Bitki sosyolojisine giriş:Dikmen Alıcı’yla Anadolu turu
Dikmen’de, Çaldağı’ndaki o alıç ağacının bugün ne hâlde olduğunu merak ediyorum.Acaba hâlâ orada bizi bekliyor mu alıç ağacı? Yoksa bizden umudu kesmiş midir? Bozkırıçölleşmeye terk ettiğimizi fark etmiş midir? Yanı yöresi otel mi olmuştur, yoksa yazlıksitelerle mi dolmuştur? Belki birimiz bir gün o alıç ağacını bulup yeniden konuşmayabaşlar. Bize nerede kaldığımızı, nereden başlamamız gerektiğini de hatırlatır.
Yaklaşık yarım yüzyıl önce Ankara'da, Dikmen sırtlarında yalnız bir alıç ağacıyla bilge ruhlu bir üniversite hocası sohbet etmeye başladı. Bu sohbette alıç ağacı atalarından, geçmişinden bahsetti, Anadolu'nun her yerine dağılmış akrabalarını anlattı. Tek arzusu Anadolu’nun bitki örtüsünü korumamızdı. Dikmen Alıcı aslında yıllarca botanikçilerin, ziraat ve orman mühendislerinin başucu kaynağı olmuş önemli bir eserin kahramanıydı. Bahsettiğim kitap Prof. Dr. Hikmet Birand’ın 1966’da yazdığı Alıç Ağacı ile Sohbetler’i. Botanik bilgini, doğa bilimcisi Birand, Çaldağı’nın tepesinde araştırmaları esnasında rastladığı bu ağaçla hayalî bir konuşma yapmış, daha sonra da bu sohbeti içeren kitabı kaleme almıştı. Doğa sevgisiyle yazdığı bu eser, yediden yetmişe herkesin anlayabileceği bir dilde yazılmıştı ve aslında basıldığı dönemde oldukça popülerdi. Yıllarca TRT’de akşamları yayınlanan arkası yarın programında okundu, TUBİTAK tarafından 15’e yakın baskısı yapıldı, son olarak TEMA Vakfı tekrar yayımladı. Birand aynı zamanda Türkiye’de “bitki sosyolojisi” alanının kurucusuydu. Nedir bitki sosyolojisi sorusunun cevabını ise Hikmet Birand’ın öğrencisi Prof. Dr. Tuna Ekim’den alıntılayalım: “Bitkilerin cemiyet hayatını araştırmak.”
Tüm bunları anlatmamın nedeni aklımda yer tutan birkaç soruya cevap bulma çabası aslında. İnsan bir ağacı, bir dostu gibi nasıl sever? Bitkilerin sosyolojisini nasıl araştırırız, onlara soruları nasıl sorarız? Geçmişlerini, yaşadıklarını, bugünkü durumlarını onlardan öğrenmek mümkün mü? Bir ağaç insana neler anlatır, kültürümüze katkısı nedir? Peki ya onların adeta soykırıma uğramasına ses çıkarır mıyız, yoksa sadece eli kolu bağlı izler miyiz? Bu sorulara cevap bulsak doğaya karşı bakış açımız değişir mi? İşte bunları Üsküdar’ın meşhur fıstık çamlarından birine sırtımı yaslarken aklımdan geçirmem tesadüfi değil. Çünkü, Birand’ın kitabını okurken ağaçları ancak bir ağaçla ünsiyet kurarak anlayabileceğimi hissettim. Şimdi bu kitabın sayfalarını karıştırıp, onların sohbetine biraz da ben dahil olmak istiyorum:
“- Hoş geldin. Gene çok güzel bir gün seçmişsin buraya gelmek için. Eğer baharda sözleştiğimiz gibi tohumlar üzerine konuşacaksak, vakit de çok uygun şimdi.
