Birbirimizin yerinde olabilirdik!
Geçmişinde yerli ve Afro-Amerikanlar’a dönük büyük zulümler bulunan ABD, sistemini göçlerin getirdiği dinamizmle güçlü kılan bir ülke. “Daha yerli olmak” sıkıntılı bir iddia böylesine bir yapı içinde, kendini daha fazla “sahip” bilmek de...
Farkına varmadan ve istemeden ırkçı ifadeler kullanıyor olabilir miyiz? ABD’de talihsiz George Floyd’un polis işkencesi sonucu katledilmesi bu soruyu yeniden gündeme taşıdı. Son yıllarda ırkçılık, göstergeleri üzerinden yeniden tarif ediliyor bütün dünyada. Irkçılık “Sen işte şu ırklardan daha aşağılardasın” demek değil sadece, tanımlama kültüre nüfuz edip olağanlık kazanmış ifadelerle yapılıyor. Birçok insan ırkçı bir dil kullandığını fark etmiyor bile, öylesine yerleşmiş “fark”ı derecelendiren kelime ve terkipler. Biz kültürde yerleşik bu kelime ve terkipleri o niyetle kullanmadığımızı vurgularız yeri geldiğinde ancak önemli olan ırkçılıktan muzdarip olanların bu kelime ve terkipleri duyduklarında ne düşündüğü.
ABD, ırkçılık konusunda şaibeli bir ülke, arkasında büyük katliamların çöküntüleri var, bu nedenle de ırkçılığı ima edecek söz ve davranışlar kanuni bir yaptırıma tabi. Irkçı muameleler değil sadece ırkçı klişe ve imalar da sorguya açık. Kültür endüstrisi eleştirilerden payını aldığı için sürekli bir tasfiye gerçekleştiriyor. Son olarak Gone with the Wind (Rüzgar Gibi Geçti, Victor Fileming, 1939) filmi abonelik sistemiyle hizmet veren HBO Max tarafından ırkçı ögeler barındırdığı gerekçesiyle yayından kaldırıldı. Birçok sinema filmi bu açıdan problemli gerçi, hani bir başlansa yasaklanabilecek pek çok film çıkar. Şükran Günü'nde sofraya kızarmış hindiyi ille de niye Afro-Amerikan bir uşak getirmeliydi? Giant (Devlerin Aşkı, George Stewens, 195l) filmi akılda kalan bir örnek.
Irkçı bir ülke olarak: ABD
Bütün bu kültürel unsurların polisin Afro-Amerikan zanlıya Anglosakson zanlıya göre daha rahat şiddet uygulamasına yol açan bir üstünlük hissine kaynaklık ettiği söylenemez mi? Dolayısıyla Afro-Amerikan kesimlerde de polise, şiddete reva görülmenin uzun tarihinden kaynaklanan bir tepki potansiyeli var.
Geçmişinde yerli ve Afro-Amerikanlar’a dönük büyük zulümler bulunan ABD, sistemini göçlerin getirdiği dinamizmle güçlü kılan bir ülke. “Daha yerli olmak” sıkıntılı bir iddia böylesine bir yapı içinde, kendini daha fazla “sahip” bilmek de...
Cumhuriyetçilerin çoğunluğuna göre daha yerli ve daha sahip olanlar Anglosakson kökenliler. Trump destekçilerinin kullandığı, aslında Reagan’a ait, açılımı “Make ABD Great Again” olan MAGA (Büyük Amerika’yı Yeniden Yap) şiarının özlediği ülke, Afrika kökenli toplumun nostaljiyle hatırladığı mutlu günleri göstermiyor.
MAGA nostaljisi için Rüzgar Gibi Geçti romanı cömert bir kaynak. Sadık Afro-Amerikan dadıların el bebek gül bebek büyüttüğü Scarlet O’Hara’nın iç savaş sırasında hayat tarzını koruma mücadelesini 1970’lerin sonlarında TRT ekranlarında izlerken yeterince tanımlayamadığım bir hüzün duyduğumu hatırlıyorum. Çocukluk yıllarında romanı okurken neler düşündüğüm doğrusu açık seçik gelmiyor aklıma. Ancak muhakkak ki sabahın köründe Muhammed Ali’nin maçlarını izlemek için kalkmamın sebebi açık seçikti. Boksu hiç de sevmiyorken, zararlı bir “spor” olarak görürken onu desteklememin, desteklememizin sebebi bu mecburiyetin paylaştığımız yaralarıydı.
