Bir uğurlanmak meselesi

Bir uğurlanmak meselesi
Bir uğurlanmak meselesi

İçindeki şartlar ne kadar zorlaştırıcı olursa olsun ev, insanın ruhsal dünyasında güvende olmayı temsil ediyor. İçerideki şartların ne kadar olumsuz olduğundan bağımsız bir biçimde, söz gelimi bir çocuk evde suistimallere uğrasa dahi, “Seni evden atarım.” tehdidi karşısında daima dehşet duyar. Çünkü ev, yuva; kendi nesnelliği ve daimi üyelerinden bağımsız bir şekilde insan ruhunda sevecen bir lokasyonda biçimlenmiştir.

Tam da bu saiklerden ötürü yuva içine dikkat etmemiz gerekir. Her ne yaşanırsa yaşansın gecenin kör karanlığında, yahut yorucu bir yolculukta her birimizin eve dönme arzusu insanlık tarihi ile beraber içlerimize işlendiğinden ötürü, seçme şansımızın olmadığı bu yerin daha korunaklı, daha güvenli olması şarttır. Şarttır çünkü bu kadar muhtaç olduğumuz bir mesele karşısında zihnimiz yanlı çalışacağından ötürü; evde yaşanacak fena olaylar dahi olumlanacak, suistimaller şükran hatıralarına dönüşecek, verilmeyenler verilmiş gibi yapılabilecek, kişi başına neyin geldiğini anlamayarak yaşadığı olumsuz durumların adını “ev” koyacak ve bağlamı tutarsız şekildee kuracaktır. “Kolun kırılıp yen içinde kalmasından daha fenası kırılan kolun hiç kırılmamış gibi olması olacaktır.”

Taşınma sadece fiziksel olsaydı her şey daha kolay olurdu. Bu mesele içinde bir yaştan taşınma, bir görüşten taşınma, ya da alışagelmiş bir sözden, geleneklerden taşınma gibi çokça simgeyi de barındırıyor.
Taşınma sadece fiziksel olsaydı her şey daha kolay olurdu. Bu mesele içinde bir yaştan taşınma, bir görüşten taşınma, ya da alışagelmiş bir sözden, geleneklerden taşınma gibi çokça simgeyi de barındırıyor.

Biliriz ki birinin suçsuz olduğu bilgisine ihtiyacımız varsa bu ihtiyaç o kişiyi suçsuz yapmaya ziyadesiyle yeter. Tam da bu yüzden kişinin gerçeklikle bağının kurulabilmesi, zihninin ve hissedişlerinin stabil akışının sağlanabilmesi için evin fazladan özene, ev üyelerinin fazladan dikkatli olmaya ve iyi davranılmaya ihtiyacı bulunur. Çünkü her insan evini masum olarak bilmeye ihtiyaç duyar.

Eşyalar, nesneler o evdeki ilk deneyimler, yine kişinin güvenli dünya tasavvuru geliştirebilmesinde önemli yer tutar. Dünyaya gelen korunaksız insan, şartların neredeyse hep aynı olması, evin ve üyelerinin daima aynı kalması koşuluyla; varoluşsal manada dünyaya fırlatılmışlık deneyimiyle başa çıkabilir ve iç dünyasında bir güven hissi kurabilir.

Evde anne ya da bakım veren gider ve daima gelir, odadaki eşyalar yerindedir; beşik, battaniye, birkaç parça oyuncak daima aynı yerde aynı renkte ve aynı kokusuyla orada duruyordur.

Bakılacağından, gözetileceğinden, kurtarılacağından emin olmak isteyen bebeğin; en azından çocukluğa geçene kadar, güveninin sağlanması için gerekli olan ana etmenler bunlardır: üç aşağı beş yukarı evin ve içindekilerin aynı yerde durması. Burada bir dipnot eklemekte fayda var; psikanalitik psikoterapilerde seans saatinin, gününün ve dahi görüşme gerçekleştirilen oda ile beraber odadaki eşyaların neredeyse hiç değişmemesinin sebepleri de yukarıda aktarmaya çalıştıklarım ile aynı sebeptendir: “Kaygılanma! Her şey başlangıçta olduğu gibi.”

