Çocuklaş ki, insan ol!

Varlık ile aramıza giren bir engel epistemolojik ise, diğer bir engel de ekonomiktir.
Varlık ile aramıza giren bir engel epistemolojik ise, diğer bir engel de ekonomiktir.

Sokrat öncesi Varlık deneyimleri esas olarak trajiktir. Hayret ve tefekküre yol açan Varlık uçurumu aynı zamanda insanı eşyanın gündelik düzeninin dışına fırlatmıştır.

Muhtemelen bu yazı bayram günü elinizde olacak. Bayramlar, çocuklaşma günlerimiz. Çocuk, insana en yakın beşer. Hayvan yanımız, çocukta kendini ifadeye imkân bulamıyor, yahut kurban ediliyor. Ve büyüdükçe, çocukluğumuz nispetinde eksiliyor insanlığımız. Daha iktisadi bir açıdan bakarsak: Mülk denizi kabardıkça artıyor gönül darlığımız; dönüşüme uğruyor, âdeta mahiyet değiştiriyor varlığımız.

Varlığımız? Bu ne demek acaba? Var, varlık, varlığımız. Bir söz yığını. Birçok dinî veya felsefi metinde rastlamışsınızdır: Önce Söz vardı! Hangi söz, nasıl söz, kimin sözü? “Var” sözü bile her dilde farklı ifade ediliyor. Mesela İngilizcede “vardır” için kullanılan ifade şu: “There is.” Türkçe tam karşılığı: “Oradadır.” (Nerededir?) Almancada vardır’ın karşılığı: “Es gibt.” Türkçesi: “O verir.” (Kim verir?)

Varlık kavramı sadece bu üç dilin birbiriyle ilintisi içinde ele alındığında bile, bir dilde sanki gayet açıkmış gibi gözüken durumun hiç de öyle olmadığı hissediliyor. Türk’ün “var” dediği şeye, İngiliz bir yer tayin ediyor; Alman ise onu veren dış özneye dikkatleri çekiyor. Şaşkınlığımıza rehber olması için Yunus Emre’ye müracaat edelim mi?

  • Ey sözlerin aslın bilen
  • Gel, de, bu söz nerden gelir
  • Söz aslını anlamayan
  • Sanır bu söz benden gelir.
  • Söz karadan aktan değil
  • Yazıp okumaktan değil
  • Bu yürüyen halktan değil
  • Hâlık âvâzından gelir.
  • Ne elif okudum ne cim
  • Varlığındandır kelecim
  • Bilmeye yüzbin müneccim
  • Tâliim ne’ıldızdan gelir.

Evet, müneccimler bile talihimizin hangi yıldızdan geldiğini bilmez, bilemez. Belki biliyorduk da, unuttuk! Yirminci asrın en ciddi filozofu Heidegger’e göre Yunan fikir/inanç dünyası ve topyekûn Batı uygarlığı Varlık’ın ifşasıyla (vahy?), unutmama (zikr?) ile başladı. Sonra unutuldu Varlık (Vücud) ve varlıklarla (Mevcudat) uğraşmaya başladık. Hâlık âvâzına kulak tıkayıp, Vücud’u terk edip mevcudla uğraşmak, mutantan felsefenin başlangıcıdır. İşitme yeteneğini yitirmeyen Yunus, bunun da farkındadır:

  • İş bu Vücud şehrine bir dem giresim gelir,
  • İçindeki sultanın yüzün göresim gelir
  • İşidirim sözünü, göremezem yüzünü
  • Yüzünü görmekliğe canım veresim gelir.
  • Varlık geri çekildi!

Heidegger’le devam edelim: Yunanlıların en önde gelen eseri polis idi (site, şehir). Polis onlar için sadece devlet işlerinin yürütüldüğü bir yer değil, tanrılarla insanların birbirleriyle münasebet kurdukları, insanoğlunun ilk kez yeryüzündeki ölümlülüğünün farkına vardığı bir mekândı. Yunanlılar sanatlarında, din, felsefe ve siyasi kurumlarında otantik bir ölüm anlayışını ve dolayısıyla kendi fânilik ve kaderlerini temsil edebildiler. İnsanoğlu, ölümsüz tanrılara karşıt olarak, kendi fâniliğini fark ettiği ölçüde kendine ait bir yer ve ethos sahibi oldu. Ahlak ve siyaseti, bu temel gerçekliği yansıtır.

