Çocukluk yürüyüşlerim beni uzak diyarlara taşıyan bir duaydı
Abdullah Kibritçi’nin Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor kitabı Ketebe Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kitabı bitirdiğimde, kendisinin son hikâyede anlattığı, hayallerinin peşinde durmadan koşan Amani’ye çok benzediğini fark ettim. Çocukken mahallesini gezerek başladığı yolculuklar, âlemin renklerinin peşinde tüm dünyayı dolaşacağı uzun bir koşuya dönüşmüş. Kibritçi, bu çocukluk yürüyüşlerinin onu uzak diyarlara taşıyan bir dua olduğuna inanıyor. Aslında bu söyleşiyi şubat sayımız için planlamıştık. Fakat o günlerde uzun süre internete erişemeyeceği bir çöl çekimine hazırlanıyordu. Ertelemek bazen daha hayırlıdır. Bu sayede yeni çektiği belgeselden ve ikinci kitapta yer alacak hikâyelerden fragmanlar almış olduk. Ve yeniden gitmek istediği diyarları, modern şehirlerle ıssız çöller arasında yaşadığı şok etkisini, hayatları büsbütün bekleyişe dönen insanları konuştuk.
Yolda olmak ezber bozan bir şey. Siz de hatıralarınızı anlatırken sık sık her yolculuğun kalıplarınızı kırdığından, sivri yanlarınızı törpülediğinden bahsediyorsunuz. İsterseniz yolda olma halinin insanı nasıl değiştirdiğiyle sohbetimize başlayalım. Sizin gibi birer hafta arayla -bazen aralıksız- dünyanın çok farklı uçlarında olan birine yolculuk ne öğretti? Modern şehirlerle ıssız çöller arasında yaptığınız hızlı geçişlerdeki şok etkisi anlarında neler hissetiniz?
Son çöl yolculuğum bir ay sürdü. Daha yeni döndüm ama kendime henüz gelemedim. Orada yirmi gün yoğun tempoda yaşadıktan sonra bir gece şiddetli kum fırtınası oldu. Çadırın içinde olmama rağmen toz beni bunalttı. Ağzımdan burnumdan kum toz girmesin diye suratıma bir şey sarıp tekrar yattım. O an bir şey fark ettim. Bu durum bana bir yerden aşina geliyordu. Vay canına, nasıl da unutmuşum, İstanbul’da suratımıza maske takıp gezmek zorundaydık. Çöl kendi şartlarını öylesine şiddetle dayatmıştı ki, o ana kadar eskiden nasıl bir hayatım olduğunu unutmuş gibiydim. Çadırda bunları düşündüm ve içinde bulunduğum duruma hayret ettim.
Bir arkadaşım uzun süre telefon numarasını hatırlayamadı. Telefonlar çekmediği için kullanılmıyor ancak gece tuvalete kalkanlar için fener vazifesi görüyordu. Kısa sürede alışkanlıklarımız altüst oldu. İçme suyumuz kısıtlıydı ve her eksilen şişe tedirginlik veriyordu. Teyemmüm hayatımızın sıradan bir parçası haline geldi. Bütün bunları yaşayıp metropole dönünce, insanın iki dünya arasındaki tezatlar gelip suratına çarpıyor. Eskisi gibi musluğu açıp rahatça elinizi yıkayamıyorsunuz. Yolculuk, dünyanın tezatlarını çok sık yaşatıyor. Dünyanın merkezinde sen yoksun, her şey senin etrafında dönmüyor. Senin yaşadığın gibi yaşamıyor insanların çoğu. Bunları hatırlatıyor her seferinde, biraz kendine getiriyor insanı.
Aslında bu röportajı kitabınızın çıkacağı şubat ayı için planlamıştık. Konuştuğumuzda uzun süre internet erişiminizin olamayacağı bir çöl çekimindeydiniz. Tam olarak neredeydiniz, çekimlerinizle ilgili kısa bir fragman almamız mümkün mü?
Çad’a üç defa gittim. Her seferinde çölün daha derinlerine yolculuk yaptım. Bu yolculukta gittiğim yer ise, siyah insanların yaşadığı son noktaydı.
Yüzlerce kilometre ötede Libya çölleri başlıyor ve Arapların diyarına giriş yapılıyordu. Çölde yaşam olmadığı düşünülür. Issız düzlüklerde giderken gerçekten de başka bir şey düşünemezsiniz. Ancak çölde bir günlük kara yolculuğundan sonra karşınıza aniden bir köy çıkar. Neden orada olduklarını, ne yaptıklarını anlamak çok güçtür. İnsan şoka uğrar.
