Cennetten düşenler
Adalar’daki faytonculuk, bugünlerde, hararetli şekilde tartışılan bir mevzu. Tüm faytoncular kötüdür gibi bir yargıda bulunmak çok doğru olmasa da, Adalar’daki şartların pek iyi olmadığı da aşikâr. Fakat, insan sormadan da edemiyor: peki geri kalan her yerde şartlar çok mu iyi? Adalar’daki durum, şimdilik, vücudun tamamına sirayet etmiş bir hastalığın semptomu gibi. Yarışlarda birçok başarıya imza atmış atların yetiştiriciliğini yapan Yalçın Harası Müdürü Metin Göre ile profesyonel at yetiştiriciliği ve hipodromlardaki sıkıntılar üzerine konuşuyoruz. Türkiye’de atçılığı nasıl daha iyi bir noktaya taşıyabileceğimiz hususunda cevaplar arıyoruz. Beğenilerinize sunarız.
Bize biraz Yalçın Harası’nı tanıtır mısınız?
Burası 300 dönüm üzerine kurulmuş bir hara. Burayı 2012 yılında kurduk. Buradan önce 13-14 yer gezdik. Atçılığa ve yetiştiriciliğe en uygun yeri arıyorduk. En sonunda burada karar kıldık. Şu anda 140 adet atımız var. Bunların yarısı pansiyon, yani başka kişilerin sahip olduğu ve bizim bakımını üstlendiğimiz atlar, geri kalanı da bizim kendi atımız. Genellikle İngiliz atı yetiştiriyoruz. Arap atları çok az bizde.
Niçin İngiliz atını tercih ediyorsunuz?
Burası “yetiştiricilik” yapan bir hara. Daha doğrusu, önceleri kendimiz yetiştirip yarışa sokuyorduk fakat son iki senedir atları yetiştirip, yarışa girebilecekleri yaşa geldiklerinde satıyoruz. İngiliz atları iki yaşında yarışa girebiliyor, Araplar ise üç yaşında. Dolayısıyla İngiliz atlar daha hızlı satılabiliyor ve daha çabuk para getiriyor.
Daha önceleri kendi atlarınızla yarışa giriyordunuz fakat şimdi sadece yetiştiriyorsunuz. Neden böyle bir değişime gittiniz?
Haranın sahibi, Oğuz Yalçın Bey, at sevdalısı bir kişi. Bu işe, en başta bir iki atla girdi. Fakat daha sonra işi genişletmeye karar verdi. Önce, atlarımızı biz kendimiz yetiştirelim, kendi atımızla yarışa girelim, dedik. Çünkü, dışarıdan aldığınız, kendi yetiştirmediğiniz atların mazisini bilmiyorsunuz.
Mesela at sahada bir anda sakatlanıyor. Bu sebeple, önce kendi yarıştıracağımız atı kendimiz yetiştirelim, dedik. Fakat daha sonra atlar bir hayli çoğaldı. Elli, altmış tane atı yarıştırmak zor ve külfetli bir iş. Hem maddi hem manevi.
Yarışacak atlar için bir ekip kurmak, hepsini yarışa taşımak, geri getirmek maddi olarak zorluyor. Bu sebeple, yarışa girmemeye, fakat sadece yetiştirip satmaya karar verdik.
Artık kendimize hiç at ayırmıyoruz. Buradaki tüm taylar satılık, anneleri satılmıyor. Yetiştirdiğimiz atlardan %25 yetiştirici primi alıyoruz ve burayı bu şekilde döndürmeye çalışıyoruz.
Kaç kişi çalışıyor burada?
13 seyisimiz var. Nalbant, veteriner, aşçı, müdür derken, 17-18 kişi buradan ekmek yiyor.
Sistem çok güzel aslında. Herkesin belirli işleri ve belirli saatleri var. Bir fabrika gibi neredeyse. Peki eleman alırken, bunun bir ölçüsü var mı? Sonuçta, mesela bir seyisin, attan anlaması, onu sevmesi gerekir.
