Bonzai

Bonzai
Bonzai

Dünyadan kaçanlar tarikatının yirmili yaşlarındaki bu yeni üyesi de kendi isteğiyle karşıma gelip oturmuş değil. Beden yirmili yaşlarda ama ruh darmadağın.

Hiçbir şey ruhun ağrısı kadar can acıtıcı değil” diyor, “yollar madem ölüme çıkıyor, hayatın ne gibi bir manası olabilir?”
Hiçbir şey ruhun ağrısı kadar can acıtıcı değil” diyor, “yollar madem ölüme çıkıyor, hayatın ne gibi bir manası olabilir?”

Okuduğu üniversiteyi terk etmiş, dünya kitabını kapatmış, ununu elemiş ve eleğini asmış. “Hiçbir şey ruhun ağrısı kadar can acıtıcı değil” diyor, “yollar madem ölüme çıkıyor, hayatın ne gibi bir manası olabilir?” Dünyadan kaçanlar tarikatının yirmili yaşlarındaki bu yeni üyesi de kendi isteğiyle karşıma gelip oturmuş değil.

Beden yirmili yaşlarda ama ruh darmadağın. Ana babası artık kendilerinin bilmediği dilde konuşan bu delikanlıyı, içine modern dünyanın cini kaçmış bu ahir zaman meczubunu, “Bizim bilmediğimiz bu dili anlayan biri vardır” diye kolundan tutarak doktorun karşısına oturtmuşlar.

  • Daha büyük bir sorun var: Anlamsızlık bir buhran hâlinde ruhunu dövdüğünde, zihnini acının olmadığı çok uzak bir yerlere götürmek, orada birkaç saatliğine dünya ağrısı bilmeden bir hayalin koynunda avutmak istiyor. Bir binek lazım hızlı kaçış için, o da son zamanların en tehlikeli kaçış vasıtası bonzaiye müptela olmuş. Birkaç kez ölümden dönmüş ama bunda bir sorun görmüyor: “Yaşamak bana bir mutluluk vermiyor demek ki ölmek de o kadar mühim değil.” Olduğun kişiden hoşnut değilsen süratle oradan uzaklaşmak istersin, işte böyle.

Seni saran çitlerin üzerinden atlamak ve koşabildiğin kadar uzağa koşmak istersin. Kendine en uzak yere de kimyasallar götürür, uyuşturur, hayal gördürür, gevşetir. İçindeki o yaman boşluğu birkaç dakikalığına doldurur ve seni bir serabın kralı yapar. Sonra damdan düşercesine yine gerçeğin çölüne düşersin.

Usul usul onun muazzep ruhuna yaklaşmaya çalışıyorum. Babacan bir eda burada sökmez, nasihat onu öfkelendirir, derinlerdeki yaraya ulaşmak için kırıp dökmeden ilerlemek lazım. Tembelleşmiş sesi, ardından hayat ölüsü sürükleyen bir adamın yorgunluğunu yüklenmiş. “Kısa cevaplarla konuşurum” ben diyor, “reddettiğim her şeyi kısa sözlerle reddederim.” Sert ve uzun geçmiş bir çocukluk kışından buralara savrulmadığı anlaşılıyor, anne ve babası kelimelerinin manasına nüfuz edememiş de olsa kelimelerin olmadığı bir dilde, sevgi dilinde oğullarına karşı cömert. Sevgiyle büyütülmüş bir çocuğu bu çöle ne savurmuş olabilir?

Sonu her an ölümle bitebilecek bu “rus ruleti”ni, dünya ağrılarına direnmek için bir kalkan, onu başka âlemlere kanatlandıracak bir kaçış rotası kılmasının nedeni nedir? “Dünya kötü bir yer” diyor, “insanları da hiç sevemiyorum.” Gençlerden hanidir işittiğim bir tirad var, dünya kötü ve bizim bunu değiştirebilecek takatimiz yok. Ölüm var ve bu yüzden de çalışıp çabalamak anlamsız, madem öleceğiz niye yorulalım?

 Varlığımız içinde yaşadığımız şu dünyaya ufacık da olsa bir güzellik katabiliyor mu?
Varlığımız içinde yaşadığımız şu dünyaya ufacık da olsa bir güzellik katabiliyor mu?

