Biraz tatlı - çokça acı: Muhtasar bir lezzet yazısı
Yıllar evvel kıymetli abim Duran Boz’un ikram ettiği, Kahramanmaraş’ın o meşhur tarhanasını ilk kez yediğimde hüzünle beraber hızla çocukluğuma döndüm. Türkiye’de gündelik hayatın son sürat değiştiği 90’larda, modernite denen hadisenin ziyadesiyle geç uğradığı Şeker Tekke Mahallesi’ne dönüverdiğimi hatırlıyorum. Salça kazanlarının müstakil evlerin bahçelerinde kaynadığı, evlerin arasındaki boş arazilerde kaynatılan buğdayların, tarhanaların sofra bezlerinin üzerinde serildiği günlere gidiverdim. Bir parça tarhanayla birlikte PKK ve her gün onlarca gelen şehit haberlerine, Madımak ve Başbağlar’da üç gün arayla toplam altmış altı insanın katledildiği günlere, Doğu’da beyaz Toroslara ve yaşanan faili meçhullere, yakılan Kürt köylerine, ekonomik krizlere, şaşkınlığa, acıya, kedere, Türkiye’nin ifratla tefrit arasında savruluşuna…
Tat hatırlatır. Hatıranın saklanacağı yer olan hafıza ise muhafaza etmenin olmazsa olmaz şartıdır. Nihayetinde tat denince yalnızca beş duyu organımızın birinden bahsetmiş olmayız, aynı zamanda gündelik hayatımızda pek çok duygu, düşünce ve edimi hatıra gelir. Bunun önemli bir ispatı kelimenin çok zengin yan anlamlarıyla deyimler ve atasözlerinde ortaya çıkmasıdır. Mesela bu metni okurken “tatsız tuzsuz” bulacağınız bir yazı yazmak istemem sizlere. Misal en çok işittiğimiz dualardan birisi, “Allah ağzımızın tadını bozmasın”dır. Bir alanda ilerlemek, uzmanlaşmak, bir şeydeki ince güzelliği kavramak, “tadına varmak” ile karşılanır. Aşırıya gitmeden ifrat tefrit ölçüleri arasında kalmak ise “tadında bırakmak”tır. Aksi takdirde hayatımızda “tat tuz kalmaz”, “tatlı canımızdan usanırız”. Tam bu noktada kastetmeye çalıştığım şeyi açmak adına biraz da edebiyata bakalım.
Mesela evrenin yaratılma sebebinin bir içecek olduğunu düşünebilir miyiz? İsmet Tümtürk ile Nihal Atsız arasında geçen şu diyalog buna örnek gösterilebilir. Atsız çay içmeye bayılırken, Tümtürk ise hiç sevmezmiş. Bir gün İsmet Tümtürk, Nihal Atsız’a: “Bu renkli suyu içmekten ne zevk alıyorsun, anlamıyorum. Tadı tuzu olmayan bir sudan ibaret!” demiş. Atsız ise “O, sebeb-i hilkat-i kâinattır!” diyerek sert bir karşılık vermiş. Avusturyalı romancı Robert Musil ise tütünü bir var olma biçimi şeklinde resmedermiş. Tarih boyunca insanın yeryüzü macerasında anlam arayışına eşlik eden din, gelenek, felsefe ve ideolojik yapıların misyonu tütün içme edimine indirgenmiş gibidir Musil’de: “Yaşamı ancak tütün içerek üstesinden gelinebilecek nahoş bir şey olarak görüyorum.” diyerek tanımlamıştır büyük romancı. Buna bir başka örnek, bir başka büyük romancı Virginia Woolf’tan gelir. Binlerce çeşit eylemden oluşan insanın gündelik hayatında merkezi bir edim olarak yemeği işaret eder Woolf: “İnsan yapısı, bilinen hâliyle, kalp, beden, beyin -şüphesiz bir milyon yıl sonra da olacakları gibi- birbirine sıkıca bağlıdırlar, ayrı ayrı bölmelerde değillerdir; o yüzden de iyi bir yemek iyi bir sohbet için büyük önem taşır. İyi bir yemek yememişseniz iyi düşünemez, iyi sevemez, iyi uyuyamazsınız!”
Tatma ve anımsama dendiğinde roman türünde ilk akla gelenlerden biri de Marcel Proust ve Swann’ların Tarafı romanıdır.
Proust eserdeki kahramanını bir bisküvi vasıtasıyla çocukluğuna götürüverir. Romancıya göre geçmişi hatırlamak için asıl araç duyulardır.
Zihin unutur. Akıl yanlış muhasebelerde bulunur. Aklın ve hafızanın geçmişe geri dönme çabası nafile bir çabadır ve zihnin işlem alanının dışında çok başka bir yerde bulunabilecektir. Yazara göre geçmişi bulmaya imkân veren alan tat duyusudur: “Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir hâlde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi?”