Tabii, ilk kriter, aldığımız elemanın tecrübeli olması. Şu anda burada, çoğunlukla daha önce TİGEM’de, TJK’de çalışmış, 7-8 yıllık tecrübeye sahip elemanlar var. Onların dışında, çevre köylerden gençleri alıp biz eğitiyoruz. Abilerinden, ata nasıl davranılacağını, nasıl yaklaşılacağını öğreniyorlar. Belirli bir deneme süresinden sonra işe başlıyorlar.
Dışarıda eğitim veren bir kurum yok sanırım.
Yok. Yani, hipodromların verdiği bir eğitim var. Ama, burada bir köyde yaşayan bir çocuğu alıp hipodroma nasıl göndereceksin? Seyislerin, eğitimi zaten, genelde çekirdekten yetişme dediğimiz şekilde oluyor.
Diyarbakır, Urfa yöresinde Arap atçılığı yaygın olduğu için, çocuklar daha 7-8 yaşlarından itibaren atla yaşıyor, atın altından girip üstünden çıkmaya başlıyorlar.
Peki, burada işler nasıl yürüyor? Senelik programınızdan kısaca bir bahsedebilir misiniz?
Tabii. Aşımlar (atları çiftleştirme işine verilen isim) 30 Haziran itibariyle bitiyor. Aşımdan sonra, tayların burada 3 ay kadar boş bir zamanı oluyor. Fakat bizim işimiz bitmiyor. Çünkü sonrasında, tayları anneden ayırma dönemi başlıyor. 5-6 aylık olanları anneden ayırıyoruz. Sonra ekim ayında ilk eğitimler (loungelar) başlıyor.
Bir ay kadar da bu sürüyor. Aralık ayında, artık büyümüş tayları sahaya indiriyoruz. Aralık ile şubat arasında bir miktar boş zamanımız oluyor. Zaten yıllık izinler de genelde bu dönemde kullanılıyor. Bunun dışında boş bir zamanımız yok. Doğum sezonu, tayların eğitimi, sahaya gönderilmeleri derken bir bakıyorsun, sezon bitiyor.
Hem gördüğümüz kadarıyla hem de anlattıklarınızdan anlıyorum ki, burası gerçekten cennet gibi bir yer. Atlar için her şey yolunda. Hatta demin kulağıma takıldı, içeride atlara klasik müzik dinletiyorsunuz. Peki, bir at buradan hipodroma gidince hayatında ne değişiyor?
Ben bizi ziyarete gelenlere hep aynı şeyi söylüyorum. Burada beş yıldızlı bir otelde kalıyorlarsa, hipodroma gittiklerinde F tipi kapalı cezaevine girmiş oluyorlar. Birbirlerini hiç görmüyorlar. Tabii, bu da hipodrom açısından, bir nebzeye kadar gerekli.
Biz, burada hepsini bir arada yetiştiriyoruz. Locaları gördünüz, açık localar, birbirlerini görebiliyorlar. Burada bir sürü olarak yaşıyorlar, fakat sahaya ya da hipodroma gittiklerinde, bireysel bir bakım ve bireysel bir hayat başlıyor onlar için.
Peki, bu atın hırslanması, yarışta daha iyi neticeler elde etmesi için mi?
Tabii. Orada atın bireysel olması lazım. Çünkü bir rekabet ortamı var. Güçlü vitaminler alıyorlar. Yarış atı büyüdükçe, doğasında olan koşma içgüdüsü ortaya çıkıyor. At, sürekli koşmak istiyor. Karakteri de iyiyse, hırslı oluyor ve yarışlarda başarı elde etmek istiyor. Ama burası öyle değil. Burayı bir anaokulu gibi görebiliriz. İlk eğitimlerini burada alıyorlar. Orada ise yarış hayatları başlıyor.
İlk eğitim dışında bir eğitim oluyor mu?