Başta katı nesnellik ölçüsünde güven sağlaması yapılırken bu temel kaideler başarı ile atlatılırsa kişi değişikliklere, farklılaşmaya, eşyaların başkalaşmasına ya da taşınmaya da açık hâle gelecek demektir. Bu girizgâhla beraber şu çıkarımı yapmak sanırım çok hatalı olmayacaktır; yaşantının ilk deneyimlerinde annesi, nesnesi, eşyaları, gördüğü muamelesi taşınmamış ve göçmemiş olan insanların belki de yetişkinlik yıllarında “taşınabilme” yetileri de aynı ölçüde güçlü olacaktır.

Ebeveynlik büyük çoğunluğu yasla geçen bir deneyimdir. Çocuğun hâlleri ve o hâle eşlik eden ebeveyn tavırları zamanla geride kalır.
Ebeveynlik büyük çoğunluğu yasla geçen bir deneyimdir. Çocuğun hâlleri ve o hâle eşlik eden ebeveyn tavırları zamanla geride kalır.

Göç, taşınmak ve ayrılık gelişimsel bir zorunluluktur

Bebek, ilk birkaç sene içinde önce kucaktan göçer ve adımlarına ulaşır. Sonra memeden taşınır ve gıda ile farklı bağı oluşur. Zamanla kaldırılamaz, taşınamayacak kadar ağırlaşır ve uzun yolculuklarda yalnızca elinden tutulur. Az zaman sonra elinden tutmak çocuğa ayıp gelir ve asıl taşınmanın/başkalaşmanın ergenlik dönemi vasıtası ile küçük bir simülasyonu kurulur. Tüm bu hengâmede göç ve yas iki temel mesele olarak karşımıza çıkar.

Ebeveyn açısından bir çocuğu büyütmek o bakıma şahitlik etmekle birlikte yası da beraberinde getirir; çocuk göç ederek memeyi, kucağı, konforu terk ederken ebeveyn de diğer yandan bunları yapabiliyor olmanın yitimi ile karşı karşıyadır artık.

Çok değil bir sene evvel çocuğuna elleriyle yemek yediren, bakım veren ebeveynler kısa süre sonra, “Ben bebek değilim!” cümlesini duymaya hazır olmak zorundadır.

Ebeveynlik büyük çoğunluğu yasla geçen bir deneyimdir. Çocuğun hâlleri ve o hâle eşlik eden ebeveyn tavırları zamanla geride kalır. Çocuğa artık eskisi gibi davranılamaz. Bir zamanlar bebek olan çocuk dahi kendi bebeklik bilgisini geride bırakır. Ancak yitimin ya da yasın olmadığı evlerde ebeveynler bazen geride bırakmama ile övünebilirler. Yaşı kaç olursa olsun amiyane tabirle çocuğunun hâlen kulağını çekebileceğiyle övünen ebeveyn içten içe; “Hiçbir şeyin yasını tutmayacağım.” da demektedir. Bu evde yetişen çocuk, çocukluk hâlleri de dâhil olacak şekilde uğurlanmayı nispeten zor tadacaktır diyebiliriz. Nitekim ebeveynlik mesleğinin mantığı “uğurlama”üzerine kuruludur.

Çocuğa yapılan tüm duygusal ya da eğitsel yatırımlar ebeveyn onu uğurladığında çocuk yaşamla daha rahat başa çıksın diyedir. Garip şekilde hayata hazırlanan çocuk kendi öyküsüne dair yola çıkmaya kalktığında yastan korkulan evlerde olumsuz tepkilerle karşılaşır.

Taşınma sadece fiziksel olarak olsaydı her şey çok daha kolay olurdu. Bu meaele içinde bir yaştan taşınma, bir görüşten taşınma, ya da alışagelmiş bir sözden, geleneklerden taşınma gibi çokça simgeyi de barındırıyor. Hayatı boyunca köy evinin yer sofrasında yemek yemiş birinin apartmana taşınması nispeten kendi akışında gerçekleşebiliyor fakat içsel anlamda uğurlanmayı bilmiyorsa “Artık masada yemek yiyorum.” diyemiyor kendisine. Ya da tüm çocukluğu sobalı evde soğuk sulara eşlik ederek geçmiş birisi için bazen sıcak su ile yüzünü yıkamak suçluluk meselesine dönüşebiliyor.

