Bizimkisi bir büyü bozumu hikayesi: Lazzaro Felice

Bizimkisi bir büyü bozumu hikayesi: Lazzaro Felice​
Bizimkisi bir büyü bozumu hikayesi: Lazzaro Felice​

Inviolata isimli 20. yüzyılda hâlâfeodalizmin hâkim olduğu ve teknolojinin olmadığı bir köyün jandarma tarafından keşfedilip ahalinin şehre yerleştirilmesi üzerinden dinî,tarihî ve sosyolojik referanslar ile hem geleneksel toplumun hem demodern toplumun yapısını teşrih eden sıkı bir film

hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım

Cahit Zarifoğlu

ölümler, ölümlere ulanmakta ustadır.

İsmet Özel

Bu yazı boyunca “modernite projesi”ni taşlayan bu filmin entelektüel teklifini büyübozumu (disenchantment) ve gelenek kavramları ile eski/geleneksel dünya teması ekseninde anlamaya çalışacağım.

Kadim dünyanın “üç mesele”si: Büyü, hiyerarşi, patrimoni

 Weber modern ile gelenekselin ayırt edilme alameti niteliğinde bir kavram olarak büyübozumundan bahsetmişti.
Weber modern ile gelenekselin ayırt edilme alameti niteliğinde bir kavram olarak büyübozumundan bahsetmişti.

Kadim dünyayı, modern öncesi/geleneksel toplumu daha iyi idrak etmek ve modern dönemin getirdiği değişimler silsilesini daha iyi seçebilmek için patrimoni, büyü/bozumu ve iktidar/hiyerarşi meselelerini anlamak anahtar bir rol oynayacak. Büyü ile başlayalım.

Weber modern ile gelenekselin ayırt edilme alameti niteliğinde bir kavram olarak büyübozumundan bahsetmişti. Bu kavram varoluşu düşünmeye (cogito) bağlayan kartezyen rasyonalizmin öncülük ettiği, aydınlanma düşüncesi ve pozitivizm ile taçlanan rasyonalizasyon sürecinin geleneksel dünyanın siyasi, sosyal, dinî, ananevi yerleşik yapısına yönelttiği şiddetli taarruz dalgasına işaret etmekte.

Büyünün mütemmim cüzleri gelenek, din/kilise ve siyasi otorite figürleridir (monarklar yahut lordlar vs.). Büyünün bu cüzleri geleneksel toplumun sosyal hayatının anahatlarını neredeyse deterministçe belirler ve ortak bir dinî, sosyal, ahlaki kod (nomoi) -ilginçtir ki bu kelime namus kelimesinin etimolojik köküdür- ortaya koyar. Bu kod icra edildikçe kendini yeniden üretir.

Büyünün kendini üretiş ve yeniden üretişinde iki merkezî nokta/olgu/tema olarak ise iktidarı/hiyerarşiyi ve patrimoniyi zikredebiliriz. Hiyerarşi insan ve kurumların birbiri üzerindeki brüt iktidarından neşet eden toplum geneline şamil bir olgudur. Her hiyerarşi düzeyi bir altından bir şekilde (su?)istimal eder.

İsmet Özel’in Üç Meselesi’nde fazlaca materyalist ve Marksizm tesiri altında yaptığı “Sömürüsüz medeniyet kurulmaz” tespiti de bu durumun bir izdüşümüdür.
İsmet Özel’in Üç Meselesi’nde fazlaca materyalist ve Marksizm tesiri altında yaptığı “Sömürüsüz medeniyet kurulmaz” tespiti de bu durumun bir izdüşümüdür.

İsmet Özel’in Üç Meselesi’nde fazlaca materyalist ve Marksizm tesiri altında yaptığı “Sömürüsüz medeniyet kurulmaz” tespiti de bu durumun bir izdüşümüdür. Hiyerarşinin toplum üzerindeki belirleyici etkisi statülerin rolünü öne çıkarır.

Bu durumda açlık, kıtlık, hastalık, savaş ve fakirlik karşısında aciz düşen tebaaya/ reayaya/insan tekine günlük yiyeceğini sağlayacak, refahı ve düzeni koruyacak, barışı sağlayacak muktedir ve koruyucu baba figürlerinin (gerek yerde gerek “gökte”) doğması ise kaçınılmazdı.

