Şehirlerimiz asrın başında çok güzeldi. Hadi o kadar uzağa gitmeyelim, bundan kırk yıl öncesine bakalım. O yıllarda bile ilginç dokular görürüz. Uzun zamandır ciddi bir bozulma yaşayan şehirlerimizin durumuna bugün iyi diyemeyişimizin çeşitli nedenleri var. İmar planlarının bütünlükten yoksun olması ile başlayım.
İstanbul’da her ilçenin kendine göre imar planı hazırlatıyor olması bizi bütüncül yaklaşımdan yoksun bırakıyor. İmar artışları, kentsel altyapıya çok ciddi zarar veriyor. Evet, talep var fakat bunun farklı bir şekilde ele alınması, ciddi bir değerlendirilmeye tabi tutulması gerekiyor.
Kentsel donatılarımıza baktığımızda ise müthiş bir tutarsızlık ve kalitesizlikle karşılaşıyoruz. Her ilçe belediyesi kendi kafasına göre kaldırım düzenleyip, istediği gibi çöp kovası yerleştiriyor. Diyelim ki ilçenin biri çok düzgün bir iş yaptı. Bu düzgün işi bırakın devam ettirmeyi, fark etmiyorlar bile.
Bu düzenlemeler karşısında şehir sakinleri ister istemez olumsuz etkileniyor. Ve farkında olmadan onların da çevreye bakışı değiştirilmiş, sorumlulukları yok edilmiş oluyor. Oysa sorumluluğun inşası ancak kamu eliyle yapılan işlerin sürekli olarak aynı derece ve kalitede olmasıyla mümkündür.
Belediyelere düşen görev, merkezî hükûmetle dayanışarak ülke ölçeğinde bir planlama için devletin tüm birimleriyle el ele çalışmaktır. Yerelde birtakım küçük dokunuşlar yapılırken de yeşili, yayayı ve hayvan haklarını koruyan, israftan kaçınan, gereksiz gösterişten uzak düzenlemeler ile trafik meselesini asgariye indirecek yeni ulaşım planlamalarında bulunmalarıdır. İstanbul'daki deniz ulaşımı çok daha efektif hâle getirilerek başlanabilir mesela. Bazı semtlere eklenen seferlere bakarak bunu başardığımız söylenemez.
Doğal olmayan geometrik peyzajlar, ağaçları küstüren haşin budamalar
Karayollarındaki geometrik sözde peyzaj süslerini ele alalım. Desenler hem bitkiyi algılamamıza engel hem de ortama süs katmıyor. Bu alanlarda ağaç, çalı gibi tabii bitkileri kullanarak tabiatı düzenlersek israf önlenmiş, çevreye daha doğal bir görünüm kazandırılmış olur. Peyzajlarımız birinin çıkıp uydurduğu oldukça kitsch ve arabesk desenlerden oluşmamalı. Halkın kullandığı park, bahçe ve diğer yeşil alanlarda da suni gösteriş içeren düzenlemelerden ve harcanan sarfiyattan kaçınılmalı.
Tüm bunların nasıl yapılacağı bilinmiyorsa kaynak olarak Sedad Hakkı Eldem'inTürk Bahçelerikitabına bakılabilir. Böylece ecdadımızın tabiatın kendi güzelliğini bozmadan bu işi nasıl yaptığı, insanların da bu doğallığın içerisinde nasıl keyifle yaşadığı görülür. Sedat Bey’in kitabı, bize ilham verecek bahçe ve mahalle örnekleriyle dolu. Mazimize bakmaktan vazgeçilmemeli.
- Sürekli karşılaştığım ve bir türlü akıl erdiremediğim işlerden biri de şehrimizdeki ağaçlara yapılan haşin budamalar… Bu konuda, uzmanlarla konuşulabileceği gibi internet ortamında yapılacak basit bir tarama ile de doğrusu görülebilir. Yeni literatürler ağaçları küstürdüğü için haşin budamayı reddediyor, yeşili her geçen gün azalan bir şehirde yaşıyoruz.