Evet, oluyor. Burada, taylar 1,5 yaşında iken başka bir eğitim sürecine giriyorlar. Bu eğitim 3 hafta kadar sürüyor. Buna, “tay kırma eğitimi” diyoruz.
Bu eğitim bittikten sonra hipodroma gönderiliyorlar ve orada da başka bir eğitim başlıyor: Tırıslar, galloplar... Derece tutuyorlar, atın gücünü ve karakterini ölçüyorlar. Eğer bir at yarışlar için uygunsa, kendisini idmanlarda belli ediyor. Sonra, nisan-mayıs ayı gibi ilk yarışlarına çıkıyorlar.
Burada yaptığınız bu tay kırma işleminden biraz daha bahsedebilir misiniz?
Tay kırma sürecinde, atlara eğer vurmayı, kantarma kullanmayı ve komutları öğretiyoruz. Durmak, hareket etmek, hızlanmak, bunları öğreniyorlar. Tay kırma dediğimiz ilk eğitimleri bu oluyor. En sonda da binek yapmaya başlıyoruz.
Önce bel üstü karın yaslamayla biniliyor, daha sonra süvari binişi, derken eğitim tamamlanıyor. At kıvama geliyor. Bu eğitimi hipodromlarda da veriyorlar ama orada biraz daha farklı oluyor tabii. Orada atı yıldırarak, gardını düşürerek yapmaya çalışıyorlar bunu. Bence doğru değil.
Seyisler, eline bir poşet alıyor, bir ip alıyor, harra hurra koşturuyor, atın pestilini çıkarıyor. Sonra üstüne vuruyor eyeri, takıyor kantarmayı, “Tamam abi, bu kabul etti” diyor. Bilinçsizce yapıyorlar ve eğitimi 2-3 günde bitirmeye çalışıyorlar. Sonra ne oluyor?
Mesela start noktasında kalıyor, hareket etmiyor, agresifleşiyor. Bu sefer de takıları kullanmaya başlıyorlar: Kapalı gözlükler, kulaklıklar... Avrupa’da böyle değil. Takı, orada en son çare, burada genele yayılmış durumda. Dolayısıyla, oradaki atlar sahaya bir adım önde girmiş oluyor.
Peki, hipodromda başka ne gibi sorunlarla karşılaşıyor atlar?
Şimdi, bence, bir kere en büyük sorunlardan biri, hipodromlarda aynı zamanda atların ahırlarının da bulunması. Ben bunu yanlış buluyorum. Hipodromlar, atların sadece koştukları yerler olmalı.
Yarış bittikten sonra evlerine geri dönmeliler. Yurt dışında, çoğu yerde böyle yapılıyor. Adam, atını aracına bindiriyor, yarışa götürüyor, yarıştan sonra tekrar arabaya bindirip haraya geri getiriyor. Yani hipodromun içine ahırı sokmayacaksın. Bence Türkiye’de değişmesi gereken ilk şey bu.
Ama mesela harası olmayan, yeri müsait olmayan biri de at sahibi olmak, yarışa girmek isteyebiliyor. Yeri olmadığı için de atını hipodromda tutuyor.
İşte bu yanlış. Daha çok aşama katetmemiz lazım bu bahsettiğim seviyelere gelmek için. Bence doğru olanı şu: At hipodromda sadece koşacak, orada yaşamayacak. Yarıştan sonra kalkıp tekrar evine gelecek.
Belki lisanslar da buna uygun verilmeli. Herkes at sahibi olmamalı, sadece imkânı olanların, belirli şartları sağlayanların atı olmalı...
Evet. Şimdi bir tane atı olan adam da var, yetmiş tane atı olan da... Bu ikisini aynı zeminde buluşturacak düzenlemeler gerekiyor. Şu anda at sahibi olmak, belge almak da çok kolay. Herkesin bir belgesi var. Yoksa da zaten rahatça başkasının belgesini kullanarak koşturabilirsin.
