Deprem kuşağında müslüman olmak
Zor bir günde, zor bir görevle huzurlarınızdayım. Dünyaya bel bağlamamamız gerektiği, burada bulunuşumuzun asıl sebebinin imtihan olduğu bunun da mallar ve canlar konusunda olacağı Kur’an-ı Kerim’de söylenir. Üzüntü, kızgınlık ve isyanın -yaratıcıya değil- içimizden taştığı ve naçizane kanaatime göre susturulmaması kontrollü, uzun vadeli bir şekilde kullanılması gerektiği bir dönemdeyiz. Yüzyıllarca konuşulacak ve kayıtlara geçecek, çeşitli yönleri ile değerlendirilecek acı bir tecrübenin içerisindeyiz.
Efendimizden öğrendiğimize göre bir konuşmaya hamdele ve salvele ile başlanır. Allah’a hamd, efendimize salat-u selam ederiz. Hamd ile şükür arasındaki farkı bilhassa sufiler, ahlakçılar, ansiklopediler, kavramsal sözlükler anlatır. Şükür nimet karşısında yapılır, hamd her durumda yapılır. Çünkü hamd “Allah’ım bana nimet de ceza da versen, bir istediğimi versen de vermesen de ben senden razı ve hoşnutum. Sen’den bana gelen her ne ise Sen’inle benim aramdaki bu ilişkiyi bozmaz. Sen’den gelene razıyım,” demektir. Kanaatimi belirteyim ki hamd, şükürden daha büyük bir mertebedir. Ama tersini söyleyenler de var ve onlar da haklı görünüyor gerekçelerine bakıldığında. Bilhassa günümüzde neden hamd şükürden daha büyük bir mertebedir? Bırakın böyle büyük bir felaketi, insanın neredeyse yüzünde çıkan bir sivilce sebebiyle bile -karikatürize ederek söylüyorum- küçücük gerekçelerle Rabb’ine küstüğü, hayata sadece kendi penceresinden, son derece kişisel baktığı ve herkesin kendisi için doğru olanı Rabb’inden daha iyi bildiğini düşündüğü bir dönemde yaşıyoruz. Allah korusun, insanlar küçük gerekçelerle hem birbirlerine hem de yaratıcılarına küsüp sırtlarını çevirebiliyor. Böyle baktığımızda hamdın anlamını, hamdın anlamının açığa çıktığını, hamdımızın denendiği günlerde olduğumuzu ve böyle günlerin kendimizi tanıma ve eksikliğimizi giderme fırsatı verdiğini görüyoruz.
Zihnimizdeki “Allah” tasavvurunu gözden geçirelim
Kayıplarımız için son derece üzgün ve mahcubuz. Millet ve insanlık olarak onların böyle bir deprem kuşağında, bu kadar özensiz yapılarda yaşamalarındaki -kendi çapımda benim payım on milyonda bir bile olsa- bundan dolayı mahcubum. Gençler ve çocuklar bunu daha çok soruyor ama biz de depremdeki acı sahneleri düşündükçe haşa biz Allah’tan merhametliymişiz ya da insanların hayrına olan şeyleri ondan daha iyi biliyormuşuz gibi “Allah buna neden izin veriyor?” gibi sorular dilimize geliyor. Çoğumuz bunu dile getirmiyor, geçiştiriyoruz. Yalova depremi sonrası bir mesleki eğitim seminerinde Mikdat Kadıoğlu’ndan duymuştum. Depremde vefat edenlerin sayısı 18.000’den 50.000’e kadar farklı farklı verildi. Mikdat Hoca buna itiraz etti ve şöyle dedi: “Hayır depremde sadece 1 kişi öldü. O da kırılan fay hattı üzerinde kulübesi olan ve hat yarılınca içine düşen bir güvenlik görevlisi. Geri kalanlar deprem yaşadıkları için değil, depreme uygun binada yaşamadıkları için öldüler.” Yani Allah Teala bizi cezalandırmıyor, bir defa bunu aklımızdan çıkaralım. Bu kötülüğü, yaşadığımız bu durumu biz kendi kendimize yapıyoruz.