Taşınmanın mantığı her şey daha iyi olsun diye gerçekleştiğinden, taşınmak eskisi gibi olmayan, biraz daha konforlu, nispeten güvenli ve hatta daha da kolay olsun maksatları barındırdığından, kişinin geride bıraktıkları ile arasındaki bağ, bu taşınma sürecine ne kadar adapte olacağını belirleyebiliyor.

Yoksulluktan varsıllığa göçmüş biri için başkalaşmak, değişmek, büyümek eğer suç gibiyse, “Ben büyüdüm ve benim kulağımı artık çekemezsin.” cümlesini kurmak anne ve babasına başkaldırı, şımarıklık ya da kibir olarak görülüyorsa, “bu kişi varsıllığın diyetini sıklıkla taşındığı yeri de yoksullaştırarak öder”.

Tüm maddi imkânlardan bağımsız olarak bazı insanlar edindikleri her şeyin bir kenarında “olmamışlığı” saklı tutar. Yeni yaptığı lüks bir evin dış kapısını bir türlü yaptırmamak mesela. Ya da kişi bir araç alacağı zaman ısrarla ve maddiyattan bağımsız olarak “hasarlı” olanı gözlerinin araması. Romantik görünen evin bir odasına yaptırılmış köy köşesinden söz etmiyorum. Konforu ya da kazancı nispeten eziyete çevirecek bir ihmal burada konumuz, hasarlı bir merdiven basamağının hiç onarılmaması gibi. Rahatsız edecek yoksulluk çağrıştıran bir verinin evde diri tutulması. Sanıyorum ki uğurlanamayanlar için edimlerine bir noksanlık eklemek, dört dörtlük olmamak, “o günlerin geride kalmaması” güvende hissettiren bir unsur.

Doğudan göçtü ise göçtüğü yerin doğusunda kalması; batıdan geldi ise şehrin batısından ayrılamaması… Şehirlerin genel itibarıyla batıya doğru büyümesinin de bir anlamı olsa gerek. Sanıyorum ki her göç, içinde savaş ya da kıtlık gibi bir mecburiyet yoksa doğudan batıya olur. Doğuyu yoksulluk, batıyı varsıllık anlamında ele alabiliriz.

Tüm bu bahsettiğim konuların ana başlığı “ayrılamamak” ve “uzaklaşamamak” kapsamında irdelenebilir. Fiziksel anlamda uzaklara gidilmiş olsa dahi ruhsal aygıt o “evden” kati surette ayrılmamıştır.

Peki uzaklaşmak neden suç? Başkalaşmak ya da farklılık neden tehdit edici?

Bu soru aynı zamanda birini kendi kaderiyle baş başa bırakmak anlamına da geliyor. Uzaklaşmak, öznenin kendi yoluna baktığında ardında kalanın yaşamıyla başa çıkacağına inanabildiği zamanlarda yapabileceği bir eylemdir. Yani ötekine kendi kaderini yaşama imkanı verebilecek biri sadece ondan uzaklaşabilir.

“Yapamayacak”, “dağılacak”, “üzüntü onu boğacak” diye zannedenlerimiz için “hoşçakal” diyebilmek oldukça zorlayıcı görünüyor. Böyle hassasiyetleri olan insanların bazen gizil manipülatörlere dönüştüklerini de unutmamak gerekir; “Herkes yoluna.” diyebilme cesareti olmayan çoğu insanın ayrılıklarda gösterdiği “Ben sana layık değilim.” ifadeleri de rastlanılan bir durumdur nitekim.

Konunun ana hattına dönecek olursak, geçmiş yıllarda yaşanan deneyimler burada fikir yürütmemizi kolaylaştıracaktır.

Bahsi geçen özne, zihninde diğerine ne olduğu ile ilgili mesai harcamadığında ne olmuştu? Kendi işine baktığında, kendiliğine baktığında neyle karşılaştı da zihinsel anlamda bir diğerine “Vardır onun da bir bildiği.” diyemez oldu?