Peki, Türkiye’de at yetiştiriciliği ne durumda? Mesela sizin gibi at yetiştiren ne kadar insan vardır? Senede kaç tane at sahaya iniyordur?
Her sene, hipodromdan, 2-3 bin at sahaya iniyor. Bunların %30-%40’ı başarı sağlıyor ve sahalarda kalmaya devam ediyor. Çiftlikleri soruyorsanız, kurumsal bir üne kavuşmuş çiftlikler 50 adeti geçmez.
Yurt dışından at geliyor mu?
Tabii ki geliyor. Her sene uluslararası yarışlar yapılıyor. Gelip koşuyorlar, paraları toplayıp gidiyorlar. Bizim atların hepsini geçiyorlar.
Biz hiç yurt dışına satıyor muyuz?
Çok çok az. %3-%5, belki daha da az.
Siz hiç sattınız mı?
Yok, biz de satmadık. İsteyenler oldu. Yurt dışından atlarımıza talip olanlar oldu. Ama prosedürler bize engel çıkardı. Hatta yurt dışına koşmaya bile gidemedik. Piano Sonata, geçen sene Gazi Koşusu’nda kazanan atımız...
2018’de Dubai’ye gidecekti. Büyükada’daki atların bir hastalığı yüzünden, karantina bölgesi olduğu için, İstanbul’dan at çıkışı yasaklandı. Atımız, maalesef yurt dışında koşamadı. Yani, Adalar’da, fayton atlarındaki bulaşıcı bir hastalık sebebiyle, bizi İstanbul’dan çıkartmadılar.
Şimdi, kabaca bir hesap yapıyorum. Senede 2-3 bin at sahaya iniyorsa, bir o kadar atın da sahadan çıkması gerekiyor. Bir kısmı koşarken sakatlandı, öldü diyelim... Herhâlde yarısından çoğu bir şekilde hipodromdan çıkıp piyasaya giriyor. Bu atlara ne oluyor?
Jokey Kulübü’nün bir kampanyası oluyor her sene: Sahada koşamayan, sakatlanan atları cüzi bir bedel karşılığında satın alıyor.
Oradan da bildiğim kadarıyla, okullara, kulüplere, otistik çocuklara eğitim veren derneklere ya da bunun gibi yerlere gönderiliyor.
Biz yarış hayatı bitmiş atları hediye de ediyoruz. Köylü alıp evine götürüyor, işte koyunları güdüyor, ormana gidiyor. Ya da sadece at sevgisinden dolayı alıyor. Ama ortada gerçekten büyük bir rakam var. Hepsine ne oluyor bilemiyorum. İnşallah güzel yerlere gidiyorlardır.
Mesela, Adalar’daki faytoncular ve oradaki kötü şartlar, bu aralar çok göz önünde. Ama geri kalan yerlerde çok mu iyi diye sorası geliyor insanın. Sanki Adalar, ölmek üzere olan atların gittiği son yer gibi.
Evet, maalesef öyle. Şimdi, ciddi sakatlığı olmayan atları, bu doğa turizmi yapan yerler de alabiliyor. Nevşehir tarafında, Ürgüp’te atlarla gezi yapıyorlar bildiğim kadarıyla. Onlar da atları turist gezdirmek için alabiliyor.
Siz ne kadar bir miktarı elinizde tutuyorsunuz? Mesela yarış kazanmış bir at damızlık olarak da değerli.
Tabii. Eğer, mesela sahada sakatlanan bir atın, kan hattı devam ettirilmeye uygunsa, dişileri damızlık anne olarak kullanmaya devam ediyorsunuz. Ama erkeklerde muhakkak başarı olması gerekiyor.
Yani bir erkek atın aygır olarak kullanılması için, birtakım kriterler var. Dişi bir atı anne yapmak daha kolay. Mesela, dişi bir atın, anne bir kardeşinin belirli bir miktar para kazanması yetiyor. Kriter bu kadar geniş yani. Ama erkek bir atın aygır olabilmesinin şartları çok daha katı.