ABD devasa bir bileşimin ülkesi. Bu bileşim kaynaştırmayı sağlayacak dinamiklere yeterince açık değil. Kendilik, kendi olma şansı sürekli altı çizilen bir husus. İnsanlar aidiyet sorularından hoşlanmıyor. Alayla aktarılan şöyle bir diyalog var:
- Aslen nerelisiniz?
- Amerikalıyım.
- İyi de aslında nerelisiniz?
Kuşku, tedirginlik, suçlama... İyi bir niyet belirtecek bağlamları kaybolmuş bu sorunun, insanlar elbette selamlaşıyor tanıştırıldığında, ancak bir adım sonrasında hangi cümleyi kuracağını şaşırıyor kişiler, bir tebessüm bir ifade bocalaması yaşanıyor. “Nerelisin?” sorusu Türkiye’de iyi niyetle, bir sohbeti açmak için sorulur. Ancak Amerika’da bu konuda iyi niyet taşıdığını öne süremezsin, önemli olan muhatabının bu soruyu nasıl anladığı.
"Aslen nerelisin?"
Anglosakson olmayan Amerikalılar benzeri soruları kendilerini ikincil bir plana yerleştirdiği düşüncesiyle rahatsız edici buluyorlar. Sohbet ilerlerse zaten insanlar kişisel tarihleriyle ilgili açıklamalar yapıyor ne de olsa. Seattle’da kaldığım dönemde kızım beni sıklıkla uyarıyordu, tanışmalarda “Nerelisiniz” sorusundan kaçınmam konusunda. Redmond’a, Cross of Christ Lutheran Kilisesi’ne gitmiştik 30 Ocak 2019’da... Kilisede Müslüman aktivist Aneelah Afzali ve Papaz Terry Kyllo “İnanç Korkunun Üzerinde” (Faith Over Fear) başlığı altında konuşacaklardı. Afzali ve Kyllo İslamofobi konusunda daha önce de birlikte çeşitli şehirlerde ve farklı platformlarda konuşmuşlar, gün içinde biraz araştırma yapmıştım. Lilly A. Fowler tarafından kaleme alınmış bir yazıda iki aktivistin İslamofobi’ye karşı mücadeleleri “tutku” kelimesiyle anlatılıyor. Her iki konuşmacı da İslamofobi’nin yaygınlaşmasında medyanın rolünün ve halkın bilgisizliğinin rolünün altını çizmişlerdi.
Papaz Kylo, kilise cemaatinden bir kişinin, “Afro-Amerikan kardeşlerimize destek veriyorum, Yahudilere de ama kadınlara davranışları yüzünden Müslümanlara destek vermek istemiyorum, içimden gelmiyor” şeklindeki sözlerini aktardı. Kyllo’nun anlattığına göre, sözünü ettiği kişi gündelik hayatında çok iyi bir insan, sorumlu bir aile babası. Alzheimer hastası karısına canla başla bakıyor, kızlarına karşı müşfik. Kızlarını çok sevdiği için de Müslümanların “kadınlara karşı kötü muamelelerine” dayanamadığını söylermiş hep. Gelgelelim İslam’a ilişkin bilgileri hayattan değil medyadan kaynaklanıyor. “Medyadaki İslam karşıtı söylem ve propagandalar yüzünden bu iyi insanları kaybediyoruz” dedi Kyllo ve tanımanın en yalansız yolunu sağlayan komşuluğun önemini vurguladı.
- Kimse durduğu yerde fikirlerinin önyargıdan ibaret olduğunu öğrenemiyor, eğer dürüst bir okur değilse. Paris saldırısı gecesi bir camiye ateş açan Ted Hakey isimli aktivistten söz etti Afzali. Hakey yaptığı saldırı sonucu altı aylık bir cezayla hapse atıldıktan sonra caminin bir yöneticisi her hafta onu ziyaret etmiş. Bu yöneticiyle sohbetleri ve kendisine hediye ettiği Kur’an’ı okuyarak zihnindeki sorulara cevap bulmuş Hakey. Hapisten çıktıktan sonra ise Müslümanları savunma faaliyetlerine başlamış.