Ounianga’ya işte böyle ulaştık. 350 kilometrelik çöl yolculuğu 18 saat sürdü. Kaybolduk, kuma saplandık, gece soğuktan donduk, derken nihayet hedefe ulaştık. Nadir ve eşsiz bir yer olduğunu elbette biliyoruz. Çölün ortasında buz gibi suları olan göller var. Günler süren ve perişan eden yolculuğu göze alan Batılı gezginlerin biraz çılgın olanları nadiren de olsa buraya geliyor. Ancak, buraya gelen ilk beyaz Müslümanlar olduğumuzu orada öğrendik. Köyün camisine girdiğimizde imam bizi “İstanbul” diye bağırarak karşıladı. Akıl alır gibi değil ama imamın kütüphanesinde Fuat Sezgin’in kitapları vardı. Burası, çölün binlerce kilometre içinde, şebekenin, internetin, elektriğin olmadığı bir yer. Haliyle biz de Ounianga’nın insanlarını, dertleri ve mücadelelerini anlattık belgeselde. Hayret ettiğimiz sayısız şey oldu. Binlerce kelime not aldım, artık onları yayımlamak da ikinci kitaba kaldı.
Çölden bahsettiğiniz bölümlerde sık sık insanların çalı çırpıdan yaptıkları evlerinin önünde öylece, her daim beklediklerini anlatıyorsunuz. Bu beni çok etkiledi. Benzer bir bekleme eyleminin bahsi Suriye sınırındaki mülteci kamplarını anlatırken de geçiyor. Bu iki farklı bekleme şekli üzerine neler söylersiniz?
Biz hızlı bir hayat yaşıyoruz sanırım. Somutlaşmış bir beklemek, pek temas ettiğimiz bir şey değil. Susadığımızda sürahiye uzanmamız yeterli. Suyun, köyün uzağından bidonlarla getirilmesini beklemiyoruz. Unun öğütülmesini, hamur olmasını ve ardından ekmeğin pişmesini beklemiyoruz. Elbise dikmek için bir parça kumaşın şehirden gelmesini beklemiyoruz.
Bu sebepten dünyada bizim yaşadığımızdan başka türlü bir hayatı tahayyül etmek imkânsız hale geldi. Tamam belgesellerde, haberlerde bazen başka hayatlara rastlıyoruz. Ve bize, nadiren yaşanan bir durum olarak aktarılıyor. Hayır, değil. Suya şebekeden erişemeyen insan sayısı daha çok. Dünya zannettiğimizden daha büyük ve insanların çoğu bizim standartlarımızda yaşamıyor. Bunu fark etmek, fark edip içselleştirmek çok zor, anlıyorum. Bu sebepten Afrika’da yol kenarında bekleyen insanların beklemesini bizim bekleyişimizle kıyaslamak ve tarif etmek zor. Beklenen şeyler o kadar çok ve beklemek öylesine doğal ki, hayat büsbütün bir bekleyişe dönüşmüş. Öyle zannediyorum ki artık beklemek için bir sebebe ihtiyaç bile kalmamış. Benim görevim ise o anı yaşamak, bekleyişin içinden geçip gitmek ve hissetmek. Eğer mümkünse bunu başkalarına da aktarmak.
Kampları anlattığınız bölümlerdeki her hikâye çok etkileyici. Fakat benim aklım-kalbim çocuklarını bekleyen Fida’da kaldı. Onun çocuklarına kavuşma anını çektiğiniz bir bölüm canlanıyor sürekli zihnimde. Belgeselden sonra kendisinden haber alma imkânınız oldu mu, çocuklarına kavuştu mu?
Belgesel kahramanlarımızın çoğu gibi, çekimlerden sonra Fida ile görüşmeye devam ettik. Aradan yıllar geçse de hâlâ görüşüyor, Suriye’ye geçtiğimizde ziyaretine gidiyoruz. Çocuklarına kavuştu bu arada. Bir ikindi vakti yaşadığı eve ziyarete gittim. Geleceğimden habersizdi. Kapıda kısa süre bekletip içeri davet etti. Odaya girdiğimde Fida yerde oturuyor, iki çocuğu ise yanında yatıyordu. Çocuklarına kavuştuğunu biliyordum elbette ama o manzarayı görünce, ikindi güneşi odayı doldururken Fida’yı sere serpe uyuyan çocuklarının başında şefkatle gülümser görünce, o anın hayatımın en unutulmaz anlarından biri olduğunu hissettim. Fotoğrafı da var, gönderirim.