Heidegger
Heidegger

Sokrat öncesi Varlık deneyimleri esas olarak trajiktir. Hayret ve tefekküre yol açan Varlık uçurumu aynı zamanda insanı eşyanın gündelik düzeninin dışına fırlatmıştır. Varlık her şeyi sorgulamakta ve Antigone, Oedipus, Heraklitus gibi kurgu veya gerçek kişiler, Varlık meselesiyle yüz yüze geldikçe a-polis duruma düşmektedirler: Şehir ve yer’den yoksun, tek başına, yabancı. Bu yersiz/yurtsuzların anlam ve önem sahibi oldukları trajik çağ, Varlık’ın tecellisinin gözden kaybolmasıyla sona erdi. Varlık geri çekildi. Geri çekiliş Sofistlerle başladı ve Eflatun ile Aristo’nun eserlerinde doruğa ulaştı. Tek istisna Sokrat oldu. Eflatun ise Varlık sorusuna sırt çevirdi; hatta bu soruya kesin bir cevap vermek suretiyle meseleyi kapattı. Batı tarihi Varlık’ın unutulmasının; buna mukabil varlıkların zaferinin tarihidir. Eflatun’dan bugüne gelen bütün filozoflar, Varlık ile aramıza giren engellerdir ve onları aşmadıkça O’na ulaşma imkânımız yoktur.

  • Ol sultan halvetinin yedi hücresi vardır
  • Yedisinden içeri, seyran kılasım gelir
  • Her kapıda bir kişi, yüzbin çerisi vardır
  • Aşk kılıcın kuşanıp cümle kırasım gelir
  • Erenlerin sohbeti, arttırır marifeti
  • Bî-dertleri sohbetten her dem süresim gelir.

İktisadi varlıkların trajedisi

Varlık ile aramıza giren bir engel epistemolojik ise, diğer bir engel de ekonomiktir. Mesela bugün bir iktisatçının şöyle bir soru sormasını yadırgar mıyız: Acaba insanoğlunun ilk sorusu ontolojik miydi, ekonomik miydi? Yani, ilk soru varlığa dair miydi, mideye dair mi? İlk insan önce “Ben neyim? Nereden geldim? Niçin geldim?” diye mi sordu; yoksa “Kim isem ve başıma her ne hâl geldi ise, varlığımı nasıl devam ettirebilirim?” İhtimal, her iki soruyu da sormuştur. Fakat, birinci soruyu cevaplandırma tarzımız, ikinci soruya nasıl cevap vereceğimizi derinden etkiler. Tersi de doğru: İkinci soruya öncelik verme, birinci soruyu cevaplandırmamıza biçim ve renk verir.

Sokrat
Sokrat

Modernlik, ikinci soruyu cevaplandırma tarzının birinci soruyu gereksiz kılmasıdır! Bakışlarını maveradan masivaya çeviren modern insan, “en büyük sayının en yüksek mutluluğunu” hedeflediğinden, birinci soru anlam ve ağırlığını kaybetti. Mütemadî tatminsizlik içinde yaşamamızın başlıca sebebi budur. Büyük sayılara ulaşsak bile, kalbimiz bir türlü yatışmıyor.

Tatminsizlik sadece modern bir durum değil. “Geleneksel” denen insanda da dinmeyen bir sahiplik arzusu, dolayısıyla da giderilmez bir tatminsizlik duygusu vardı elbette. Dünya zevklerine müştak bir halk ozanı olan Karacaoğlan’dan birkaç mısra bize bu hususta fikir verebilir:

  • Ömrüm uzun eyle Bâri Hüdâ
  • Hamd ü senâ şükür etmek isterim
  • Çalışıp kazanıp nefis taamlar
  • Dişlerim var iken yemek isterim
  • Bir küheylan at ver, istemem eşek
  • Üstü kaplan postu tek olsun öşek
  • Kuş tüyünden yastık, yumuşak döşek
  • Keçeler içinde yatmak isterim.

Servete psikolojik yöneliş elbette kapitalist sistemle sınırlı değildir; hatta denebilir ki insanlar ihtiyaç duyduklarından daha fazla maddi varlığa “her zaman” sahip olmak istemişlerdir. İmam-ı Gazali’ye göre bunun birinci sebebi gelecek korkusudur. Korkan insan, kötümser olur. Dolayısıyla, mevcut ihtiyaçlarını karşıladığı anda bile, uzun hesaplar (tûl-i emel) yapar. Hatırına, ihtiyacına yeten malın telef olabileceği ve başkasına muhtaç duruma düşebileceği gelir. Bir kere bu hatırına gelince de gönlüne korku dolar ve korkunun verdiği rahatsızlığı, herhangi bir afet hâlinde başvurabileceği başka bir malının da olduğunu bilmekten ileri gelen bir güvenlik duygusundan başka şey dindiremez olur. Artık o, geleceği için beslediği korkudan ve hayata olan sevgisinden dolayı, habire uzun bir ömrü, hücum eden ihtiyaçları, malların afetlere maruz kalma ihtimalini hesap edip durur. Netice olarak da bu hâl, onu korkusunun tek çaresi olarak gördüğü, ihtiyaçtan fazla mal toplamaya iter. Gazali’ye göre bu öyle bir korkudur ki, belirli hiçbir mal miktarı onu dindiremez. Böylelerinin durabileceği son nokta, dünyadaki her şeye sahip olmalarıdır.