Burada savunduğum savlardan biri annenin/bakım verenin mümkün mertebe kendi keyfini ihmal etmeyen biri olmasıdır. Çok faktörlü gerekçeler sunabiliriz konu ile ilgili. Ancak savunduğum durumu netleştirmesi adına bir örnekle şöyle izah edebilirim; bebeğini emzirmeye başlayan anne, kendi rahatlığını bir tek bebekten talep etmemelidir. İdeal oda şartları, imkânlar dâhilinde konfor, kendi stabilitesini eşi ve kendi inisiyatifiyle sağlanmak durumundadır.

Bebekten yardım beklenmesi; bebekten aman dilenmesi sezgisel manada sanıyorum ki bebek nezdinde deneyimlenen bir durum olacaktır. Bebeğin anneyi emdiğinde annesini tükettiğini deneyimlemek belki kanıtlanamayan ancak sonuçları ortaya çıkan bir olgudur. Annenin belinin ağrısının müsebbibi olmak, annesini terletmek, annesini yormanın bebek tarafından deneyimlenmesi bize metaforik anlamda bir mesaj verir:

“Kendi hâlime bakmak birilerinde taşınması güç bir şeye dönüşüyor.”

Elbette bu durumu soruşturmak ya da geçmiş irdelemesi anlamsız olacaktır. Buradaki çıkarım, bugün kendi hâline baktığında kendini bencil ve birilerini derbeder bıraktığını zannedenlerin öyküsüne dair romantik de muhteva taşıyan bir çıkarım diyebiliriz. Yahut babanın tüm çalışma temposu o çocuk içinse yorgunluğu ve dahi öfkesi çocuk bir şeyleri kötü yaptı ya da yapmadı diyeyse çocuk, olumsuz anlamda tümgüçlü bir pozisyona yükselecektir.

Nasıl bir tümgüçlülük? Evde bir ebeveyn varken o evdeki çocuğun yükselemeyeceği bir noktaya ulaşması. Yani önemli sorunlara sebebiyet verebilme yanılsaması. Biliriz ki ebeveynlik mesleğinin yapılabildiği evlerde çocuklar vakti gelene kadar çocuk olarak kalabilirler. Ebeveynliği kendi büyüklerinden de öğrenme fırsatı bulamamış bazı ebeveynler çocukların çocukluk gereği yansıttığı olumsuzlukların altında ezilmiş hissedebilirler ve bu durum çocukta olumsuz anlamda “Ne kadar büyük şeyler yapabiliyorum.” inancının gelişmesine sebebiyet verebilir.

Yukarıdaki örneklerden de yola çıkarak gitmek, göçmek eylemlerini aynı zamanda “kendi hâline bakmak” olarak tasvir ediyorum.

Kendi hâline bakmak, kendiliğe odaklanmak bir insan için aynı zamanda birinin zihninden ve aynı zamanda onun içinden de göçmek demektir.

Rene Magritte.
Rene Magritte.

Kendi hâline bakmanın bu ilk deneyimleri bu kadar zorlu olduğunda, üstelik belki içgörü geliştirememiş ebeveynler vasıtası ile kendi hâline bakmak; bir ihanet gibi sayıldığında, hasetli saldırganlıklarla karşılaştığında bu çocuk bir gün bir şey keşfeder; gitmeyi de lekelerse; o kadar da iyi durumda değilim mesajını onlara (uğurlamayanlara) iletirse ve kendisi de keza buna ikna olursa suçluluğun azabından kurtulabilirim inancına ulaşmış olur. Başlangıcı çok eskilere dayanan bu alışkanlık ona her gidişine bir eksiklik katma mecburiyetini dayatır. Bu bazen parasal manada yoksulluktur, bazen mutsuzluk; herkesin yoksulluğu da öznel gerçekleşecektir belli ki.

Burada rol dağılımlarının sağlıklı olmasının da gerekli olduğunu vurgulamak isterim. Çocuk bakımında anne rahatlatmalı ve baba yaşamı tanıtarak ona rehber olmalı idi. Aile işlevini psikanaliz yazıları/baba işlevi metninden bir maya efsanesindeki iletilen tanım ile özetleyelim:

“Anne bebeğini kucağına alarak oturtur ve şöyle der: ‘Seni rahatlatacağım’. Ardından baba bebeği alır, bir dağın tepesine çıkarır, havaya kaldırır ve şöyle der: ‘işte bu dünya, seni tanıştıracağım’.”