Sahada her sakatlanan ya da başarı gösteremeyen atı aygır yapamazsınız. Ama sahada başarısız olmuş bir dişi atı, onun önceki jenerasyonlarında bir şampiyon varsa, 3-4 sene kadar tay almak için kullanabilirsiniz. Bence bu durum kaliteyi düşüren bir şey. Damızlık olarak kullanılacak dişi atlarda da kriterlerin biraz daha kısıtlanması lazım diye düşünüyorum.
İngiliz atlarının 2 yaşından itibaren koşmaya başladığını söylemiştiniz. Peki, başarılı bir at sahada en çok kaç yaşına kadar kalabiliyor?
Bir İngiliz atı, iyi bakarsanız ve onu sağlıklı tutarsanız, 9 yaşın kadar yarışabilir. Mesela geçenlerde, 9 yaşında bir İngiliz atı koştu. Bizim bir atımız vardı, o da 8 yaşına kadar koştu. Araplar, 11 yaşına kadar koşabiliyor.
Peki 8-9 yaşına kadar koşan atların, genele vurduğunuzda oranı nedir?
Çok az. Bakın istatistiklere, şu anda 8 yaşında olup da koşmaya devam eden atların oranı %10, %’5’tir. Atlar, idmanda sakatlanıyor, yarışta sakatlanıyor... Bu durum biraz hipodromların pistlerinden de kaynaklanıyor. Her hipodromun pisti birbirine benzemiyor. Kimisi sert oluyor, kimisi yumuşak oluyor. Atı sağlıklı tutmak çok önemli.
Atı sağlıklı tutmak tam olarak ne demek? Bir at nasıl sağlıklı tutulur?
Bir kere en başta atı dinlendirmek gerekir. Diyorlar ki, bir atın 21 günde bir koşması lazım. Ama bunu uygulamak mümkün değil. Bazı atçılar, mesela maddi durumlardan dolayı, atı her hafta koşsun istiyor. Sanırım, bir koşunun üstüne 4 gün beklenmesi şeklinde bir kural da var. En önemli hususlardan biri de atın beslenmesidir.
Burada, biraz günümüzde yaşadığımız problemlerden bahsedersek daha iyi olacak. Hep derler ya, “Eğitim şart!” diye...
Türkiye’de gerçekten, bu at işi ile alakalı çalışan herkesin, seyislerin, antrenörlerin, nalbantların, hatta at sahiplerinin, hara müdürlerinin, çalışanlarının mutlaka belirli bir program dâhilinde, ciddi bir eğitime tabi tutulması gerekiyor.
Gerçekten çok bilinçsizce işler yapılıyor. Ayrıca yetiştiriciye bir destek de sağlanmıyor. Yalnızca yarış ikramiyelerinin %25’i yetiştirici primi olarak veriliyor. Bu oranların, çiftliklerin boyutuna, genişliğine göre değişmesi lazım. Böyle olsun ki, biz de daha ciddi yatırımlar yapabilelim. Kendi kazancınızdan artıra artıra nereye kadar devam edeceksiniz?
Atınız, koşmadığı, kazanamadığı zaman, bütün maliyetler cebinizden gidiyor. Bir atın hipodromdaki maliyeti aylık 5000 TL. Bu at koşsun koşmasın, bu harcama değişmiyor.
Hatta, sorunlu atların maliyeti daha fazla oluyor. Devletin daha fazla destek vermesi lazım. Ciddi yatırımlar, kişinin şahsi harcamalarıyla olabilecek gibi değil. Biz burayı bu hâle getirdik çünkü bizim atlarımız koşabildi, başarı getirdi. Ama cebimizden de çok para çıktı. Şimdi, yarışı ilk dörtte bitiren atlara bahsettiğim primi veriyorlar.