Allah Teala’nın yeryüzünü hareketli yarattığını biliyoruz. Yer kabuğunun, atmosferdeki, okyanuslardaki tüm hareketlerin dünyadaki yaşam için şart olduğunu da biliyoruz. Biraz jeoloji ve fizik bilenler bunları bize anlatıyor. Deprem kuşağında yaşadığımızı ilk defa öğrenmedik. Tarihe baktığımızda buna dair müstakil eserler verilecek kadar büyük depremler yaşanmış. Bazılarına küçük kıyamet denmiş. O zamanlar belki bu kadar tedbir alınamıyordu ve nüfus da bu kadar fazla değildi. Artık bilim, teknoloji ilerledi, depremi doğru şekilde okuyup, tanıyıp ona göre kendimizi doğru konumlandırmak zorundayız. Bu da kulluk görevimizdir. Burada insanın insana verdiği bir zarar söz konusudur. Halis Aydemir, başımıza istenmeyen bir hadise geldiğinde o hadiseden daha kötü olan onun bizim Allah ile aramızdaki yakınlığa zarar vermesi ve bizi ondan uzaklaştırmasıdır, demişti. Dolayısıyla hepimiz zihnimizdeki “Allah” tasavvurunu gözden geçirmek durumundayız. O’nu Esma-ül Hüsna’sında anlattığı biçimde tanımamız hayatın bütün iniş ve çıkışlarında kendisini doğru yere konumlandırmamız açısından son derece önemlidir.
İşimizi iyi yapmak ibadettir
Allah’a inanan, onun gönderdiği peygamberlere, indirdiği kitaplara iman eden ve buna göre yaşamaya gayret eden bir kimsenin -Kur’an-ı Kerim’de defalarca kez geçtiği üzere- Allah’a karşı bir numaralı vazifesi takva sahibi olmasıdır.
Takva bir seçenek değil, emirdir ve hesap verebilecek şekilde yaşamak demektir. O zaman deprem kuşağında takvalı bir Müslüman olmak, deprem kuşağında yaşamanın sana yüklediği sorumlulukların hesabını verebilecek şekilde yaşamak demektir.
İster o binaları yapan ister satın alan ister ise içinde yaşayan kiracılar ol, her birimizin kendi konumuna göre takvalı bir mümin olması gerekir. Takva sadece ibadetle ilgili değildir. Takva kök olarak korunmak demektir. Allah’tan korunmak; O’nun azabından, cezasından, yakalamasından, gazabından, sevgisini ve yakınlığını kaybetmekten korunmak… Biz takva deyince şu kadar kere hatim indirmek, kıyafetin çok örtülü olması, şu kadar nafile ibadetler vs. anlıyoruz. Bunları küçümsemiyorum, yanlış anlaşılmasın, bunlarla sınırladığımız zaman dünyada yaptığımız işlerin takva ile bir ilişkisi olmadığını zannediyoruz ve zihnimizin düalist bir şekilde ikiye bölündüğünü görüyoruz. Mesela su üretiyor, bu suyun içine de insanlığa zararlı bir şey katıyorum. Hesabını verecek miyim Allah’a? Bir kötülük yaptığımda hesabını vereceğim. O zaman bu suyu temiz, güvenilir ve sağlıklı bir şekilde ulaştırdığımda bundan sevap kazanacağım. Biz genellikle kötülük yaptığımızda bunun bizi Allah’tan uzaklaştıracağını ya da uhrevi bir sorumluluk yüklediğini düşünüyoruz da yaptığımız işi iyi yapmanın bir ibadet olduğunu düşünmüyoruz.
Dikkatinizi çekmek isterim, takva, farz ve haramlarla ilgilidir. Nafilelerle ilgili değildir. Farzları yerine getirmek ve haramlardan korunmak konusunda titizlik göstermek demektir. Çünkü Allah’ın azabı farz ve haramlarla ilgilidir, nafilelerle değil. Peki sadece namaz kılmak, zekât vermek, imkân bulanın hacca gitmesi midir farz? Bir insanın ekmeğini kazandığı işini düzgün yapmasının dinî hükmü de farzdır. İmam-ı Azam diyor ki mealen insanın mesleğiyle ilgili, kendi zamanında ulaşabileceği bütün detayları öğrenmesi farz-ı ayn olan ilimler muvacehesindedir. Yani ben bilmiyordum, diyemez.