İlkbaharda yapraklarıyla bizi neşelendirecek ağaçların testerelerle budanıyor olması, bir insanın kolunun bacağının kesilmesinden farksızdır. Şehrin yeşili güzel bazı noktalarında anlaşılamayan bir eksiltme var. Bu da ciddi bir çoraklaşmaya sebep oluyor.
İstanbul’un çınarları çok güzel ağaçlardı, onları da kaybediyoruz. Sıklıkla manolya dikiliyor ama bu ağaçlar kaç senede büyüyecek kimse sormuyor. İthal türlerden vazgeçilip, yerli türlere dönülmesinin önemini bu vesileyle bir kez daha vurgulamak isterim.
Kentsel dönüşümde gelinen tuhaf nokta
Bir tasarımcının, kent sakinlerinin katılımını sağlamada tek seferde yaptığı herhangi bir hamle maalesef ki hastalıklıdır. Hâlbuki şehir hepimizin ortak yaşam alanı. Şehrin meydanları, sokakları, caddeleri zaman içinde yavaş yavaş biçim değiştiriyor. Anadolu yakasından örnek verecek olursak cadde üstünde bir binaya beş kat müsaade edilirken, ikinci binaya yirmi kat hak veriliyor. Peki kim kimi cezalandırıyor? Buradaki plan tutarlılığı nerede, bunu kimse sormuyor. Tutarlı davranmak mecburiyetinde olunan en önemli mevzulardan biri budur.
Kentsel dönüşümde son derece tuhaf bir noktaya geldik. Bazı bölgelerdeki imar durumunda hiçbir şey yapılamıyor çünkü orada rant sağlanmıyor. Binalar çökme tehlikesiyle, bina sakinleri de ölümle karşı karşıyalar. Planlama, adaletli büyümeyi düzene koyan bir mekanizmadır. Şehrin planı da böyle olmak zorunda. Hâlbuki birtakım gösterişçi endişelerle yapılan çalışmalar görmekteyiz.
Şehirlinin hayatını kolaylaştıracak herhangi bir mekanizmanın harekete geçirildiğini henüz görmedik. Mesela bir mahalle düşünelim, her binanın etrafında taşıtlar dönebilsin. Ya da taşıt bir yere kadar gidip sonra tek yönlü bir yoldan başka bir noktaya çıkarken karşı sokak acil geçişler, bisikletliler ve yayalar için kısmi yeşil sokak olabilsin. Bu anlattığım projeyle o mahalle yeşil alana ve yumuşatılmış bir trafiğe sahip bir hâle getirilebilir. Arabaların öncelendiği bir şehir, nasıl kabusa dönüşüyor ve biz burada nasıl yaşıyoruz?
Şehrimizin dönüşümü için nüfusu azaltmak, yeni çekim yerleri kurup baskıyı merkezden uzaklaştırmak yapılacak doğru planlamayla mümkün. Doğru planlamayı ise bu işi bilenler yapmalı.
Mimarlık günlük hayata dair basit sorunları çözebilme yeteneğidir!
Maalesef günümüzde bilen insan sayısı da giderek azaldı. Burada üniversitelere büyük sorumluluk düşmekte. Ülkemizde uzun süredir mimarlık okulları dört sene. Öğrencilerin kimi yüksek lisans hatta sonra doktora yapıyor. Fakat bu süreçte onlara bir pratiğin içinde mesleği öğrenmek gibi bir şart koşulmuyor. Staj mecburiyetleri bürolarda bir aylık.
