umutsuz anda bir kahramanın ortaya çıkacağına duyduğumuz inanç yaralı bir ruhun fantastik yara bandıdır. Bireysel servet ve iktidarın pervasızca artmasının başlıca norm hâline geldiği çağdaş toplumda ortak çıkarları gözeten kurumsal yapıların içi giderek boşalıyor. Çok seçenekli zamanlarda kaderimizi kendimiz tayin etmek istiyoruz. Bireysel özgürlüğümüzün mutlak, diğerlerine karşı sorumluluklarımızın muhal olduğu birliktelikler düşlüyoruz. Eski yapıların gri, hoyrat ve aşırı düzenleyiciliğinden daha renkli ve özgür bir iç-dünyaya kaçmak postmodern kültürün alametifarikası. Her türlü aşırılığın bir yaşam tarzı ve havariye sahip olduğu günümüz toplumunda müştereklikler manik tepkimelerden ibaret hâle geliyor. Maraş depreminde gösterilen olağanüstü birliktelik ve dayanışmaya da, dolaylı ve doğrudan, bu durum eşlik ediyor.
Tanımadığımız insanlar için gözyaşı döktüğümüz, vicdan azabı çektiğimiz ve hayatı askıya aldığımız bir süreç, depresyon ve taşkınlık marjlarında savrulduğumuz bir toplumsallık meydana getirdi. Topluluğun karşılıklı bağ ve ahlaki sorumluluğunu etki-tepkiye (takip ve engelleme) bağlı narsistik bir zemine indirgeyen sosyal medya, depremi anlamlandırmamızı sağlayan tek duyu organımız hâline geldi. Depremin tetiklediği bireysel ve sosyal duygu yapısı ile sosyal medyanın kendi normalinin iç içe geçtiği bir evrenden bahsediyoruz. Bu evrenin kendini üç noktada gösterdiği söylenebilir. Birincisi depremin ilk günlerindeki yoğun arama kurtarma paylaşımlarıydı. Her ay milyonlarca lira fatura ödenen GSM operatörleri iletişimi sağlamakta yetersiz kalırken sosyal medya orada olmayanların ihbarları ile yıkıldı. Bölgedeki internet hatları zaten zayıfken, bir avuç insan önlerine gelen enkazdan can kurtarmaya çalışırken sayısız “kurtarın” mesajının dijital taşkınlıktan öte bir anlamı olup olmadığı şüpheliydi. Olayın ilk günlerinde hayatta kalanların temel ihtiyaçlarını gidermeye yönelik çağrılar ne kadar yerinde olsa da bölgedeki yağmacılığa dikkat çeken paylaşımlar yaşanan çaresizliği derinleştirmekten başka bir işe yaramadı. İhmal ve organizasyonsuzluk gerçeğini aşırılaştıran birçok paylaşım, depremzedelerin acılarını gidermekten çok orada olmayanların kaygılarına gömülmesine hizmet etti.
Manik sosyalliğin zirve yaptığı ikinci nokta acil yardım süreçleriydi. Kârını maksimize etmeyi telkin eden kapitalist bireycilik için yardım daima sıkıntılı bir mevzu olmuştur. Neyse ki depremin ilk günlerde hayatta kalanlar arasında meydana getirdiği eşitlik, muhtaçlığın tembellik ve gayr-ı ahlakiliğin sonucu olduğu şeklindeki klişe kapitalist tezleri devre dışı bıraktı. Öte yandan ihtiyaç sahibi toplulukla diğerleri arasında ki sosyolojik mesafe burada da kendini gösterdi. Başta İstanbul olmak üzere birçok yerden yardım tırlarının bölgeye aktarılması ile tuhaf manzaralar ortaya çıktı. Yol kenarlarına boşaltılan yardımlar ile aç ve titreyen depremzedeler, boş çadırlar ile açıkta bekleyen mağdur görüntüleri, uzun yemek kuyrukları ile sağa sola atılmış yiyecekler yardımın sosyolojik gerçekliğini bir kez daha gösterdi. Veren el ile alan elin aynı bedenin uzuvları olması gerektiğine inansak da sınıfsal ayrışmaların arttığı toplumlarda yardımlar, iki tarafın ayrı dünyaların insanı olduğunu tesciller. Başkalarının iyiliğini düşünmekten çok düşmemenin bilinç-dışı teminatı olarak yaklaşıldığında parmak arası terlik, topluklu ayakkabı veya abiye kıyafetlerin bağışlanması, bir açıdan utanç verici de olsa, normaldir. Söz konusu bakış açısında anlık yardım yığınlarını kronik bir yoksunluğun takip etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Üçüncüsü depremin uyandırdığı canlı duyguların yaygın söylemlere eklemlenmesinde ortaya çıktı. Günler ilerledikçe bölgedeki gelişmeler karşıt kampların kendilerini haklılaştırıp diğerlerini suçladığı ideolojik bir körlükle değerlendirildi. Deprem bölgesinden gelen çelişkili görüntüler tarafların meşreplerine göre editlenip zaten bildikleri şeyin kanıtı olarak kullanıldı. Üstelik bu durum yalnızca siyaset arenasıyla sınırlı kalmadı. Ötekine duyarlılığın en yüksek olması gereken bir süreçte ideolojik okumalar her alanda kendini gösteriyor. Koordineli çalışması gereken kurum ve kuruluşlar arasına ihtilaf tohumları atılıyor. Farklı kesimlerden gelen gönüllü grupların iyi niyeti ardında ideolojik yönelimler aranıyor. Deprem sonrasında özellikle sosyal medyada dikkat çeken etkinliklerden biri de hayır avları. Özellikle milyonlarca takipçiye sahip şöhretlerin yaptıkları ve yapmadıkları titizlikle izleniyor. Cool bir edayla canlı yayın yapılan stüdyoya girişlerine ya da hesaplarındaki hareketsizliğe farklı anlamlar yükleniyor. Paylaşımlarının, şahsen yaptıkları yardımların ve verdikleri mesajların hayati bir önem arz ettiğine inanılıyor. Böylelikle ideal benlik temsilleri olarak şöhretler kitlenin bencil arzularına diğergam bir form kazandırmaya aracılık ediyor.
Maraş depremi bize birçok şeyi tekrar hatırlattı. Çarpık kentleşmenin ölümcül sonuçlarını, yapı denetiminin önemini, felaket anlarında plan ve organizasyonun değerini ve en çok da başkaları için acı çekmek ve bir şeyler yapabilmenin anlamını… Fakat taşkınca bir hatırlamanın dipsiz bir unutkanlığa gebe olduğunu atlamayalım. Toplam 105 saniye süren iki sarsıntı, kalanların birkaç yılına mal olacakken biz orada olmayanlar sadece birkaç hafta ile durumdan sıyrılmamalı. Bu süreçte gösterdiğimiz dayanışma, manik bir atağın eseri olmamalı. Suçluluk duygusunun düşman yaratan, zulmü dışsallaştıran ve yadsıyan konforuna kapıldığımız takdirde aynı hataların tekrarlanacağı ortada. Bilinç-dışı savunma mekanizmaları felaketlerin yıkımlarını geçici olarak giderse de uzun vadede yaraların sarılması için planlı ve diğerlerinin varlığına bağlı bir eylemliliğe ihtiyacımız var.
1. Sigmund Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, Oda Yayınları, 2016, s. 21-22 2. Niederland, W.G. (1981). “The Survivor Syndrome: Further Observations and Dimensions.” Journal of the American Psychoanalytic Association. 3. Julia Kristeva, Kara Güneş: Depresyon ve Melankoli, Bağlam Yayınları, 2009, s.66