Acı olsun tatlı olsun yediğimiz hakikatli bir şey ise illa ki bize bir şeyleri anımsatır. Tam bu noktada atıştırmalık veya hazır gıda sektöründe yeme-içme alanını işgal eden ucuz maliyetli, pek de tadı-tuzu, rayihası olmayan ambalajlı gıdaların, yaşadığımız bu tatsız zamanlar ile paralelliği yok mudur sizce? Peki, bu tatsızlık hissi sadece tat duyusu ile mi sınırlıdır? Mesela yaşadığımız çağda gözün muhatap olduğu nedir? “Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modern, işlevsel konutlarsa, uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, ya da yolunu şaşırarak tüketim alanına girmiş fabrika tesisleri, zaten sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemine taban tabana zıttır bütün bunlar.” Adorno’dan Byung Chul Han’a, görme duyusundan dokunma duyusuna geçersek Koreli düşünüre göre, içinde bulunduğumuz zaman diliminde güzel olanın pürüzsüz, pozitif bir şekilde sunumu ve kapitalizmin ruhuna uygun bir şekilde tanımı, güzeli güzel yapmaktan çıkarır. Güzel olduğu iddia edilen pürüzsüzlük tezini bir tarafa bırakıp “güzeli kurtarma”nın peşine düşen Byung Chul Han bir ucundan dokunma duyusunun bu çağda ne hâlde olduğunu ifşa eder. Düşünüre göre pürüzsüzlük aslında bir tekdüzelik hâli gibidir.
Bugünün dünyası ve her geçen gün ağırlığını ziyadesiyle artıran bu “tekdüzelik” meselesi hakkında Thomas Bauer, ister birey, ister toplum, isterse de bu ikisinin yekûnu olan kültür olsun muhatap kaldığımız şeyin sıradanlık olduğunu söylemektedir. Var olan bu trajik tekdüzeliğin kökeninde ise sanayi toplumu, köyden kente aşırı göç, iklim problemleri, kapitalizm, hızlı yaşam, şirketlerin tekelleşmesi vb. pek çok neden yatmaktadır. E. F. Schumacher ise Aklı Karışıklar İçin Kılavuz başlıklı kitabında modern dünyanın haritaları üzerinden yaşadığımız çağda “yadsınan din mevzuuna” bir eleştiri getirir. Düşünür Leningrad seyahatinde elindeki harita üzerinde bulunduğu yeri tespit etmek ister. Karşısında duran kilise vasıtasıyla konumunun tespitini yapmaya çalışan Schumacher için bu mümkün değildir. Nitekim gerçek dünyada var olan kiliseler haritada gösterilmemektedir ve düşünürün aklı karışmıştır.
Schumacher, yegâne teori denilerek bize dikte edilen ve tarafımızca da sorgusuz sualsiz kabul edilen günümüz sosyal bilimler anlayışının eleştirisini yapmaktadır.
Modern zamanların dinî olan herhangi bir bilgi, simge, sembol vb. ne varsa görmezden gelme hastalığını bir tarafa bırakalım ve Allah’ın kitabında: “İşbaşına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar” (Bakara 2/205) ayeti ile insan neslinin yanı sıra ekini, yani insanın bir anlamda yeryüzündeki varoluş sebebi olan tahılı yok etmek, ona zarar vermek, velhasıl insan neslinin varlığını tehdit etmek hangi mantığın, ne tür bir amacın, nasıl bir mantalitenin ürünüdür deyip biraz düşünelim. Bu upuzun, çokça tartışılmış ve hâlâ tartışılmakta olan mevzunun bu yazının mevzuu ile alakası ne olabilir? Meselelerin ortaya çıkış süreci ne denli kadim zamanlara uzanıyorsa çözüm için de o kadar eskiye gitmek gerekir. Tarihsiz olmaz, yalnızca tarihle de olmaz. Veyahut Paolo Sorrentino’nun Muhteşem Güzellik adlı muhteşem filminde, sadece bitki kökleri yemek suretiyle hakikati arayan o yaşlı mistik kadının da dediği gibi: “Çünkü kökler muazzam önemlidir.”
Kökler önemlidir. Tarih önemlidir. Kadim olan önemlidir. An ile birlikte anılar da önemlidir.Kendi modernini kurmak adına bile olsa geleneksel olan da önemlidir. İşbu sebeple yeni, nasıl önemliyse eski de öyle önemlidir. Okumuş kesimin pek hazzetmediği halkımızdan bir araba arkası yazısı: “Geldiğin yeri unutursan gideceğin yerde kaybolursun.” Herhangi bir yiyeceğin önemi de biraz burada ortaya çıkar. Dünyadaki var olma serüvenimizde temel ihtiyaç maddesi olan besin, kendi kişisel geçmişimize dair anımsattıklarıyla da bir önem ihtiva eder.