- Hoş bulduk. Evet, tohumlar üstüne konuşacağız. Unutmadım, tohum da getirmemi söylemiştiniz. Bakın bu kese kağıdının içinde tohum var. Aman bugün bozkır ne güzel!
- - Öyledir, her zaman güzeldir bozkır. Ama şimdi, manzaraya değil, onu seyretmek için her zaman vakit bulursun, güneşe bakacaksın. Çünkü sana her zaman göremeyeceğin bir şey göstereceğim. Bu fırsat geçmez her zaman eline. Talihin varmış. Bugün uslu bir poyraz da esiyor. Güneş şimdi Ahlatlıbel'in üstündeki ak bulutun ardına çekilecek ve ışınlarını bulutun altından demet demet yere serpecek. Işın demetlerine bak, çok dikkatli bak.
- Evet evet, hayal meyal bir şeyler görüyorum şimdi; küçük küçük, pırıl pırıl sürekli değil, kesik aralıklarla ışın demetinin önünden güneye doğru konfeti gibi bir şeyler uçuşuyor. Acaba bir sinek, bir böcek, ya da bir kelebek alayı mı? Bunlar tohum.”
16 yılda bir Konya kaybettik
Tohumdan fidana, sonra ağaca ve en nihayet bir ormana dönüşümün ilk adımını da anlatıyor hemen yukarıdaki cümleler. Birand, bir ağaçla karşılıklı konuşmasını içeren bu kitabı boyunca okuruna Anadolu’yu, bozkırı, doğayı anlattı. Bunu yaparken ki asıl amacı da çölleşmeye, çoraklaşmaya, kuraklaşmaya karşı insanları bilinçlendirmek ve ülkemizin topraklarını korumaktı.
Bugün uzun yıllardır yüksek sesle konuşmadığımız bu sorunlar, görmek istemesek de karşımızda duruyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Çölleşme ve Erozyonla Mücadele (ÇEM) Genel Müdürlüğü’nün “Türkiye Çölleşme Risk Haritası” verilerine göre maalesef ülkemiz arazisinin yüzde 53'ünün orta, yüzde 26'sının ise yüksek çölleşme riski var. Yani ülkemizin yüzde 79’u çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın geçtiğimiz aylarda Anadolu Ajansı’na verdiği bir beyanatta yer alan şu cümleleri de buraya eklemek gerekiyor: “Tarım arazilerinde de dünya genelinde her yıl 12 milyon hektar tarım arazisi (3 Konya ili büyüklüğünde bir alan) tahribata uğruyor. Buna bağlı olarak tarımsal üretimde gelecek 10 yılda yüzde 2 azalma olacağı öngörülüyor. Türkiye'de de son 16 yılda yaklaşık 3,5 milyon hektar tarım arazisi (yaklaşık Konya ili kadar) tarım dışı amaçlara tahsis edilmiş ve ekolojik anlamda çöle dönüşmüş durumda.”
Maalesef bu karamsar tabloya eklememiz gereken birkaç rakam daha var. Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan rapora göre dünyada 50’den fazla ülkede 500 kent 2050 yılında su kıtlığı yaşayacak. Su arz ve talebi arasındaki bu dengesizliğin adı olan “su stresi” ise bizlere 2050 yılını işaret ediyor. Ancak İstanbul için durum biraz daha vahim. Çünkü aynı tabloya göre İstanbul için öngörülen su krizi 2030’da başlayacak. Yani sağlıklı su kullanmayı öğrenmemiz için çok fazla zamanımız da yok. Bu süreç bize yeniden ağaç varlığının önemini hatırlatmalı. Çünkü hepimizin ilkokul bilgilerimizden hatırlayacağı üzere yağmur veriminden gezegenin soğutulmasına kadar su döngüsünde ağaçların çok önemli bir rolü var.