Bu bağlamda çocuk bakımında annenin ruhsal işlevinin hâlen geçerli olduğunu söylemek isterim: rahatlatmak. İngiliz Psikanalist Wilfred Bion’un tanımladığı şekliyle, annenin alfa işlevi, anne bebekten gelen çiğ yani (beta) elementleri alır ve onu öğütebileceği şekliyle bebeğe geri iade eder.

Kalabalık bir ortamda ağlayan bebeğini kucağına alan annenin ona seslenerek “karnın mı acıktı senin?” diye sorması mesela ya da anlaşılması güç şekilde inleyen yenidoğanı annesinin kollarına alarak “uykusu geldi” diye seslenmesi aslında bebekteki anlamsız görülen çırpınışların anne eliyle anlamlı ve tanınır hâle getirilmesi sürecidir.

Bu bilgilerle beraber söyleyebiliriz ki anne/annelik işlevi rahatlatan işlevdir ve bir anne en son bebek tarafından rahatlatılmalıdır. Baba da keza dünyayı öğretecek çözümler sunacak ve çözümleme gereken meselelerde rehber işlevi görecektir. Babadan beklenen çocuğa eğitilmiş de yanına gönderilmiş gibi muamele etmesi değil, ona yaşamın tüm detaylarını anlatabilmek adına gönüllü olmasıdır. Buradaki işlev babanın yaşamın zorlu yanlarıyla ilgili bildiklerini çocuğa aktarması ve en önemlisi o hazır olana dek yanında sabırla bekleyebilmesidir. Bu bilgilerle beraber roller karıştığında, anne çocuğundan rahatlatılmayı umduğunda, baba çocuğunun bilmeyişlerine öfkeyle karşılık verdiğinde roller/ebeveynler ve ev de karışmış olur.

Kendi hâline bakmak, kendiliğe odaklanmak bir insan için aynı zamanda birinin zihninden ve onun içinden de göçmek demektir.
Kendi hâline bakmak, kendiliğe odaklanmak bir insan için aynı zamanda birinin zihninden ve onun içinden de göçmek demektir.

Kendine ebeveyn rolü yüklenmiş çocukların bırakması, ayrılması, göçmesi de ne denli rahat olabilir sanıyorum ifade etmeye pek de gerek bulunmuyor.

Toplumda ve ailede tüm bu bahsettiğim süreç dünyaya varoluşsal anlamda fırlatılmış olarak tanımlanan insan yavrusunun güvenli ortamda bağlanabilmesi, ardından ayrışabilmesi ve nihayetinde birey olabilmesi yolculuğunun kısa bir özetini içerir. Çünkü uğurlanamama, göçememe, gidememe dolayısıyla bir birey olamama problemidir de.

Yetişkin bir birey bir ötekine karşı onun mukadderatını yaşaması için sınırlı olduğunu da kabul eden bireydir. Yani bazen birini üzeriz ve onun üzüntüsünü bilfiil gideremeyiz. Yaşam bazen bir şeyi dayatır ve dayattığı şeyi atlatmanın tek yolu aynı zamanda onun içinden geçmek, sadece onu yaşamakla mümkün olur. Hasılı bireysellik genel anlamda bir bencillik değil aksine sınırlılığı kabul etme meselesidir. Birinin her şeyini kurtarabileceğine dair oluşan inanç iyi niyetten gelmiyorsa bir manipülasyon biçimidir. Niyetten ziyade eylemsel olana vurgu yaptığımızdan ötürü sanırım genellemekte bir sorun olmayacaktır; biri gidince mahvolacağını ileten özne görünen o ki sadece kendini gözeten öznedir. Hâliyle kendini gözeten, kendinin rahatlatılmasını bekleyen, kendinden uzaklaşılmasını istemeyen birileri birilerinin uğurlanmasını olanaksız hâle getiriyor demektir.