Aneelah Afzali, Harvard’da eğitim görmüş bir hukukçu, güler yüzlü, esprili, birikimli bir Müslüman, iyi bir hatip. Kendisini “Amerikalı bir Müslüman” şeklinde tanıttı ve Amerikan bayrağına sahip çıktığını belirtti. “Biz tipik bir Amerikan ailesiydik” diye söz etti ailesinden de… Tesettürü yirmi yaşında, İslam’ın kadınlara tanıdığı haklarla ilgili bilgiler edindikten sonra benimsemiş.
Doğrusu Aneelah isminin hangi Müslüman ülkede konulduğunu merak ediyordum ama herkesin merak sebebi farklı. Merakınızın sebebi ne olursa olsun pekâlâ ırkçılığa yoruluyor, öylesine bir yorgunluk oluşmuş genç kuşakta. Niye bir Anglosakson değil de çekik gözlü veya başörtülü bir kadın “İyi de aslında nerelisiniz?” sorusuna muhatap olmalı… İrlandalılar, İskandinavlar böyle bir soruya muhatap değiller ama iki yüz sene önce gelmiş Çinlilerin torunları benzeri sorularla sürekli karşılaşıyor. Bilinçaltlarına yerleşmiş temel kanı, beyaz ırk harici toplumların gerçek bir Amerikalı sayılamayacağı yönünde ve gençler artık, kamusal haklarını sınırlayan bir algıyla ilişkili buldukları sorularla karşılaşmak istemiyor.
Irkçı söylem ve eylemler bildik tutumlarla destek bulamasa da bariz olmayan, üstü kapalı anlatımlarla öne sürülüyor “efendi” ve “sahip” kimliği. Seattle gibi tarihi boyunca ırkçı karşıtı birçok harekete sahne olmuş, Jimi Hendrix gibi bir yanı yerli, bir yanı Afro-Amerikan birçok sanatçının doğup yetiştiği bir şehirde bile Afro-Amerikan ailelerin karma semtlerde kendilerini huzursuz hissettiğinin birçok örneğini dinledim. Böylelikle kendi kökenlerinden insanlarla aynı mahalleye çekilmeye yöneliyor insanlar. Kızım, arkadaşlarının ırkçı tavırlara maruz kaldığı için oğlunu okuldan alıp evinde eğiten bir arkadaşından söz etti. Arkadaşı aynı nedenle Afro-Amerikan nüfusun daha ağırlıklı olduğu bir mahalleye taşındı. Afro-Amerikanlar kendi mahallelerine, Somaliller kendi mahallelerine çekiliyor. Bu aynı zamanda Chinetown’larda belirginleştiği gibi kültürel bir tercih. Çocukları kendilerine benzeyen çocuklarla daha rahat ediyor okullarda. Marketlerde istedikleri ürünü bulabiliyor insanlar. Komşuluk konusunda da sıkıntı yaşamıyorlar. Ancak işte bu şekilde gerçekleşen bir tür kapanma da tanıma imkanlarını sınırlandırıyor. Üstelik ırkçı klişelerin rahatsızlığının oluşturduğu yasak bölge, bu klişelerin kimi bünyelerde bütün ayrıntılarıyla capcanlı muhafazası anlamına da geliyor. Medyadan ve kitaplardan öğrenirsiniz doğru ama asıl ilişkilerle canlanır bilgiler bilincinizde.
- Anthony Giddens Mahremiyetin Dönüşümü’nde “uygar kayıtsızlık” diye adlandırmıştı bilme gereği duymadan gerçekleşen kamusal ilişkiyi. İnsanlar heyecanlanır, merak eder, şaşırır, öğrenmenin coşkusuna kapılıp bir soru daha sormak ister.