Filipinler’in Tawi Tawi adasında kaçırılmaktan kıl payı kurtulmuşsunuz. Buna benzer başka olaylar da gelmiştir başınıza: ıssız bir çölde hasta olmak, kaçırılmak ya da her an öldürülebileceğini hissetmek… O anlarda aklınıza gelen ilk şey ne oluyor?
Savaş bölgelerinde can tehlikesi her zaman olur, sınırı geçerken bunu bilirsiniz.
Tedirginlik bir süre sonra gider ve kendinizi unutursunuz. Çünkü bir yere bomba düştüğünde bilirsiniz küçük çocukların öldüğünü. Bunu bilmek ve yakinen hissetmek, ölüm kadar zordur. Savaş bölgesine her girdiğinizde yeni dostlarınız olur. Ve yıllar içinde onlar, sırayla yok olur. Tanıdığınız insanlar birer birer eksilir. Ziyaret ettiğiniz hastane bir sonraki gidişinizde yıkılmıştır, oturup çay içtiğiniz evin odasına bomba düşmüştür, bir gün Halep düşer ve siz bir daha oraya giremezsiniz. Bunları yaşamak...
Gidip gördüğünüz tüm ülkeler arasında çok özlediğiniz ve tekrar tekrar gitmek istediğiniz bir yer var mı?
Aslına bakarsanız gittiğim yerlerin çoğuna yeniden gitmek istiyorum. Burundi’ye ikinci defa gitmek istemezsiniz normalde. Ama ben istiyorum çünkü orada işitme engelli küçük dostlarım var. Onları özlüyorum.
- Tanzanya’ya üçüncü defa gitmek istiyorum çünkü yolumu bekleyen dostlar var. Tekrar buluşmak için sözleştiğimiz arkadaşlar var. Yine de, bütün bunların dışında, Afganistan topraklarının insanı büyüleyen bir yapısı var. Bir kere yollarına düştüğünüzde sizi alıp başka dünyalara götürüyor. Aradan yıllar geçiyor. Sonra bir pazar günü evinizde kahvaltı yaparken, bir koku, bir tını size geçmişteki o günleri hatırlatıyor.
Ve Afganistan’ı aşkla, tutkuyla, şiddetli bir şekilde özlediğinizi hissediyorsunuz. Artık yerinizde duramazsınız. Bir şeyler yapmalısınız. Buna yakın duyguları elbette Balkanlar için de hissediyorum. Ama orada olan şey, daha çok geçmişimle irtibat kurmanın hazzı, yitip gidenin hüznü.
Kitap bittiğinde, son hikâyedeki hayallerinin peşinde durmadan koşan çocuk Amani’ye çok benzediğinizi fark ettim. Çocukken mahallenizi gezerek başladığınız yolculuklar, tüm dünyayı dolaşacağınız uzun bir koşuya dönüşmüş. Hâlâ yollardayken dünyayı kocaman bir aile kabul eden ve gönüllü olarak herkese el uzatmak isteyen gençlere neler söylersiniz?
Allah dünyayı ve insanları çeşit çeşit yaratmış. Buradan göçüp gitmeden evvel, bizim için inşa edilen bu gezegeni görmemek bana biraz garip geliyor. Ne kadar çok insan var, hayatları hikâyeleri ne kadar çeşitli, aynı anda nasıl da milyarlarca duygu yaşanıyor? Bütün bunlar beni hayrete düşürüyor.
Yaşamak, var olmak nasıl da inanılmaz şeyler. Seyahate çıktığımda yakama yapışan duygular bunlar. Evde oturduğumda beni yola çağıran düşünceler de bunlar. Elbette şunun da farkındayım. Bu bir imkân meselesi. Ama Yenikapı Langa’ya bir akşam vakti gitmek, Somali sokağından geçmek, Afgan gençlerin evlerine misafir olup muhabbet etmek, siyahi gençleri yeşil örtülü masalarda okey oynayıp oralet içerken görmek, Bangladeşli çocukların tavuk döner yiyişini seyretmek; bütün bunlar hemen şimdi ulaşabileceğimiz şeyler. Bilmiyorum, ben böyle yaptım, Bolivya’ya gidemediğimde Langa sokaklarında yürüdüm. Bangkok’u özlediğimde Esenler’e yollandım. Henüz ülkemin sınırlarını aşmadan evvel, çocukluğumda başlayan yürüyüşlerle, İstanbul’un bütün semtlerini dolandım. Bunun bir dua olduğuna inandım. Beni daha uzaklara taşıyan bir dua. Böyle. Şuraya gidin, şunu yapın diyerek tavsiye vermektense, benim için gitmenin nasıl mümkün olduğunu anlatmak, daha uygun geldi.