Hayatı boyunca bu kişi görünürde cesaret edip gidebilddiyse de sonuç olarak yukarıda geçen sosyal yaşam analizlerine bahis olacak; yoksulluklar, eksiklikler, kazalar ve hastalıklarla bitmeyen bir diyetin içine düşecek demektir. İddialı bir genellemeyle: Gitmek ve göçmek eğer gerekirse hayal kırıklığına uğratmayı da kendisine şart koşar. Üzücü olan kısmı, göçen özne sıklıkla bu konuda uzlaşamaz da. Başkalaşmanın, farklılaşmanın suç gibi lanse edildiği ve bilinçdışı düzlemlerde emir gibi yankılandığı evlerde kişiler vazgeçip insani olarak uzlaşmayı yani anlaşılmayı yeğleyebilir. Neden gitmek zorunda olduğunu, geride bırakmadığını, bencil hiç olmadığını anlatmaya çabalayabilir. Bu çaba bazen ailenin istemediği biriyle neden evlendiğini izah etmek, dilemediği bir şehirde neden yaşamak gerektiğini ya da uygun bulmadığı bir sektörde neden çalışmak durumunda olduğunu anlatma çabalarında da gözlenebilir.

Yine genellikle durum değişmeyecek olup kişi “kolu kanadı kıran”, “yüzüstü bırakan” ve son kertede içine oldukça ağır duyguları dökülmüş “Sen çok değiştin.” cümlesini duymaktan kaçamayacaktır. Göçün yasak olduğu evlerde ilk göçen kişi olur da değişmeyi göze alırsa hâliyle(!) en nankör kişi olur.

İleteceğim cümle Sigmund Freud’a kaynaksız şekilde sosyal mecralarda atfedilir, sanıyorum ki referans güçlü olunca türetilen sözün etkisinin artacağı düşünülüyor. İfade şu: “Biri sizi eskisi gibi kullanamadığında değiştiğinizi söyler.” Anonim ifadeden referansla, birileri sizden ayrı bir yaşam kurabilmeyi ve ayakta kalmayı başaramıyorsa gittiğinizde sizin ihanet ettiğinizi söyleyebilir.

İhanet etmediği konusunda asla uzlaşamayacak olan öznenin kaderine yas düşer

Melanie Klein.
Melanie Klein.

Uğurlayanı olmaz ise kişinin yas tutması ve yitim ile yüzleşmesi kaçınılmazdır. Geride kalanlar başkalaşmayı, gidenin de bir kaderinin olduğunu, “başka” olduğunu sindiremez ise bu evde yetişmiş olan kişi için yitim başlamış demektir. Bazen bir anlaşılmanın yitimi, bazen bir ailenin yitimi, bazense iyi bilinmenin yitimi.

Kişiye, “Yolun açık olsun.” diyenler yok ise kişinin kötü bilinmeyi ve dolayısıyla hâlihazırda hep var olan fakat sanıyorum çoğunluğun inkâr ettiği gerçek yalnızlığı da kabul etmesi gerekecektir. Yalnızlık ile vurgulamak istediğim biraz daha hissel bir yalnızlık. Nitekim biliriz ki yalnızlık ve tek başınalık aynı şeyler değildir. Kişi göçtüğü yerde yeni dostlar, kendini gözeten yeni yakınlıklar ve yeni aileler kurabilir, içindeki yası tutabilmesi koşuluyla. Ayrıldığı, uzaklaştığı kişi ve eşyalar ile bir şekilde ruhsal olarak uzlaşabildiyse, kaderini kabullenebildi demektir. Ve bu kişi bireysel anlamda yaşam sorumluluğunu aldıysa, kan bağı olmayan kimselerce de gözetildiğine inandığı, dünya sürgününde sırtını dayanabileceğini bildiği birilerinin varlığına, gidebilme cesaretini gösterdiğinde denk gelmiş olur.

Biri gidince mahvolacağını ileten özne sadece kendini gözeten öznedir. Hâliyle kendini gözeten, kendinin rahatlatılmasını bekleyen, kendinden uzaklaşılmasını istemeyen diğerinin uğurlanmasını olanaksız hâle getiriyor demektir.
Biri gidince mahvolacağını ileten özne sadece kendini gözeten öznedir. Hâliyle kendini gözeten, kendinin rahatlatılmasını bekleyen, kendinden uzaklaşılmasını istemeyen diğerinin uğurlanmasını olanaksız hâle getiriyor demektir.