Chantal Mouffe, Habermasçı ve Rawlsçu iki ana müzakereci demokrasi modelinde belirginleşen tutkulardan arındırılmış (rasyonel) kamusal alan modelinin tam da öne sürdükleri “tutkulardan arınma” şartı yüzünden çoğulculuğu gerçekleştiremediğini tartışıyor metinlerinde.
Tutkuların kamusal alandan kaldırılmasıyla gerçekleşen bastırma yüzünden daha güvenli bir toplum haline gelmiyoruz. Kapalı bir dünyaya kilitlenen her toplum kendi varlığına büyük anlamlar atfetmeye meyyalleşirken dünyayı hep uğradığı haksızlıkların zaviyesinden görmeyi sürdürüyor.
Irkçılığın neresindeyiz?
Biz Türkler ırkçı mıyız peki? ABD’de mevcut yeni ölçüler açısından bakıldığında cevabı zorlaşan bir soru bu. Hoş “Türk” tek bir profil içermiyor, hangi Türk’ten söz ediyoruz acaba? “Türk” malum, aynı zamanda inşa edilen bir kimlik yüz yıldan beri, asli olanı gölgede bırakılacak şekilde. “Okullarda çocukları ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diye bağırtıyorlar. Bu yanlış. Türk böyle derse Kürd’ün de ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’ deme hakkı doğar” demişti rahmetli Erbakan. Türkçe konuşamadığı için öğretmeninden tokat yiyen, aşağılayıcı sözler işiten çocuğun yaşadığı acının yüreğini hınçla doldurmaması için nasıl da önemli bir adım sonrasında karşılaştığı muamele ve sözler. Irkçılık ekmenin kaçınılmaz sonucu başka bir ırkçılık. Bunun ifadesi ise yeni biçimler kazanıyor sürekli. İnşa edilen ırk ötekinin varlığını türlü gerekçelerle indirgiyor veya yadsıyor, paylaşmaya tahammülü yok, kendini efendi bilme ve bildirmenin hakkına inanıyor.
Türkmen anneannem açısından kasabanın kıyısındaki barakalarda yaşayan Romanlar, iyi davranışa ve saygıya en çok hakkı olan insanlardı; “Anadolu irfanı” işte bu. Türkçe’den başka dil bilmeyen babam Alevi Kürdün Cuma namazına katılmasını engelleyen imama itiraz ederken Veda Hutbesi’nden bölümler okumadı belki ama ibadetin tanıma ve öğrenme yönünü mutlaka hatırlatmış olmalı. İnsanlar aşağılık ve düşük nitelikli sayıldıkları için köle pazarlarında satılmıyor artık. Çok daha incelikli yöntemlerle hükmünü sürdürüyor aşağılayıp ayırma siyaseti. “Bizden adam olmaz” klişesinin hemen yanında boy veriyor kökenini yüceltmenin avuntusu. “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” dilimize nasıl yerleşti bilmiyorum ama işte bu sözü kibirli bir ifadeyle kullananları tarih ağır bir dersle düşünmeye zorladı.
Her türlü araçsal yüceltme inşası bir aşağılama sistemi ile birlikte yürütülür. Ötekinin zayıflığında iktidar kurma çabasıyla kendi paryamızı oluştururken mutsuzluğumuzu da hazırlarız. Irkçı muamelelerin hazin sonuçları konusunda zaman zaman özür dileyenler oluyor, telafi çabaları gösteriliyor. Ancak yaşanan acılar öylesine ağır ki yer yer sökün ediyor beklenmedik bir köşeden, bu nedenle de olabildiğince duyarlı ve düzeltilmeye açık olmalı dil. “Biz”i oluşturan her bir varlığı rencide etmeme çabasında gelişebilir ırkçılığa karşı direnç. Irkçılığı yeniden düşünmek aslında sürekli bir yeniden düşünmektir, insan unutkandır çünkü.
Ben onun yerinde olabilirdim o da benim yerimde... Bir süreliğine de olsa türlü hurafelerle dışlanan ve acı çektirilen insanların bedeninde var olmayı denemek, bu duyarlığı korumak kişiliği mümkün kılan şey. Sanat ve edebiyat da bunu sağladığı ölçüde ruhumuzu arınmaya açıyor zaten.