Takva çerçevesinde afet öncesinde, afet esnasında ve afet sonrasında sorumluluklarımız
Bir vaize olarak konuştuğum için meseleye “Din ne diyor?” penceresinden bakıyorum. Afetten önce -bu herhangi bir kişisel felaket de olabilir-itikadı, fikri, ahlaki açıdan kötülük problemi konusuna zihnen hazır olmamız gerekir. İtikadı açıdan yeryüzünde bize kötülük olarak gözüken hadiseler niçin oluyor, Allah bunlara niçin izin veriyor, gibi soruların cevaplarını önceden zihnimizde hazırlamamız gerekiyor. Olayları nasıl yorumlamak istersek öyle yorumlarız, o yüzden Kur’an-ı Kerim pek çok kişi için iman vesilesi olurken pek çok kişi için de inkâr vesilesi olur. Dünya ahiret ayrımı meselesini zihnimizde netleştirmeliyiz. İşini düzgün yapmayı dünya ile ilgili bir şey zannedip, “iyi bir inşaat yapmazsam bunun Allah katında bir karşılığı yok hesap vermeyeceğim” diye düşünmek veya “işimi iyi yaparsam Allah katından bir karşılığı var” diye düşünmemek, zihnin bu konuda net olmadığını gösterir. Mühendislerden, doktorlardan çok kere sadece para kazanmak için yaşıyoruz uhrevi bir şey yapmıyoruz, diye çok kez duymuşumdur. Uhrevi olan şey de bu dünya ile ilgilidir. Ahireti burada kazanacağız, bu tamamen dünya ile ilgilidir. O yüzden dünya ahiret ayrımını bu kadar ayrı kutuplara yerleştirmeye bir son verip tevhidî bir bakış açısına afetten önce ulaşalım. Bunun tabii sonucu da sorumluluk duygusudur ve ahiret demek, hesap demektir. Bu yüzden deistler ahireti inkâr ederler. Çünkü ahiret varsa hesap vardır, hesap varsa kitap vardır.
Müslüman iş görme anlayışı konusunda kendini revize etmeli
Zihnimizdeki kavramsal haritaların temiz olması gerekir. Yani takva, tuğyan, sabır, isyan, helal, haram, ahlak, adap arasındaki farklar nedir? Bu konularda zihnimizin pırıl pırıl olması gerekiyor. Bunun için de hep ansiklopedi, sözlük okumayı tavsiye ediyoruz. Müslüman iş görme anlayışı konusunda da kendini revize etmelidir. Peygamber Efendimiz 6 aylık oğlu İbrahim vefat ettiğinde defnedileceği mezar kazılırken mezarın zemininde düzgün olmayan bir kısım kalıyor. “Orayı düzeltin” diyor. Bir sahabe soruyor: “Ya Resulullah bu çıkıntının ölüye de zararı yok, diriye de neden düzeltelim?” Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Evet, ölüye de zararı yok diriye de. Kul bir işi yaptığı zaman Allah sadece o işin en güzel şekilde yapılmasından razı olur. Başka bir şekilde o işten razı olmaz.” Buna acizane ihsan ahlakı diyorum. İhsan, peygamberimizin meşhur Cibril hadisine göre İslam’da en üst mertebedir ve iki anlamı vardır: “Güzel şeyler yapmak ve yaptığın her şeyi güzel yapmak.” Bizim birbirimizle ilişkimiz, bizim Allah ile ilişkimizdir. Ben Allah ile olan ilişkiyi sadece seccadeye indirgersem, oradan Müslüman ahlakı doğmaz.
Felaket anında ne yapacağız?
Biz sıradan insanlarız. Yani şu anda afet bölgesinde acil hizmette ön safta çalışan biri değiliz. Böyle bir yeterliliğimiz maalesef yok. O afette hizmet edenlere yardımcı olabiliriz, destekleyebiliriz. Peki bu yardımı ve desteği nasıl yapmalıyız? Koordinasyonla! Bir Müslüman ahlakının afet anında yapması gereken bir başka şey -afetin ne olduğu fark etmeksizin- haberleri yayma konusunda her zamankinden daha titiz olması gerektiğidir. Bu konuda Nisa 83. ve Hucurat 6. ayetleri üzerinde dikkatle düşünmenizi tavsiye ediyorum. Bir haber duyduğunuzda o haberi otoritelerden teyit etmeden paylaşmayın. Hele ki böyle bir zamanda milleti paniğe düşürecek, yanlış yerlere sevk edecek şeyleri teyit etmeden paylaşmayalım. Haberleri yayma orucu tavsiye ediyorum. Her duyduğunu söylemek kişiye günah olarak yeter, diyor Peygamberimiz.