Üniversitede ise ilk iki yıl çizimi, blender yapmayı yani göz boyamayı öğreniyorlar. Sonraki senelerde üç veya beş tane proje hazırlıyorlar. Bu projeler çoğunlukla müze, öğrenci merkezi, tiyatrodan oluşuyor. Aslında insanların esas alanları yani konutları, iş yerleri, sokakları nasıl tasarlanır, nasıl yaşanır kılınır bununla ilgili herhangi bir etüt çalışması yok. Üniversiteden mezun olan gençler, insanları şaşırtacak, “vay canına" dedirtecek değişik işler peşinde bireyler oluyorlar. Hâlbuki mimari bu değil!
Mimari günlük hayata dair en basit sorunları çözebilme yeteneğidir. Mimarlar, çevrenin niteliklerini, kalitesini yükseltecek işler inşa eden bir zihne sahip olmalılar. Gösteriş yapmak, her seferinde büyük bir yetenek sergilemek zorunda değiller. Bu durum anlaşılmadığından ortaya çok kötü işler çıkıyor.
Mimarlık tarihçilerine, üniversite hocalarına soruyorum: “Son kırk senede Türkiye'de yapılan toplam yapı alanı ya da adedine bakın, bunların içinden kaç tanesine kıymete değer dersiniz?” Dört yıl önce Hürriyet gazetesi çoğu arkeolojik veya tarihî eserden oluşan Türkiye'nin 100 önemli yapıtına dair liste yayınladı.
Bu, trajedinin büyüklüğünü ortaya koymuş oldu. Biz iyi mimari üretemiyoruz. Bu da demek oluyor ki iyi insan eğitemiyoruz. Üniversitelerimizde, iş verme düzenimizde, işi tanımlama mekanizmamızda, iş veren ayağında sorunlarımız var. Önemli ve unutulmaması gereken nokta şu: Önceden biz çok güzel şehirlere sahiptik, biz hep böyle değildik!
Bütün Anadolu şehirleri nasıl birbiriyle aynı oluyor?
Türk insanı önüne koyulan örneklerle zorla konformist yapıldı. Ben eminim ki beş ila on senelik bir tecrübe yaşadıktan sonra insanımız “Yeter, bunların hiçbirini istemiyorum, bu bir felaket!” diyecektir. Bizim insanımız akıllıdır, kimse denemeden bir şeye olumlu veya olumsuz kullanıcı olmaz. Ona bir şeyi cazibeymiş gibi anlattığınızda "Benim niye olmasın, herkes apartmanda oturuyor. Bana illa da iki katlı konutu mu reva göreceksiniz?” diyor. Hâlbuki iki üç katlı, bahçeli veya bahçeye açılabilir binalar olabilir.
Üç katlı, tabiatla ilişkisi olan, zemine kolay ulaşılabilen, aynı zamanda apartmandaki tüm konforlara haiz, ısınan, sıcak suyu akan evler neden olmasın? Sanki bunların hepsi gökdelende olurmuş gibi bir illüzyon yaratılıyor. Başka türlü olamaz diye sunulduğunda ahşap, kerpiç, taş evlere kötü muamelesi yapılıyor. “Onları terk et, onların sorunları var; bırak, bu daha güzel, dam aktı, tamir gerekli diye uğraşma” deniliyor. Apartmanlarda bu işleyiş nasıl hallediliyorsa aynı mekanizma zeminde de kurulabilir. Ama buna niyet etmeniz, bu felaketi idrak etmeniz lazım.
- Bütün Anadolu şehirleri nasıl aynı çirkinlikte oluyor? Baktığımızda hepsinin İstanbul’u taklit ettiğini görüyoruz. İstanbul’un tarihî yerleri aklınıza gelmesin. Oraları düşünürsek İstanbul çirkin değil. İstanbul'un varoşlarına bakın. Anadolu, bu varoşluğun taklididir. İstanbul'un varoşu derken ayrımcılık yaptığım düşünülmesin. Elit kabul edilen Nişantaşı ya da Suadiye de -pimapen, mermer gibi malzemeleri daha kaliteli olsa bile- nitelik ve mimari dil olarak diğer semtlerle aynı varoşluktadır.