Başarı kazanan atın yoksa durum kötü. Ben eminim, devlet desteğini artırsa, yabancı yatırımcıyı da çekebileceğiz buraya. Çünkü, yurt dışındaki standartları henüz yakalayabilmiş değiliz biz.
Orada haralarda, mesela 20 dönümlük bir padoğa 2 tane at salıyorlar. Biz Türkiye’de, 20 dönüme 30-40 tane at koymaya çalışıyoruz. Yani, bizim burada böyle değil, biz burada 10 ata kadar düşürebildik, arazimiz geniş olduğu için ama Türkiye genelinde durum bu.
Yani diyorsunuz ki, atı sağlıklı tutmak kişilerin şahsi çabalarıyla ancak bir yere kadar yapılabilir. Devlet desteğinin artması şart.
Muhakkak. Neden, her çiftlikte bir horsewalker, bir lounge alanı, ne bileyim, osn teknoloji ultrason ekipmanları olmasın? Olsun yani bunlar. Bunlar, hem atların daha sağlıklı olması hem de Türk atçılığının ileri götürülmesi için elzem.
Sanırım, yarışçılık, Türkiye’de at yetiştiriciliğini ayakta tutan yegâne sistem. Yarış dışında başka bir amaç için at yetiştiriciliği var mı?
Bildiğim kadarıyla yok. Yarış olmasa Türkiye’de at da yetiştirilmez, diyebilirim.
Atlar, yarış için yetiştiriliyor, olmazsa başka yerlere gönderilip, başka alanlara yönlendiriliyorlar, değil mi?
Evet. Yani, Türkiye’de Concord ya da Haflinger at yetiştiriciliği yapan bir iki çiftlik vardır. Yarış dışı atçılık özel meraklarla ilgili olduğu için, yetiştiriciliği yapılmaz.
Yurt dışından alınır ya da İngiliz atlarını mesela engel atlama atına çevirirler. Aslında engel atlama atının cinsleri farklıdır ama Türkiye’de, biraz da imkânsızlıktan dolayı, İngiliz atları kullanılır.
Hipodromlarda olsun, haralarda olsun birçok problemden bahsettiniz. Bu sorunları nasıl aşabiliriz? Türkiye’de atçılığı nasıl daha iyi bir hâle getirebiliriz?
Bin tane madde sayabilirim bunun için. Atçılıkta başarı için birçok kriter gerekir. Bunların hepsi bir araya gelecek ki dişliler dönsün. Bu bir sistem işi. Bir tanesi eksik olunca çark işlemez.
Çok iyi bir yeriniz vardır, maddi imkânlarınız da çok geniştir, ama iyi bir anneyi iyi bir babaya çekmediyseniz ya da çiftlikte çalışan elemanlarınız yeterli değilse, mesela birisi atın dengesini bozuyor, ona eziyet ediyorsa, at iyi beslenmiyorsa bu iş olmaz. O kadar çok kriter var ki... En başta gelen kriter bence şudur: Bakıcının atı sevmesi lazım.
- Bizim burada, bir çalışan, ata bağıramaz. Atı zapt etmek için, bir iki seslenir, at da hemen kendine gelir. Öyle yetişmiş çünkü. Duyuyoruz, çoğu yerde, atları döverek eğitim yapıyorlar. Bir iğne yapmak için dört kişi atın üstüne çullanıyor, biri kulağından, biri burnundan, biri kuyruğundan tutup duvara yaslıyorlar, biri de gelip iğneyi vurmaya çalışıyor.
Böyle olunca da, doğal olarak, atçılık geriye gidiyor. Ama başka bir eğitim, bakım da mümkün. Girin bakın bizim localarımıza... Yanına girdiğinizde, at ne arkasını döner, ne bir hırçınlık yapar.
Veterinerler, burada tayları tescillemek için kan almaya geldiğinde, bir kişi atı tutar, veteriner pıt diye iğnesini yapar gider. Adam, buraya her geldiğinde şaşırıyor. Zevkle geliyor buraya.