Herhangi bir afet anında müminlerden ölenlerin şehit olduğunu efendimiz çok kuvvetli rivayetlerle bize haber veriyor. En ufak bir sesten, yüksekten, dar alandan korkan insanlar olarak nasıl şehit olacağız? Felaketi çağırmıyorum, yanlış anlaşılmasın ama her şeyin bir bedeli var. Allah onların bu yaşadığı felaketi asla zayi etmez. Allah katında en ufak bir fark bile kıyamet günü karşımıza çıkacak. Ahirete inanmayan bir insanın ya da inancı zayıf olan birinin bu olanları kaldırması çok zor ama ahirete kuvvetle inanan bir insan için -bunu daha önceki depremlerde sahada çalışan psikolog arkadaşlarımızdan dinlemiştik- *" Ahiret olmasa bu dünya çekilmez, katlanılmaz. Onun için ölenlerin şehit mertebesinde olduğunu, herkesin niyetine göre haşr olacağını bilmek bizim için çok büyük teselli sebebidir.
Dünyada iyilik her zaman daha fazladır
Afet esnasında birtakım yolsuzluklar, hırsızlıklar olduğunu duyuyoruz. Ansiklopedide zelzele kelimesini okursanız bunlar tarihte de olmuş. Bugünün geçmişten farkı her şeyin fazla afişe olmasıdır. Böyle olduğu için de biz kötülüklerin çoğaldığını zannediyoruz. İnsanoğlunun nezdinde kötülüğün haber değeri vardır ve çokça anlatılır. Fakat dünyada iyilik her zaman daha fazladır. Kötü örneklerin bizi iyilikten caydırmaması gerekiyor. İyiliği kalbinizin, gönlünüzün ve aklınızın tam mutmain olduğu yere yapın. Niyetle iyilik olmaz. Bu güzel fiilin sürdürülebilir olması için aklın, kalbin ve gönlün kani olduğu vasıtalarla yapılması gerekir. Araştırın, birçok alternatifimiz var: STK’lar, şahıslar, devlet kurumları... Afet anında ilgi ve beceri alanına göre güvenilir bir mecra bulup katılmak, sonrasında da söylenenleri dinlemek ve gerekenleri yapmak yani büyük ekibin bir parçası olmak, bireysel takılmamak gerekir. Bu tip afetlerde sabır çok önemli bir karakter gücüdür. İslam ahlakında anlatılan sabrın tam karşılığı şu olabilir; herhangi bir felaketle olumsuz bir olayla karşılaştığınızda o olayın gereğini yapmak konusunda direnç göstermek. Yoksa eylemsizlik, pasifçe boyun eğmek, tepene çıkarmak sabır değil “hilm-i himari”dir diyor Ahmet Hamdi Akseki. Tabii bu da umudunu diri tutan, Allah’tan ümidini kesmeyen insanların başarabileceği bir şeydir.
Lazım olmayan duygu insana verilmez yeter ki doğru kullanılabilsin
Afet anında bazı duygulara kapılıyoruz. Bu duygular kendimi gözlemlediğimde; mesela felç eden bir üzüntü, elin, kolun tutmuyor, hiçbir şey yapamaz hâle geliyorsun. Böyle bir üzüntü anında bir Müslümanın ne yapması lazım? Felç eden bir üzüntü halinde kalkıp abdest almalı, namaz kılmalı, kısacık da olsa bir dua etmeli ve kendini toparlamalıdır. Efendimizin Allah’a sığındığı üzüntünün bu üzüntü olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında isyan ve kızgınlık duyguları yaşıyoruz. Bazıları bu isyanın Allah’a isyan olduğunu zanneder ama bu doğru değildir. Bu isyan Allah’ın yarattığı kâinatı, O’nun koyduğu kurallar muvacehesinde kullanmayan, aç gözlü istismarcı insanların verdiği zarar sebebiyledir. Afet sonrası üzüntü, isyan, çaresizlik, telaş, çok iş yapma isteği kişinin hayatta sağlıklı ve iyi olduğu için duyduğu utanç duyguları ölçülü kullanılmalı, uzun vadede yaşatılmalıdır. Çok şiddetli bir deprem oldu, diyorlar ama bakıyoruz ki yanındaki bina ayakta. Hepsi çökseydi diyecektik ki evet, yapacak bir şey yok. Bu duyguların tamamı insana lazım: Kızgınlık, öfke, üzüntü, utanç... Zira lazım olmayan duygu insana verilmez, yeter ki doğru kullanılabilsin.