Bizlere Coca Cola ile Pepsi arasında tercih yapma şansı veren bu modern hayatın tatsızlığının, dünyanın tekdüzeleşmesi veyahut bizim hakikatten uzaklaşma sürecimiz ile doğrudan bir bağı var elbette. Diğer taraftan meselemiz sahici bir arayışsa, doğal bir tat doğaya, doğa ise doğru bir ontolojik sorgulama vasıtasıyla bir yüce hakikate götürebilir bizleri. O vakit, sentetik bir tat ile nereye kadar ilerleyebiliriz? Marcel Proust’un tasvir ettiği üzere yediği bir bisküvinin sonucunda yaşadığı tanımı mümkün olmayan, düşüncenin sınırlarını da aşan ve aşkı anımsatan bir tat tecrübesi ile kahramanın çocukluğuna dönüşü gibi iki asrı aşkın bir zamandır yaşadığımız bu derin kafa karışıklığı sürecinde yediğimiz bir ufak tarhana parçası, okuyan yazan kesimin az da olsa ehemmiyetli bir şeyleri hatırlamasına vesile olur.
İşim sebebiyle hayatımın büyük bir kısmı kampüslerde geçti. Üniversite kampüsleri dâhilinde yeme içme imkânlarının hem nitelik, hem nicelik açısından oldukça kısıtlı olması sebebiyle uzun yıllar kendime sağlıklı atıştırmalıklar aradım. Kuruyemiş kombinasyonları, kuru meyve denemeleri, Konya gevreği, Beypazarı kurusu, galeta ve benzerlerinin ardından nihai durak işte Kahramanmaraş’ın o süper atıştırmalık tarhanası olmuştu.Tarhana yalnızca gündüz dışarıdayken öğün savuşturmalarım için değil, özellikle benim gibi gece yaşayan, gece çalışan biri için çayla birlikte yiyebileceğim hafif, sağlıklı bir lezzetti.
6 Şubat 2023 Pazartesi gecesi bilgisayarımın başında bir tarhana parçası eşliğinde yine çalışırken saat tam 04.17’de, bu leziz tarhana ağzımda zehir oluverdi.
Bir sancı, bir sarsıntı, bir titreme. Çocukların odasına koştuk. Çöktük, kapandık, tutunduk. Yaşadığım şehir Muş’ta bile kırk saniyeleri aşan sarsıntı, memleketin bir yerlerinde çok büyük bir depremi aklıma getirdi. Beş dakika sonra belli oldu: Kahramanmaraş, 7.7. Ne yazık ki muhtemel on binlerce ölü. Ağzımdaki tarhana bu sefer çok sevdiğim şehrin bir sağa bir sola gelip giden tarihi yapılarını, caddelerini, sokaklarını gezdiriyor gibiydi bana. Ulu Camii, tarihi Maraş evleri sallanıyordu bir o yana bir bu yana. Çınarlı Camii ayakta durmaya çalışıyor; Kabaltı, Çiftaslan Konağı ha yıkıldı ha yıkılacak gibi. Ya o bol muhabbet eşliğinde kahveler içtiğimiz Yaşar Pastanesi, o güzelim Trabzon Caddesi, Kahramanmaraş Müzesi? Ya bin yıldır Maraş’ı Maraş yapan onca insan; eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, canımız? Yaşanan acıyı edebi olsun ya da olmasın yazı diliyle anlatabilmek mümkün değil. İnancımıza göre insana ömür nefes sayısı üzerinden verilmiştir. Yaratılan her fert için vade bellidir. Fakat bu hakikat, bunca ölüme sebebiyet verenlerin mesuliyetini iptal etmez elbette. Umulur ki bu büyük dram duyu ile olsun, duygu ile olsun, düşünce ile, şu veya bu şekilde olsun hatırda tutulur, unutulmaz.
Kaynakça Byung-Chul Han. (2020), Güzeli Kurtarmak, (Çev. Kadir Filiz), İnsan Sanat, İstanbul Detlef Bluhm. (2001), Colombus’tan Davidoff’a Tütün ve Kültür, (Çev. Zehra Aksu Yılmazer), Dost Kitabevi, Ankara. E. F. Schumacher. (1990), Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, (Çev. Mustafa Özel), İz Yayıncılık, İstanbul. Elmalılı Hamdi Yazır. (2012), Elmalılı Hamdi Yazır Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali, İstanbul. İbn Haldun. (2018), Mukaddime, (Çev. Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul. Jennifer Barclay. (2018), Edebi Ziyafet. (Çev. Yağmur Çevik), Siyah Kitap, İstanbul. M. E. Saraçbaşı. (2010), Örnekleriyle Büyük Deyimler Sözlüğü C. II, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Marcel Proust. (2003), Swann’ların Tarafı, Çev. Roza Hakmen, YKY., İstanbul. Theodor W. Adorno. (1998), Minima Moralia, (Çev. O. Koçak-A. Doğukan), Metis Yayınları, İstanbul. Thomas Bauer. (2022), Dünyanın Tekdüzeleşmesi: Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine, (Çev. Mücahid Kaya), al-Baraka Yayınları, İstanbul. Virginia Woolf. (2001), Kendine Ait Bir Oda. (Çev. Suğra Öncü), İletişim Yayınları, İstanbul.