Hâlbuki kötülük sen orada onu öylece seyrettiğin ve hiçbir şey yapmadığın için var. Ve ölüm, sen şu mahdut hayatında kendi varlığına/ başka varlıklara bir ışık düşürebilesin, yaşadığın hayatı daha anlamlı ve güzel yaşayasın diye göz kırpıyor. Solmayan bir gül güzel olabilir mi a canım? Batmayan bir güneş bize bıkkınlık vermez mi?

Ayrılık olmayaydı aşkın kıymetini nasıl bilecektik? Hayatta anlam kaybı gizli bir katil. Elmayı içeriden tüketen kurt. Anlam yoksa varoluşsal bir boşlukta yaşıyoruz demektir, o boşluğu varoluşsal nevrozla doldurmak, hayatın yırtık yerlerini iptilalar veya takıntılı davranışlarla yamamak isteriz. Başını yastığa koyduğunda, sor kendine, bugün anlamlı ne yaptın?

Ne yaptığımız ve niçin yaptığımızla ilgili bir mantık ve gayeye sahip olmak hayatımıza anlam duygusunu bahşeder. Anlam duygusu kadar değerli bir başka duygu da önem duygusu. Başkalarının hayatında nasıl bir fark yaratabiliyoruz, onların dünyasında ne kadar bir yer tutuyoruz ve bizim hayatlarımız onlar için ne ölçüde anlamlı? Bizim olmadığımız bir dünya eskisi gibi mi olurdu? Varlığımız içinde yaşadığımız şu dünyaya ufacık da olsa bir güzellik katabiliyor mu?

  • Psikiyatri odasındaki en derin varoluşsal korkulardan biri bu: Kişinin kendi varlığı için bir sebep bulamıyor olmasından ziyade dünyanın onlar için bir sebep bulamıyor oluşu. Boşa yaşanmış bir hayatın korkusu bizi türlü iptilalara, meşguliyet bağımlılığına, tüketim bağımlılığına, uyuşturucu bağımlılığına raptediyor. İçimizde saklı duran anlamı ortaya çıkarmak, anlamın arkeolojisini yapmak insan olarak her birimizin üzerine bir borç. Anlam ve gaye her birimiz için biricik ve sonsuz ihtimaller içinden onu bularak gerçekleştirmek bizim ödevimiz. İcat değil keşif. Bizi çağıran bir ses var, onu duymak ve yankı vermek bizim kendi seçimimiz. Bir buluşma olarak terapi, o sesin daha iyi duyulmasına hizmet edebilir. Danışan bu süreçle, bu dünyada kendi vazifesinin ne olduğunu daha iyi düşünüp kendisine bir istikamet tayin edebilir.

Anlam yorganının altında evimizdeyiz. Anlam yoksa, saraylarda bile yaşasak yurtsuz. “Yeterince kitap okudum ben” diyor, “felsefeden dine kadar. Aradığım huzuru kitaplarda bulamadım.” Bakıyorum da her konuda kısa bir formüle indirgenebilecek tumturaklı bir sözü var. Kısa cümlelerle hayat. Kısa cümlelerle reddediyor. La diyor ama ötesini getiremiyor.

  • Çilesiz, inorganik hayat. Ruhunun ağrısına pansuman niyetine bonzai. Birkaç saatliğine dünyada değilsin, kimyasal bir kovukta kendinden ve herkesten gizleniyorsun ve sen buna kurtuluş mu diyorsun? Ölümden değil kendi kırılganlığımızla yüzleşmekten kaçıyoruz. Sorumluluk almaktan kaçıyoruz, dünyanın sedasına cevap vermekten, zahmetli ayıklıktan.

Odaya girdiklerinde anne ve baba birlikte bir kenara oturdu, o ise onların uzağına. Bu saha dizilişi önemli. Kim kime yakın, kim kimden güç alıyor? “Tek erkek evladım” diyor baba, mahcup, buğulu bir sesle. Şefkatle sarmalanmış bir çocukluğa işaret ederek. Hayat tarafından yaralanmış çocuklarının bütün mesuliyetini üzerine alarak: “Bilmiyorum, galiba bir yerde hata yaptık ama nerede?” Suçlamayan, elinden tutmaya çalışan bir baba. İki nesil arasındaki fark: Biri işlemediği bir günahın sorumluluğunu da üstleniyor, diğeri kendi kabahatini yüklenmiyor.