Bir göknarın gölgesinde yüz yıl
Anadolu bozkırını çölleşmeyle karşı karşıya getiren pek çok neden var. Bilim insanları iklim değişikliğinden, küresel ısınmadan bahis açarak bu nedenleri tek tek açıklıyor. Ancak belki de en önemli sorun toprağın, ağacın, bitkinin kıymetini unutmamızla alakalı.
Bu unutkanlığı birkaç yıl önce tanıştığım, yüz yaşındaki bir orman mühendisi bana en sert biçimde hissettirmişti. Rüstem Alparslan hayatını ağaçlara, ormanlara adamış biriydi. Konuşmamızda konu en sevdiği ağaca geldiğinde bana “Bu soruya doğru cevap vermek mümkün mü?” demişti gülümseyerek. Sonra hiç unutamadığı, gözlerini her kapattığında kendini orada bulduğu bir anı anlatmaya başladı: “15 metrelik bir göknar ağacı. Yarı gölge ağacı, ibreli. Bazen araziye gidip, yorulduğumda sırtımı ona dayanıp uzanırdım. Dinlenirdim gölgesinde. Yukarı bakardım, sincaplar orada oynuyorlar. Kaçmıyorlar benden, daha da üzerine geliyorlar. Gölgeleri üzerime düşüyor. Aynı ağaca yıllarca sırtımı dayadım.”
- Bir ağaca bağlanmak, bir ağacı sevmek, sıklıkla onu ziyaret etmek, aramızda bir ünsiyet kurmak bugünün dünyasında nasıl mümkün olabilir? Ama bir zamanlar bazı insanlar için daha mümkündü. Belki de tabiatla aramızdaki sorunu halledecek olan da onunla kuracağımız yeni bağlardır. Bu olabilir çünkü bugün hâlâ Anadolu’nun yeniden yeşermesi için çokça çabalayan insanlar var. Yani umut var. Bunun en güzel örneklerinden biri Konyalı iş adamlarının çabalarıyla gelişen Ekobox.
Tamamen yerli girişim ve ar-ge ile oluşturulan Ekobox, sadece tek seferde 16 litre su kullanarak marjinal arazilerde bile ağaç yetiştirme imkânı sağlayan bir sistem. Çölleşmiş arazilerde, kısıtlı suyla ağaç yetiştirilebilen, yenilenebilen ufak bir kutu aslında. Ama buharlaşma sistemi sayesinde doğayı taklit ediyor, ömürlük suyunu kendi içinde tutabiliyor, biriktiriyor, hasat ediyor. Yakın geçmişte Çölleşmeyle Mücadele Genel Müdürlüğü, Selçuk Üniversitesi, Ekofen ve TEMA Vakfı tarafından Konya Karapınar ve Iğdır Aralık’ta çölleşmiş arazilerde 900 fidan üzerinde bir araştırma yapıldı. Sonuçlarını bize Ekobox’un üreticilerinden Fazıl Mermer anlatsın: “Türkiye’nin iki marjinal alanında ekim yaptık. Bir tanesi Konya’nın Karapınar ilçesi. Diğeri de Iğdır’ın Aralık ilçesi oldu. Her iki noktada da ağaç yetiştirmek çok zor. Toprak zayıf, rüzgâr erozyonu yüksek, yağmur çok düşük… Biz toplamda 7 türde 900 bitkiyi 300'erli üç gruba ayırdık. Çölleşmiş arazide başlangıçta koyduğumuz 16 litre suyun dışında ilave su koymamamıza rağmen Ekobox ile başarı oranımız yüzde 95 civarında oldu. Mukayeseli bir çalışmaydı.