Varoluşumuzun esasını yeniden anlamak, idrak etmek mecburiyetiyle bu dünyadayız. Eğer bizler dünyanın yaradılışı itibariyle var olan dengelerini göz ardı edip, risklerini kendi aklımızla aşabileceğimizi, icatlarla bunu yönetebileceğimizi düşünürsek gaflete düşmüş oluruz. Trafik sorununu mühendislik çözümleriyle aşmaya çalışmak, sorunun üzerine körükle gitmektir. Çünkü araç hareketliliğini yaptığınız yeni ulaşım akslarıyla, siz mümkün kılıyorsunuz. Yani oluşan araç talebi artmaya devam ediyor. Ağ kapasitesini hesaplıyorsunuz ama önünüzdeki on on beş yılda artarak yönetilemez hâl alacağını göz ardı ediyorsunuz. Bu sefer yine aynı mekanizmayı kullanarak aynı düşünce sistematiği içinde yenilerini yapmak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Ve bu birbiri ardına gelen, çığ gibi büyüyen bir mesele olup çıkıyor. Sonrasında ise o çığ gidip bir yerde patlıyor.
İstanbul’un sonu gelmeden göç planlaması yapılmalı
İstanbul'un patlaması nasıl olacak bilemiyoruz. Ama bu sürdürülebilir değil, mutlak son olacak. Bu son gelmeden şehrin üzerindeki göç baskısını -ki şimdi geriye göç de başladı- düzenlemeye çalışalım. Mutlak düzenlenemez ama dikkatli tedbirler alınabilir.
Ülkemizde tarım ve hayvancılık destekleniyor. Sanayide, bazı SSK primlerinde, usta yetiştirme eğitimlerinde destek ve teşvik var. Bunun Türkiye'nin şehirleşme meselesine entegre olarak ele alınması, boşalan Türk şehirlerine göçün yeniden alınan tedbirlerle teşvik edilmesi gerekiyor. Türkiye’nin her yanında bir sürü üniversite açıldı. Bu üniversiteler aslında nüfus hareketlerini tetikleyecektir. Keşke teşvikler ve göç planlaması üniversiteler kurulurken düzenlemiş, bunlara bir miktar yön verilmiş ve harekete geçilmiş olsaydı. İsteseydik bunu fırsata çevirebilirdik.
- Tüm bunları gösteriyor ki İstanbul'u tek başına ele almanız mümkün değil. Konuyu ülke ölçeğinde düşünmeliyiz. Burada 20 milyon insan var, şehri biraz boşaltacağız, içerisinde yeni boş alanlar açacağız veya onu dönüşüme tabi tutacağız dendiğinde mutlaka memleketin diğer köşeleriyle ilişkili olarak bir tersine göçü hesaplamış olmalıyız. Bu mesele ciddi bir zaman ve planlama istiyor. Disiplinlerarası -mimarlık ve planlama bilim dallarının dışında- bir hareketi hatta halkın katkısını, gönüllülüğünü de gerektiriyor.
Çin'de birtakım şeyler yapıldı, çok başarılı olmadı. Ama Fransa, büyük yeni şehirleri, kasabalarıyla bu tür dönüşmüş örneklere sahip. Oralara bakarak da bizim işimiz kolaylaşmaz. Onun yerine, kendi büyük imparatorluk bakiyemize bakalım. Memleketimizin kültürel değerleri yok olma noktasında… Osmanlı müziğiniz istediğiniz kadar güzel olsun, o müziği dinlediğiniz mekânla müzik arasında ilişki yoksa o müzik aslında kendi başına ölü bir nesneye dönüşmüştür. Bu anlamda mekân önemli bir unsurdur. Mekan, insanı terbiye etmiyorsa nasıl bir toplum tahayyül edeceksiniz?