Evet, biz de buradaki atların durumunu fark ettik. Aşağıda padoğa girdiğimizde, 30-40 at bir anda üstümüze doğru koştu. Biraz ürktük ama hiçbir şey yapmadılar. Gayet efendi davrandılar.
Tabii, gelir hepsi etrafınızı sarar. Bunu çiftliklerin çoğunda göremezsiniz maalesef. Neden böyle oluyor peki? Çünkü burada ata her gün el değiyor. At, her gün insan görüyor, seyisleri görüyor, seyisler yanlarına girip çıkıyorlar, onları tımar yapıyorlar. Bu şekilde, iyilikleri, güzellikleri üst üste koyarak ilerlemeye çalışıyoruz. Bir çıta daha ileri götürebilir miyiz diye düşünüyoruz sürekli. Bu da demin dediğim gibi ancak ve ancak sevgiyle olabilecek bir iş. Sevdikten sonrası geliyor.
Kazandırıyorsa da ne âlâ. Peki, bu sevmekten sonra gelen kısmı da konuşalım biraz. Beslenme sanırım çok önemli bir konu ve attan ata da farklılık gösteriyor. İşte yavru başka, büyük başka, yarışa giden veya çifteleşen atlar başka besleniyor değil mi?
Şimdi, dediğim gibi, beslenme meselesi en önemli meselelerden biri. Tabii, yem rasyonları aynı kalıyor ama katkılar değişiyor. Temel bir yem rasyonumuz var burada. Bunun üzerine mesela taylara 20 gr kemik güçlendirici, 25 gr da tırnak geliştirici veriyoruz. Anneye tırnak geliştirici daha az veriliyor, gebeye çok daha az...
Hepsi, içeride tabloda yazılı. Atlara, aslında burada bireysel bakılıyor. Yem miktarı da bireysel. Bazısına dört kilo veriyorsun, bazısına üç kilo. Gelişimlerine göre değiştiriyoruz. Bazen bakıyorsun, bir tay büyümemeye başlıyor, cidagosu uzamıyor. Hemen müdahale edip takibine başlıyoruz. Her ay boy-kilo kontrolleri yapılıyor zaten. Fazla kilo alanların yemini kısıyoruz. İlave gereken varsa ilave yapıp atı güçlendirmeye çalışıyoruz vs...
Sadece otlatmak ile bu iş olmaz yani. Başka şeyler de lazım.
Otlatmak da önemli, hepsi aynı ottan faydalanıyor zaten. Padokta hepsi yeşili yiyor ama içeride kesif yemde biz atın gelişimine göre düzenlemeler yapıyoruz.
Peki, rasyon nedir, aşağı yukarı kaç farklı şeyden oluşuyor?
Genelde, arpa ezmesi kullanılır ama biz arpa flake kullanıyoruz. Buharda pişirilmiş arpa yani, kırmadan daha farklı. Mısırı da flake olarak kullanıyoruz. Bunlar dışında, yulaf, buğday kepeği, soya küspesi; ana elementler bunlar. Bunun üzerine, ezilmiş keten tohumu, fiğ tohumu, bunlar geliyor.
Biz dışarıda hazırlatıyoruz rasyonu, buraya geldikten sonra yemi ıslatıp karınca, içine de son saydıklarımı ekliyoruz. Bunların dışında vitaminler de var. İşte, tırnak geliştiriciler, kemik güçlendiriciler, aminoasitler... Bir de özellikle taylar için, 15 günde bir, rasyona B, C ve D vitaminleri ekliyoruz.
Gebelerin bakımı da ayrı. Gebe için de, anne karnı için de ayrı ayrı eklediğimiz şeyler var. Bu demin bahsettiğim flake’in bize çok faydası oldu. Hem atların sindirimi açısından çok faydalı hem de mısırın da arpanın da besin değerleri fabrikada kaybolmuyor.
Cevaplarınız için çok teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.