Denk gelişlerimiz ve ne kadar yalnızlık çektiğimiz de sanıyorum birlikteliğe cesaret edebilmemiz ile de orantılıdır. Nesne ilişkileri kuramının sahibi Melanie Klein, Haset ve Şükran isimli kitabında, kişi içinde taşıdığı haset miktarınca dünyayı zulmedici olarak deneyimler diye belirtir. Kendi içimizde olan neyse onu dışarıda deneyimliyor oluşumuz kaçınılmaz gibi görünür. Dolayısıyla içinde yalnızlığı, anlaşılmamayı ve bu kökensel yitimleri kabul edemeyen birini sanıyorum birileri ağzıyla kuş da tutmuş olsa yalnız olmadığına ikna edemeyecektir.

Kelimelere dökülmesi zorlayıcı bir yorumla bunu izah etmek isterim. Bahsi geçen uğurlayamayan aileler aynı zamanda başkalaşmayı suç olarak saydığından da ötürü, başkalaşma talep eden kişinin bazen bilerek ya da bilmeyerek zihniyle oynayabilir.

Yazının en başında ifade etmeye çalıştığım, hâlihazırda yapılması gerekenler büyük bir fedakarlıkmış gibi bir imgeye dönüştürülebilir. Garip şekilde kişiye, “Seni dokuz ay karnımda taşıdım.” ya da “Okuttum büyüttüm.” denmesi gibi. Başka alternatifleri yapmak kolaymış da bunları yaparken üstün bir maslahat gösterilmiş gibi, bir annenin ve babanın yapacakları evden ayrışmaya çabalayan bireyin hanesine borç olarak yazılır. Bu borçluluk ödenmeyecek bir borçluluktur, nitekim gündelik yaşamda da dilimize dolanmıştır: Bahsi geçen büyüklerin hakkı asla ödenmez.

Uğurlayanı olmaz ise kişinin yas tutması ve yitim ile yüzleşmesi kaçınılmazdır. Geride kalanlar başkalaşmayı, gidenin de bir kaderinin olduğunu, “başka” olduğunu sindiremezse bu evde yetişmiş olan kişi için yitim başlamış demektir.
Uğurlayanı olmaz ise kişinin yas tutması ve yitim ile yüzleşmesi kaçınılmazdır. Geride kalanlar başkalaşmayı, gidenin de bir kaderinin olduğunu, “başka” olduğunu sindiremezse bu evde yetişmiş olan kişi için yitim başlamış demektir.

Benim ise sorum şu; ya ödenirse? Ya ödendiyse ya da ödenmesi gerekmiyorsa... Aile üyelerinin arasında alacaklı olanlar ve ödenemeyen haklar gibi muhtevalar olmadığında bu aileyi bir arada tutacak olan şey nedir? Birbirimize mecburiyetimiz olmadığı hâlde yan yana durabilecek miyiz?

Suçlu olmadan, uçmaya kanatlarının da olduğu, kimsenin kimseyi muhtaç ya da mecbur kılmadığı bir ortamda yan yana durmamızı ne sağlayacak?

Hem yakın hem özgür olmak peki?

Tüm bunlara yanıt bulunamama endişesi hâliyle bazılarımızı ödenmeyecek borçlar türetmeye itebilir. Bu saiklerle ilişki kuranlarımızın ilerleyen yıllarda kurduğu evlilik ilişkilerinde, arkadaş ilişkilerinde ya da ebeveyn olduklarında hissettikleri boğulmayı da bir yerden izah edebiliriz. Hem yakın hem de özgür nasıl olacağız? Hem her şeyi yapabilirken sadakati nasıl seçeceğiz? Kendi başına bırakıp olanı olduğu hâliyle, ideal beklentilerinden uzak nasıl deneyimleyeceğiz?