Sokaklarımızın yeni canavarı bonzai her gün birkaç hayat yutuyor. Çok ucuza bulunabiliyor, bu da tüketimini artırıyor. Ani ölümlere yol açmasıyla biliniyor. “Bana bunu satan adamın altı tane leşi var” diyor soğukkanlılıkla danışanım. Ölüm anlaşılan o mahallede tanıdık birisi. Yine de mağdurlara âdeta yabancılaşmış bir biçimde “leş” diye hitap etmesi beni şaşırtıyor. Bir yaşayan ölü olarak günü geldiğinde “leşler ülkesi”ne ayak basması belli ki onun kendisine biçtiği bir kader. Madde kullanımı bir örtü, içinde doyuramadığı bir yer, başa çıkamadığı bir şey, yön ve biçim değiştirerek bir kaçış ve yok oluş stratejisi oluveriyor. Dünya ağrılarıyla başa çıkamadığımızda, kocaman bir çarpı attığımızda üstüne, ya usulca gitmeyi seçer kimileri ya da ağır çekim bir intiharla azar azar yok eder kendini.

Ona sadece sorular sorarak kafasını karıştırıyorum. İstediğim şey kesin bir hakikat gibi kabullendiği o kısa cümleciklerin biraz ötesine geçebilmesi, hayatını azıcık delillendirebilmesi. “Yaşayan sağlam bir delile yaslanarak yaşasın.” Onun değer yargılarını, değerlendirme ve arzularını yok etmek değil arzum, hayır sadece o mayınlı araziye girip bir dünyayı nasıl kurmuş ve inandıklarına nasıl inanmış bunu görmek istiyorum. Onunla olmak ve onun için olmak istiyorum.


Eğer terapi bir işe yarayacaksa zor da olsa dürüst bir etkileşimin önünü açabilmekle bunu yapar. Ancak böyle bir etkileşimle bana kendi kişiliğinin sadece göstermek istediği taraflarını sunmaz, kendisini olduğu gibi, kabullendiği ve inkâr ettiği taraflarıyla bir bütün olarak takdim eder. Ona gittiği yolun yanlış olduğunu ve iyi olursa alacağı ödülleri sıralayan bir vaazdan fazlası lazım. Çünkü bir vaiz olarak konuşmam demek ben senden ahlaken daha üst bir konumdayım, bir yetkeyim ve bana boyun eğmen gerek demektir. Hayır onun dünyasına karışmak, onunla kalmak ve onunla münakaşaya girmeden, onu zorlamadan onun bu dünyada olma biçimini keşfetmem gerek. “Bu iptilan, başka türlü olmana izin verilmeyeceğin kim olmana izin veriyor?” diyorum. Şaşkın, ben de eli yükseltiyorum. “Bu iptilan, başka türlü yapmana izin verilmeyecek neyi yapmana izin veriyor? Eğer bir müptela olmaktan vazgeçersen kendinle ve başkalarıyla olan ilişkin nasıl değişir? Bir müptela olmayı bıraktığında hayatından ne kaybolur?”

“Ben yeterince iyi değilim” diyor, “bu dünyada uğraşılmaya değer hiçbir şey bulamadım. Hayatımın bir değeri yok.” Hem bir isyan hem bir uzlet arayışı. Dünyanın isteklerinin sızamadığı bir kovuk istiyor. Dünya istekleriyle üzerine saldırdığında, “hayır, o aradığın şey bende yok” diyebilmek için bir mazeret. Yarışmaktan, savaşmaktan korkan gençlerin yeni kulübü bonzai. Hayattan bir geri çekiliş. Ama uzun cümlelerle değil, kısa cümlelerle.

Odadan dışarı çıkarken kendisine inşa ettiği savunma hattının kusurlarını görmekle şaşkındı. Belli ki kendi yaşama dünyasında kurduğu aklileştirme, yaşadığı hayatı rasyonalize edebilme kudreti bir yara almıştı. Benim de başlamak istediğim yer tam burasıydı. Bir şaşkın başka bir şaşkına yol gösterebilir. Yaranın göründüğü yerde ışık da içeri girmiş ve iyileşme başlamış demektir.