Servet peşinde koşmanın ikinci ve daha kuvvetli saiki, insanoğlunun rububiyet eğilimidir. Gazali’ye göre, mayasındaki rabbanî özellik icabı insan ruhu rububiyeti sever. Rububiyetin anlamı, “kemalde eşsiz ve varlıkta tek ve rakipsiz olmaktır.” İnsan, kâmil olmayı, ötesi olmayan bir amaç olarak, kendi içinde bir amaç olarak arzular. Ancak, Varlık’ta tekleşerek kemale erme imkânı olmayınca, bu sefer diğer bütün varlıklara hükmetme yoluyla kemale erme ihtiyacını tatmin etmek ister. İnsanlar üzerinde hâkimiyet, onların ruhlarını ve gönüllerini kendine râm etmekle mümkün olur. Gönüllerin râm olması ancak sevgiyle, sevgi ise ancak sevilende bir kemale inanılmasıyla mümkün olur. Böyle bir kemal yoksa, o zaman insanoğlu bunu mal çokluğu ile dengelemek ister. (Konunun meraklılarına Sabri Orman'ın Gazali'nin İktisat Felsefesi başlıklı kitabını öneririm! İnsan Yayınları.)

Modern durumla “Geleneksel” durum arasındaki başlıca fark, şu galiba: On sekizinci yüzyıla gelinceye kadar bütün dinler veya toplum felsefeleri, “eşyaya sınırsız sahip olma” duygusunu kınamış ve insanı, aşırı arzularını terke zorlamışlardı. Aydınlanma, sınırsız arzuyu normalleştirdi. Medeniyet, insanın iyi yanlarının değil; aksine, ayıplanan kötü yanlarının eseri sayılmaya başlandı. Private vices, public benefits! yeni çağın amentüsü oldu: Özel/kişisel kötülükler, Kamu yararıyla sonuçlanır. Bu anlayış tıpkı bir din gibi kökleştirilmeseydi, Kapitalizm tutunamazdı.

Dünya neye benzer?

Hepimiz modern kapitalizmin içine doğduk. Bildiğimiz tek gerçeklik, tüketimi kamçılayan modern ekonomidir. Hayatı ondan ibaret biliyoruz. Oysa hayat “başka yerde”! Nerede olduğunu bilen söylemez, söyleyen bilmez. Biz gene Yunus Emre’ye konuk olalım. Bakalım esrik ozan dünyayı doğru anlamamıza yardımcı olacak mı?

  • Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer
  • Veli bizim ömrümüz bir tiz pazara benzer
  • Her kim bu şara geldi bir lahza karar kıldı
  • Geri dönüp gitmesi gelmez sefere benzer.

Evet, dünya büyük bir şehir. Oradaki hayatımız ise çabucak bitiveren bir pazar yeri. O pazarda ancak bir an mola veriyor, sonra dönülmez bir sefere çıkıyoruz. Nereye gidiyoruz? Niçin geri dönmüyoruz? Yahya Kemal’e göre, geri dönmememizin sebebi, memnuniyetimiz! Gidenlerin her biri o kadar memnun ki yerinden; birçok seneler geçti, dönen yok seferinden!

Dünya öyle bir şehir ki, önce tadı bal ve şekerden şirin. Sondaki acısı ise yılan zehiri gibi. Şehir insanı nefsani hayaller içinde yüzüyor. Hayalperestliği, aklını başından alıyor ve onu insanlıktan (Başa dönersek: Çocukluktan!) uzaklaştırıp hayvanlık âlemine yaklaştırıyor:

  • Bu şarın evvel tadı şehd ü şekerden şirin
  • Ahır acısını gör şol zehr-i mâra benzer
  • Bu şârın hayalleri türlü türlü hâlleri
  • Aldanmış gafilleri câzu ayyâra benzer
  • Bu şarda hayallerin haddi vü şümârı yok
  • Bu hayâle aldanan otlar davara benzer.

Peki, hayvanlıktan kurtulmanın, insanlık adına ve şerefine uygun yaşamanın imkânı yok mu? Var elbette! Varlık ile bütünleşme arayışı içinde olmak; bu şehrin sultanı olan Allah’ın rızasına uygun yaşamak. Had ve hesabını bilerek çocuklaşmak; aşk ile ilk bahara kavuşmak:

  • Bu şârın sultânı var cümleye ihsanı var
  • Sultan ile bilişen yok iken vara benzer
  • Kendi mikdârın bilen bildi kendi hâlini
  • Veli dahi aşk ile evvel bahara benzer.

Heidegger, Hölderlin yerine Yunus’u okumuş olsaydı, filozof değil şair olurdu!..