Bu patrimonyal babalar (krallar, lordlar vb.) halkı yalnızca verdikleri vergiler mukabilinde ve “göklerdeki baba” ise kullarının duaları mukabilinde mezkûr tehditlerden muhafaza etmekteydi.

Aciz olduğunun bilincindeki fertlerden müteşekkil “büyülü” toplumda iktidardan neşet eden hiyerarşi ile bu hiyerarşiden doğan patrimonyalizm daima yan yana idi. Ancak ferdin (şairin tabiriyle “kırık”) akıl yolu ile “büyü”ye huruç ettiği mevzubahis rasyonalizasyon süreci, Batı dünyasını/Batılı ferdi Antikite’nin Romalı tarihçilerinden ortaçağın sonlarına kadar Batı kozmolojisine yön veren “felek” (tyche) anlayışından yüz çevirmiş, tokat yiyince diğer yanağını çevirmekle memur bir “tanrı kuzusu” olmayı reddeden, isyan ve nisyan hâli ile otorite kurum ve figürlerine meydan okuyan bir hâle sokmuş ve ona acziyetini unutturmuştur.

Nietzscheci “iyinin ve kötünün ötesinde” fertlerin sorgulanmaz nomoi’u sorgulaması büyübozumunun başlangıcıdır. Nomokrat sistemlerin yerini büyünün bozulması ve modernite ile beraber nomos yerine demos’a (halk, insan) dayalı demokrasilerin alışı da bu durumun bir tezahürü sayılabilir (Seyyid Hüseyin Nasr’ın The Heart of Islam eserinde bu konu hakkında ilginç bir tespiti vardır: “Teknik olarak, İslami ideal (İslam’ın ideali) bir nomokrasi yani İlahi Kanun’un idaresidir”).

Peki büyünün bozulması “aklın aydınlığını” getirerek insana ontolojik ve sosyal emansipasyon ve özgürleşme mi getirmiştir; yoksa şaire “gözlerinde zindanlarla bakan karavaşlar” mı husule getirmiştir? Bunu bize Lazzaro’nun hikâyesi anlatacak...

Inviolata: Bir masal âlemi

Kahramanımız Lazzaro İtalya’nın muhtemelen geç 80’lerde olmasına rağmen her nasılsa dış dünyayla irtibatı uzun zamandır kopuk olan Inviolata (ki bu ad el değmemiş anlamına gelir) adlı bir köyünde bir “markiz” adına tütün tarlalarında elli küsur köylüyle beraber marabalık/serflik yapmaktadır.

Kahramanımız Lazzaro İtalya’nın muhtemelen geç 80’lerde olmasına rağmen her nasılsa dış dünyayla irtibatı uzun zamandır kopuk olan Inviolata (ki bu ad el değmemiş anlamına gelir) adlı bir köyünde bir “markiz” adına tütün tarlalarında elli küsur köylüyle beraber marabalık/serflik yapmaktadır.
Kahramanımız Lazzaro İtalya’nın muhtemelen geç 80’lerde olmasına rağmen her nasılsa dış dünyayla irtibatı uzun zamandır kopuk olan Inviolata (ki bu ad el değmemiş anlamına gelir) adlı bir köyünde bir “markiz” adına tütün tarlalarında elli küsur köylüyle beraber marabalık/serflik yapmaktadır.

Inviolata hakikaten de el değmemiş ve büyüsü bozulmamış (ve fakat fazlasıyla Avrupai, materyalist ve negatif) bir geleneksel toplum vahasıdır. Köylüler topluluğu birbiri ile mekanik dayanışma hâlindedir, aralarında hiyerarşi hâkimdir (ve Lazzaro hiyerarşinin dibindedir), bütün köylüler Markiz’in emrindedir. Markiz’in köyde sürdürdüğü sömürü düzeni sahte bir tevekkülle karşılanmaktadır.