Türkiye 780 bin km2, Almanya 360 bin km2 ve yemyeşil bir ülke. Google Earth'te ya da Yandex'te dolaştığınızda Almanya neden böyle diye sorabilirsiniz. Almanya özelinde tarihî merkezler ve çevredeki yerleşmeler nasıl düzenlenmiş? Bunu bir seferde yapmak kolay değil. Ama Anadolu’daki önemli tarihî merkezlerimizden Erzurum, Sivas, Kayseri, Antep gibi şehirlerimizin etrafında bir plan dâhilinde, belirli bir programlamayla, sanayisiyle, hayvancılığıyla, ziraatıyla gerekli destekleri vererek iş kollarını dâhil edip İstanbul’dan Anadolu’ya insanların kendiliğinden gitmeleri düzenlenebilir. Bunun için geç değil.
Deprem öncesi özellikle İstanbul için tedbir alınmalı!
Babam Turgut Cansever, İstanbul depreminden etkilenecek İstanbulluları yeni şehirlere taşıma projesi hazırlamıştı. 17 Ağustos 1999'da başlattı. 2 yılın sonunda kendi imkânlarıyla 2 cilt kitap yayınladı. Birinci cilt yeni şehir kurmanın meseleleriyle ilgili. Bunun zorluklarının tartışıldığı toplantıları, ikili konuşmaları, kendi yazı ve görüşlerini içeriyor. İkinci cilt ise Trakya tarafında toplam 750 bin kişi yaşayacak şekilde, şehir gruplarını nasıl geliştireceğimizi anlatan, bunun da çekirdeğini oluşturacak 25 bin kişilik bir şehrin yapılabilirliğini, ekonomik fizibilitesini anlatan bir rapor niteliğindedir.
Bu rapor devletin bütün kademelerine sunuldu. Fakat çeşitli hukuki meseleler nedeniyle bugüne kadar gerçekleşme şansı olmadı. Ancak bu raporla beraber Turgut Bey, Küçükçekmece'de küçük kobilerle temas etti. Ve bu kobiler çalışanlarıyla beraber taşınabileceklerini ifade ettiler. 2007'nin sonuna kadar ofisimizin telefonları sürekli bu proje ne zaman gerçekleşecek haber bekliyoruz diye çaldı. Yani İstanbul'daki mevcut bazı sanayi kolları taşınmayı düşünüyor.
Şehrin büyük bölümünün depremde yıkılma riski yüksek. Gecikmeden, özellikle İstanbul için tedbir alınmalı. Bunun insanlara anlatılması gerekiyor. Diyeceksiniz ki: “Burada yaşıyorsunuz, çalışanlarınız şu koşullarda, iş için şu kadar mesafe yol katediyorlar. Hâlbuki sizi a, b, c, d, illerine göç ettirip buralarda şu tür şehirsel imkânlar sunacağız, şu kadar vadelendireceğiz, bu şekilde geliştireceğiz.” Böyle anlatıldığında inşaat sektöründe de önemli bir gelişme olur. Şehrin içinde saçma sapan çok katlılar inşa etmek yerine çok daha ilginç, başka şeyler yapma imkânı doğar. İnsanlar da o illere yerleşip deprem güvenliği olan, doğayla iç içe, insanın yaradılışına, fıtratına uygun çevrelerde yaşama imkânı bulur. Şu an yaşanılan apartmanlar, çok katlı gökdelenler insan tabiatına uygun değil.
Son günlerde aklıma sürekli Bakara suresinden bir ayet geliyor: "Vasat bir ümmet yarattık.” Vasat, itidalli, orta yolu takip eden, aşırılıklardan kaçınan anlamındadır. Bayağı, alt anlamında değildir. Bizim de itidalli, aşırılıklardan kaçınan, herkese eşit yaklaşma iradesini sürekli olarak ortaya koyan, eşit imkânlar ve güzellikler sunan bir toplum olmamız gerekli. Bahçeli ev kimse için lüks olmamalı. Yazık değil mi bize?