Konfüçyüs’un çok güzel bir sözü var: “Bir toplum için en büyük üç tehlike şudur: Akıllı insanların duygusuz oluşu, duygulu insanların etkisiz oluşu, etkili insanların akılsız oluşu.” Jules Payot, İrade Terbiyesi kitabında baştan sona bunu anlatıyor. Diyor ki bir şeyi doğru yapmak gerektiğine zihnen ikna olmak yetmez, ona duygularınızın da eşlik etmesi gerekir. Ancak o zaman eyleme dönüşebilir. Bir konuda çok duygulu olabilirsin ama vasıfsızsan hiçbir etkin yoktur. Bu yüzden Müslümanın vasıf sahibi olması lazım. Vasıf sahibi olmak için harcadığımız zaman, emek sadece dünyevi değildir, onunla cenneti kazanacağız. Etkili olmak istiyorsanız akıl ve duygunun siz de eş zamanlı olarak çalışıyor, bir arada hareket ediyor olması gerekir.
Dua amele eşlik etmelidir, amelin yerine geçmez!
Gazali İhya’u Ulüm’id-Din’in birinci cildinin sonunda nafile ibadetlerden bahsettikten sonra uzun uzun dualardan bahseder. Pazartesi şu dua, ikindiden sonra şu dua vs… Bunlar çok uzun dualardır, okumaya kalksanız başka bir şey yapamazsınız. Tüm bu duaları saydıktan sonra da der ki “Bu saydığımız dualar insanlığa faydalı olacak hiçbir iş yapamayacak kişiler içindir. Eğer insanlığa faydalı olacak bir iş yapıyorsanız o işi yapmanız bu duaları okumanızdan daha faziletlidir.”
Efendimiz bugün aramızda yaşıyor olsaydı bu afet karşısındaki tepkisi ne olurdu? Sizi düşünmeye davet ediyorum. Efendimizin “Yanarak ölmekten, boğularak ölmekten, toprak altında kalarak ölmekten Allah’a sığınırım,” diye bir duası var. Peygamberimiz bu duaları eylem yerine koymamıştır. Dua amele eşlik etmelidir, amelin yerine geçmez. En tesirli dualar en çok bilinen dualardır. Fatiha okuyun, salavatları okuyun, Peygamberimizin dualarını okuyun. Ama illa ki önce eylem, eylem, eylem... Aklı başında olan bir insan için fiili dua olmadan kavli dua utanç vericidir.
Afet sonrasında yapılması gerekenlerin ilki yaşanılanlardan ibret almaktır. Muhammed Hamidullah’ın insanları üçe ayırdığı o tasnifi hatırlatırım. İnsan tipine göre ki bazıları cezadan, bazıları nasihatten, bazıları dinî terbiyeden anlar. İnsanlardaki hırsın, aç gözlüklülüğün, azgın kapitalist sistemin önüne geçmemiz gerekiyor. Dünya lehine bozulan dünya-ahiret dengesini yeniden sağlamlaştırmamız gerekiyor. İkincisi deprem kuşağında yaşayan Müslümanlar olarak herkesin afet eğitimi alması gerekiyor ama kâğıt üzerinde değil. Afet türüne göre mağdur ya da destek olacak durumda olduğunda neyi, nasıl yapması gerektiğini öğrenmesi gerekiyor. Üçüncüsü x, y, z kuşağı gibi sınıflandırmalarla eleştirilen gençlerin önlerine bir hedef konduğunda ne kadar fedakâr ve samimi çalıştıklarını gördük. Gençleri bu tip bilinçli eylem imkânlarıyla tanıştırmamız gerekiyor. Gençleri salonlara toplayıp konuşmalar yapmak bir aktivite değildir. Dördüncüsü toplumda sadece ilgili ve yetkililerde değil binaların sağlamlığı konusunda takip bilinci oluşturmak gerekiyor. Sağlam olmayan binaları satın almamak, oralarda oturmamak...
Son olarak dünya fanidir. Dünyaya bel bağlanmaz. İnsana insan lazım, bunu unutmayalım. Yakınınızdakilerle iyi geçinin. “Uzaktan dost yetişene kadar yakından düşman yetişirmiş.” sözünü unutmayın. Süslü, çok geniş evlerde oturmak yerine; sağlam, daha küçük evlerde oturmalıyız. İhsan Fazlıoğlu hocanın sözü ile bitireyim: “İnsan yaşamında bir kez olsun kendine şu soruyu sormalı ve cevabını vermelidir: Sahip olduğum her şeyi yitirdiğimde beni ayakta tutacak olan şey nedir?”
* Fatma Bayram’ın 6 Şubat Pazartesi günü deprem sonrası yayımladığı konuşmasından derlenmiştir.