Patrimonyal otorite ile tebaa arasındaki toplumsal sözleşme her türlü olumsuzluğa rağmen tıkırında işlemektedir. Oldukça tuhaf ve eksantrik bir delikanlı olan Lazzaro bütün köylülerle akrabadır ancak anne ve babasının kim olduğu bilinmemektedir.

Aşırı derecede mahcup, kibar ve tahammülkâr olan Lazzaro gerek köylülerden gerek Markiz’den kötü muamele görmekte, en angarya işleri yapmakta fakat asla şikâyet etmeyerek durumu mutlak bir sabır ve teslimiyetle karşılamaktadır. Oldukça saf ve naif bir kişiliğe sahiptir.

Markiz’in cari düzenden hoşnutsuz ve “sömürü”ye (yahut iktidar icrasına) itiraz eden fakat aklı beş karış havada oğlu Tancredi (ki kendisi bana film boyunca 19. yüzyılın “hürriyetperver” ve meşrutiyetçi prenslerini hatırlattı) kendisini kaçırmış gibi yapması için yaşıtı olan Lazzaro’yu ikna eder.

Bu süre zarfında hizmetinden ötürü bir sapan vererek onu şövalye ilan eder. Markiz Lazzaro’nun adam kaçırma gibi bir şey yapamayacağını bildiğinden bunu Tancredi’nin şımarıklığına ve ilgi açlığına bağlar.

Kahyasına ve kızına kesinlikle konunun göz ardı edilmesini ve Jandarma’nın aranmamasını tembihler. Ancak kardeşi için endişelenen kız Jandarma’yı arar.

  • Jandarma köye tahkikata gelir, tarlada çalışan çocukları gören bir askerin “Bu çocuklar neden okulda değil?” sorusuna aldığı cevap Inviolata’nın sonunu imler: “Okul mu! Okula sadece zenginler gider!” Durumu anlayan Jandarma birliği Markiz’i tutuklayarak köyü tahliye eder ve köylüler şehre yerleştirilir. Jandarma geldiğinde kırda olan Lazzaro ise geride kalır. Bu zamansız ve büyülü köyün hikâyesi tamamen sona ermiştir artık. El değmemiş köyün “zülfüne dokun”ulmuştur.

Inviolata’yı bu andan itibaren yalnız bir kez, geride kalan eşyaların yağmalanması esnasında görürüz. “Hadi gel köyümüze geri dönelim” Lazzaro kırdayken kayalardan düşmüş ve uzun bir süre (aylar veya yıllar boyu) baygın kalmıştır.

Uyanıp köye döndüğünde Markiz’in konağının tanımadığı iki kişi tarafından soyulduğunu görür. Bu kişiler eşyaları Markiz’e götürdüklerini söyleyerek onu kandırır ve dönüşte Lazzaro’yu aralarına almazlar.

Lazzaro Markiz’i ve ahaliyi bulmak için kar altında tek kat fanilasıyla saatlerce yürür ve hasbelkader köylülerine tesadüf eder.

Herkes bariz bir şekilde yaşlanmış ancak Lazzaro aynı kalmıştır. Köylüler ölü sandıkları Lazzaro’nun hiç yaşlanmadan aynen çıkagelmesi karşısında şoke olurlar, hatta bazıları onu hayalet kabul eder. Diğerleri Lazzaro’ya tamamen kayıtsız kalırken sadece bir köylü “durum”u fark eder, montunu çıkarıp Lazzaro’nun üzerine örter, diz çöküp af diler ve ekler: “Sen ancak bir aziz olabilirsin.”

Lazzaro köylülerine katılır ve büyükşehirde büyüsü bozulmuş yeni hayatına başlar. Burada hikâyeye ara verip biraz düşünelim. Jandarma’nın gelişi filmin çığır değiştirmesini sağlamış ve hikâyenin modernite ile ilgili kısmına geçişi sağlamıştır, bu sebeple bu dönüm noktasını deşelemeliyiz.

Takdir edileceği gibi, yeni kısmında mezkûr “üç mesele”nin ve nomoi’un ilga olduğunu görürüz. Markiz’i “devirip” angaryayı yasaklayarak Inviolata’nın geleneksel toplumuna adalet, eşitlik, refah ve güzel bir hayat vaadiyle nokta koyan bu jandarmalar bence tarihte geleneksel toplumların çığır değiştirmesine patrimonyal babalarına, büyübozucu asi bâğîlere yani büyük devrim ve devrimcilere (Fransız İhtilali vb.) ve de devrimsel süreçlere (Sanayi İnkılabı, monarşiden demokrasiye geçiş, insan haklarının doğuşu vb.) işaret etmektedir.

 Köylüler ölü sandıkları Lazzaro’nun hiç yaşlanmadan aynen çıkagelmesi karşısında şoke olurlar, hatta bazıları onu hayalet kabul eder. Diğerleri Lazzaro’ya tamamen kayıtsız kalırken sadece bir köylü “durum”u fark eder, montunu çıkarıp Lazzaro’nun üzerine örter, diz çöküp af diler ve ekler: “Sen ancak bir aziz olabilirsin.”
Köylüler ölü sandıkları Lazzaro’nun hiç yaşlanmadan aynen çıkagelmesi karşısında şoke olurlar, hatta bazıları onu hayalet kabul eder. Diğerleri Lazzaro’ya tamamen kayıtsız kalırken sadece bir köylü “durum”u fark eder, montunu çıkarıp Lazzaro’nun üzerine örter, diz çöküp af diler ve ekler: “Sen ancak bir aziz olabilirsin.”

Peki Lazzaro Felice’nin metaforik devrimi amacına ulaşmış mıdır? Evvela “modernite projesi” neydi kısaca hatırlayalım. Modernite olgusunun kurucu omurgasını teşkil eden aydınlanma düşüncesi ve pozitivizm tek başına akıl ile izah edilemeyen ve sebep-sonuç, amaç-sonuç gibi determinist ve lineer diyalektiklere sığmayan tüm olguları dekanonize eder; akla, gelişmeye ve insanlığa muhalif ve muarız görür.

Bu düşünce pozitif bilim metodu hiçe sayılması ferdi özgürleştirmiş, hayat standardını artırmış, onu özsel olarak daha “ileri” bir noktaya taşımamıştır. Film, muhtemelen Rohrwacher’ın hesapladığından çok daha şedit bir şekilde, eski ve yeni dünyaları karşı karşıya getirmek suretiyle bu vaatlerin ne kadar gerçekleştiğinin takdirini seyirciye bırakır fakat çizilen bu panoramanın geneline bakılırsa, “proje” akamete uğramıştır.

Köylülerimiz de bu durumun farkına varır film sona yaklaştıkça. Kovuldukları kiliseden evlerine dönerken biri “Inviolata’ya dönelim” der, “anahtarları hâlâ bizde.” Fakat modernitenin geri döndürülemezliğinin de farkındadırlar ki hepsi Inviolata’yı özlemle yâd eder ama bu fikirle ancak dalga geçerler.

Tanrı kuzusu öldü Lazzaro büyükşehre geldiğinde Inviolata’da arkadaş olduğu Tancredi’yi uzun bir süre boyunca arar. Bulduğunda Markiz’in öldüğünü, Tancredi ve kardeşininse oldukça fakir bir hayat sürdüğünü görür.

Tancredi çok fazla borçları olduğunu, bankanın malvarlıklarına haciz koyduğunu söyler. Lazzaro bu “Züğürt Ağa” tablosuna tahammül edemezşövalyelik silahını (sapan) kuşanır, durumu konuşmak üzere bankaya gider. Kapıda, arızalı olan metal dedektörü öter. Lazzaro, ortamın tamamen yabancısı bir hâlde, sıranın en önüne geçer, veznedarla konuşmaya başlar.

Cebindeki kabarıklığı gören biri, dedektörden de ilhamla “Silahı/tabancası var” diye bağırır, görevlilerin “Silahınız var mı?” sorusuna “Evet” der Lazzaro ancak silah ile banka arasındaki illiyetten bihaber olduğundan korkulu bakışlar arasında normal şekilde konuşmasına devam eder. Ne istediği sorulunca “Markiz Tancredi de Luna”nın borçlarını affetmelerini ister ve ekler: “Bu kadar kibar olduğunuzu bilmiyordum!” Tam bu esnada biri cebindeki şeyin tabanca olmadığını anlar, sonraki sahnede Lazzaro “Bastardo!” nidaları eşliğinde linç edilmektedir.

  • Lazzaro ölmüştür. Bence ölen Lazzaro değil, bir Tanrı kuzusudur. Neden mi? Lazzaro’nun kişiliğini bir teşrih edelim. Lazzaro adı İncil’e göre Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle ölü bedenini yeniden dirilttiği Beytüllahim’li Lazarus’a atıftır. “Tanrı’nın Kuzusu” Hristiyanlarca Hz. İsa’ya yapılan bir yakıştırma olup onun Tanrı iradesinin (“thy will”) gerçekleşmesi karşısında korkmadan tam bir teslimiyet ile çarmıha gidişinden dolayı yapılmıştır. Lazzaro’nun hayatı boyunca takdir-i ilahiye ve dünyevi eziyetlere karşı sergilediği sabır, teslimiyet ve “bir yanağına tokat yiyince diğerini çevir” prensibine bağlılığı da buna atıftır.

Filmde açıkça zikredildiği ve kimi köylülerce idrak edildiği gibi Lazzaro bir azizdir.

Hz. İsa’nın Lazarus’u dokunarak dirilttiği gibi Lazzaro da ilahi dokunuşa mazhar olarak manen diriltilmiş, Mesihvari özellikler taşıyan, yoz köylü ve şehirliler arasında inviolata (el değmemiş) fıtrata sahip ve büyülü dünyanın dinî veçhesini temsil eden bir karakterdir.

Lazzaro’nun ölümü de bir başka ölümü hatırlatmakta seyirciye. Buyrun, Nietzsche’ye kulak verelim ve Lazzaro şahsında neyin öldüğünü görelim: “Tanrı öldü. Tanrı ölü duruyor. Hem onu biz öldürdük. Şimdi biz, katiller katili, nasıl avutalım kendimizi?” Sonuç: “Bu kırık akılla ne cürettir yaptığın” Lazzaro Felice ana fikri ile olduğu kadar üslubuyla da ön plana çıkan, büyülü dünyanın yıkılışını büyülü bir dille nakleden bir film.

 Lazzaro Felice ana fikri ile olduğu kadar üslubuyla da ön plana çıkan, büyülü dünyanın yıkılışını büyülü bir dille nakleden bir film.
Lazzaro Felice ana fikri ile olduğu kadar üslubuyla da ön plana çıkan, büyülü dünyanın yıkılışını büyülü bir dille nakleden bir film.

Lazzaro’nun Tancredi’yi her yerde hasretle araması ile devletini arayan bir din imgesini zihinlerde çağrıştırmakta, seyirciye kadim dünyanın üç meselesinin birbirinden ayrılmazlığını işaret etmektedir.

Bununla beraber köylülerin sömürülmüş bile olsalar Inviolata’ya dönmek istemesi, Lazzaro’nun gözünde tüm sefaletine rağmen Tancredi’nin hâlâ bir markiz olması, zalim Markiz toplumunu tanırken “hürriyetperver” Tancredi’nin gerçeklikten uzak fırlama bir düzenbaz olması filmin diğer mesajları kadar göze çarpmayan, görece gizil, imalı ve de fazlasıyla “protest” alt metnini teşkil etmekte.

Bu protest tutum sanki devrimci jandarmalara, Aydınlanma “kafası”na ve Modernite Projesi’ne Zarifoğlu’nun şu sorusunu yöneltir gibidir: “Bu kırık akılla ne cürettir yaptığın?

Peki öyle ise ne yapmalı bu akılla? Lazzaro’nun hikâyesinin bize öğütlediği tavır Habermasçı bir modernite avukatı olmak, yahut Freudyen bir rahme dönüş insiyakıyla nostaljik ve trajik bir şekilde “geçen eyyam-ı nevbaharı” aramak, yıkılan büyülü dünyaya geri dönmek değil, modernite sonrası sıradaki devrenin kapısını zorlamak ve büyünün ve “nokta-i nazarımız”ın gelecek devredeki rolünü sağlamlaştırmak için kolları sıvamak olmalı.

Inviolata’nın cahil serfleri dahi geri dönüş olmadığının farkında zira. Lazzaro Felice’nin kusurlarına gelirsek, aşırı bir materyalizm, Marx’ınkini sollayan bir “sömürü” takıntısı ilk göze çarpanlar arasında.

Ayrıca birtakım Hristiyani kıssa atıfları ve benzerinin merkeze fazlaca alınması, filmin başından beri izleyicinin yakasını bırakmayan kurt imgesi gibi sofistike referanslar filmi Hristiyan olmayan izleyici için zor kılmakta, ancak bu da anlaşılabilir bir durum. Sömürü takıntısı ise yönetmenin tarih tasavvurunun Avrupa merkezliliğine ve feodalitenin göbeğindeki bir ülkeden gelmesine bağlı olabilir. Filmin ana fikri Kadim’de insanların pek özgür olmadığı fakat modernite ile iyice “karavaş” olup Foucaultcu topyekûn bir iktidarın nesnesine dönüştükleri yönünde.

Ancak Rohrwacher’a küçük bir şerh düşmek durumundayım. Feodal Avrupa’da bile Marksist ya da liberal ilerlemeci tarihçilerin tasvir ettiği kadar korkunç bir sömürü furyası geneli şamil olmayıp senyör ile serf karşılıklı sorumlulukları havi patrimonyal bir akde bağlı yaşamaktaydı.

Kimi hükümdarlar Marie Antoinette gibi başına gelene müstehak ve art niyetli, kimileri ise halis niyetli birer “baba” idi. Dolayısıyla kadim babalar illa birer Markiz de Luna olup halkı sömürmek zorunda değil. Ancak filmin Kadim’i tasviri bu nüanslara tamamen kör.

Göklerdeki ve yerdeki babalar size su-i niyet ettiyse, “hayırsız” çıktıysa Kadim özgürlük sunmayabilir. Medeniyet ve kozmolojiniz özgürlüğü nefse kulluk diye kodlamış ise de sözde emansipasyon imkânsız bir hayalden öteye gitmeyebilir. Fakat kudemanız “adldir mucib-i salah-ı cihan” diyorsa, “küfrile dünya durur, zulm ile durmaz” diyorsa...

O zaman Zarifoğlu gibi “hür olurum buyruklarını bir bir donansam sultanım” demek mümkün olacaktır. Bu nakıs yanlarına rağmen Lazzaro Felice benim için hayret hissi uyandıran, güzelliği karşısında seyirciyi çarpan bir film idi.

Filmin yönetmeni Alice Rohrwacher
Filmin yönetmeni Alice Rohrwacher

Ancak aynı zamanda (kendi adımıza) korkutmadığını söyleyemem. Batılı bir yönetmenin objektifinden günümüz Batı’sının kendi eleştirisini kendi öz entelektüel kaynaklarıyla kendi başına üretebilmesi... Bunu ortaçağ tarihinden, modernite teorisyenlerinden, İncil’den, aziz kıssalarından hareketle, üstelik de neo-realist ve büyülü gerçekçi tahkiye geleneklerine göz kırparak hayret ve haşyet uyandıracak bir üslupla yapması...

Ve böylelikle Batı muarızlarının başat kozu olan modernite eleştirisini diskalifiye edişi... Tüm bunlar bana entel(lektüel) çevrelerimizin modernite ve Batı eleştirilerinin ne kadar klişe, cılız, özsüz, önemsiz ve kof olduğunu derin bir kavrayışla fark ettirdi; iki taraf arasındaki zihnî iktidar uçurumunu gösterdi ve gerek ülkemin gerekse İslam âleminin zihnî gidişatına ve konformizm sorununa dair ürpertici bir endişeye sevk etti.

Hafızamı yokladığımda Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı dışında bununla aşık atacak başka bir eser hatırlayamadım. Her şeye rağmen hem ilk filmi Corpo Celeste’den itibaren severek takip ettiğim Rohrwacher’dan hem de “bizim cenah”tan daha da güzel ve ilham verici, “insightful” filmler görmeyi umut ediyorum.