Bu kapsamda damlama sulamayı da gözlemledik. Damlama sulamada fidan başına yaklaşık 1500 litre su tüketildi ve başarı oranı yüzde 80'de kaldı. 300 fidanın damlama sistemiyle sulandığı 3 yılda tonlarca su israf oldu. Susuz tarım denemesi de başarısız oldu.” Mermer ve arkadaşları bu proje için motivasyonlarını iş tecrübeleri ile kazanmışlar. Yıllarca otomotiv sanayi üzerine çalıştıktan sonra ülkenin en temel kaynağının ve en kolay kalkınma aracının tarım ve ormancılık üzerine olabileceğini fark etmişler. Şöyle diyor Mermer: “Yıllar süren iş tecrübelerimizde hem dünyayı gezdik hem de Türkiye’yi. O kadar çok atıl alan var ki! Bugün cevizin yüzde 80’ini ithal ediyoruz. Neden? Badem, nohut, mercimek… Oysa bizim çok verimli topraklarımız var. Biz bu soruları birbirimize sorduk. Bugün zeytini yetiştiremediğimiz için ithalatçı duruma düştük. Oysaki biz verim sağlayabilsek bunları dışarıya satmaya başlarız. Çünkü bizim topraklarımız oldukça bereketli ve üretime açık. Bizim insanlarımız şehirlere kaydığı için kendi köyünü, arazisini bırakmış. Biz bu arazileri verimli hale getirmek istiyoruz. Konya ile Ankara arası 264 kilometre. Bu 264 kilometre boyunca bir tane ağaç göremezsiniz. Mevcut durumda tarımla ilgilenenler zaten zor durumda. Ağaç tarımıyla ilgilenenler onlara kıyasen daha şanslı. Çünkü hem iç fiyattan hem de dış fiyattan ürününü verebiliyor. Hal böyle olunca ağaçla kalkınabiliriz diye düşünüyoruz.”
Tüm bu olaylara, konuşmaya, anlatmaya çalıştıklarımıza bugün dünyanın gelmiş geçmiş en büyük küresel sağlık krizinin içinden baktığımızı da hatırlatalım. Covid -19 salgını, insan sağlığı ile dünya sağlığı arasındaki ilişkiyi daha net görmeye başlamamıza neden oldu. Sağlıklı bir iklimin, yani dünyanın önce bizim sağlığımız için var olduğunu da unutmamak gerekiyor. Tam da bu nedenle pandemi sonrası dünyaya farklı bir gözle bakabileceğimize inanmak istiyorum. İşte bu nedenle şimdi yeniden başladığımız yere, Hikmet Birand’la Dikmen Alıcı’nın sohbetlerine dönmek istiyorum. Çünkü tüm bunları yeniden düşündükten, ardı ardına yazdıktan sonra Dikmen’de, Çaldağı’ndaki o alıç ağacının bugün ne halde olduğunu daha fazla merak ediyorum. Acaba hâlâ orada bizi bekliyor mu alıç ağacı? Yoksa bizden umudu kesmiş midir? Bozkırı çölleşmeye terk ettiğimizi fark etmiş midir? Yanı yöresi otel mi olmuştur, yoksa yazlık sitelerle mi dolmuştur? Belki Hikmet Birand’ın kitabı bitirirken ki son sözlerine kulak verirsek, birimiz bir gün o alıç ağacını bulup, yeniden konuşmaya başlar. Bize nerede kaldığımızı, nereden başlamamız gerektiğini de hatırlatır. O halde son kez dinleyelim alıç ağacıyla sohbet eden bu bilge hocayı: “Dikmen Alıcı! Sohbetlerimize başlarken demiştin ki: Dünyayı canlandıran, şenelten, sizin ve bütün canlıların yaşayabileceği bir yurt haline getiren biziz, biz bitkiler... Sohbetlerimizin sonunda da: Bir gün gelmişsin, bakmışsın ki ben yokum, beni senden başka kim hatırlar!
Doğru söylemişsin. Seni benden başka kimse hatırlamaz artık, hatta seni kesip yok eden bile... Ama sohbetlerimizi dinleyenler, sanıyorum ki, unutmayacaklardır seni. Sonra, belki bir gün gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller; hepimiz için şenelttiğiniz bu dünya yurdunda, onların da bizim gibi yaşamaya hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz.”