Yapılması gereken ekstralar gibi ifade edildiğinde, çocuğun kaderi, bir şeyleri yapabiliyor oluşu, yaratılmış başka bir insan hâli inkâr ediliyorsa sıklıkla bu çocuğun hayatındaki her şeyi ailesine borçlu olduğu söylenilir. Aileden yardım ve destek aldı değil, onların sayesinde ve olan her iyi şey, onların sayesinde idi. Birinin varlığını tanımadığımızda onun yapabilitesini de tanımayız nitekim. Dolayısıyla bazı evlerde on birimlik bir işin dokuz birimini çocuk yapmış dahi olsa bir birimini gerçekleştirmiş olan büyük ortaya çıkan ürünün kullanım hakkını çocuğa vermez. Sayemde oldun, sayemde okudun, sütümle yaşadın, paramla büyüdün gibi ifadelere dönüşebilir bu dengesiz durum. Bir eğri üzerinde yeterince tekrar edilirse buna maruz kalan kişi de bu duruma inanacağından mütevellit bu gibi evlerde büyüyen özne kendisini “somut” bir varlık olarak görmemeye başlar. Hâlihazırda birçok meseleyi şahsi iradesi ile çözümlese dahi başardım, altından kalktım gibi cümleleri sahiplenemez. Onun yerine her şey hâlledildiğinde yaşantının yolunda gideceğine de yeterince inandığı için başka bir yaşam kurduğunda yukarıda bahsetmeye çalıştığım garip bir yalnızlığın da içine çekilir.

Kendiliğinin tadını alamadığı ve aynı zamanda her şeyin birileri tarafından yapıldığına inandığından ayrıştığı yaşantısında onun için her şey yapılmadığında yardımsız ve yapayalnız olduğuna inanmaya başlayabilir. Neredeyse hayatının tümünde olan durum tekrar etmesine rağmen kişi kendisini desteksiz, yapamayacak hâlde ve kaygılı şekilde bulabilir. O yüzden de biri derdinin tamamını üstlenmediği, borcunun tamamını ödemediği takdirde ondan gördüğü yardım ya da gözetme uyduruk bir hâl alabilir onun gözünde.

Bazı kimselerin yitirmekten korktuğu şey ile özünde hiç kazanmadığı şey aynı.

Gitmenin, yaşam mücadelesinde cesaretli olmanın önündeki engellerden biri de bu izah ettiğim durum. Kendini, varlığını, eylem ve sözlerini somut bir gerçeklik olarak göremeyenler için başkalaşmak, başka bir adam ya da kadına dönüşmek de oldukça zorlayıcı olabiliyor.

Oscar Pereira da Silva.
Oscar Pereira da Silva.

Göçmek, taşınmak ve uğurlanmak... Bir ülkeden, bir kentten, bir evden. Bazen bir kültürden, bazen birinin içinden, kimi zamanlarda bazılarının kurduğu bir düşlemden taşınmak... Ne kadar iyi aileyiz, mottosunun ezberlendiği toplumda kimi zaman biri çıkar, aslında öyle olmadığını görür ve bu farkındalığı dile döker. Bu da aynı zamanda bir taşınmadır. Kurgusal dünyadan taşınmak, “ne güzel seviyoruz birbirimizi” diye düşünen partnere karşılık, bir gün eşlerden birinin ortadaki eylemlere bakarak aslında öyle olmadığına dair gördüğü gerçekliğin farkına vararak bu senaryodan taşınmasıyla başlar. Tüm bunlarda ister fiziksel ister tamamen ruhsal olsun, ilk yaşam deneyimlerinin ilk uğurlanmaların izlerini, etkilerini gözlemliyoruz.

Kişinin içsel kaynaklarına inandığında, kendini somut, itibarlı ve gerçek bir varlık olarak, zihnini eğip bükmeden de olsa kendi hakikatine güvendiğinde, gerçekten göçebileceğine, keza göçtüğünde de kan bağı olmasa dahi, bazen bambaşka kişilerle güven dolu ilişkilere rastlayabileceğine inanıyoruz.

Ardından dökülen sularla uğurlanan kimseler ile kapıya kadar dahi eşlik edilmemiş insanların, kat ettikleri yol mesafesi aynı olsa da deneyimleri bambaşka olacaktır.

Malum, güneş herkese aynı yerden vurmuyor.

  • Biyografi
  • Cihad Kaya
  • Uzman Psikolog
  • 2012 yılından bu yana yetişkin bireysel danışmanlık hizmetleri kapsamında analitik terapiler perspektifinden hizmet sağlamaktadır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım