Bir Güzel İnsan : Cinuçen Tanrıkorur
“Müziğin topluluk önünde icra anlamında alındığı zaman, bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Ama fıtri bir kabiliyet olarak, zaman içinde ele alınınca, sonu olmadığı gibi başlangıcı da yoktur: insana önceliği olan bir varoluş hâlinde ezelden ebede akar gider. Ancak görünür hâle gelmesi için bahane niteliğindeki vesilelere ihtiyacı vardır.” Cinuçen Tanrıkorur hatıralarında böyle bahseder insanın müzikle karşılaşmasından.
Cinuçen Tanrıkorur çok erken bir yaşta, 2,5-3 yaşlarında müzikle hemhâl olmaya başlar. Onun müzikle tanış olma vesilesi amcasıdır.
Münir Nurettin Selçuk’un öğrencisi olan amcası hocasından öğrendiği eserleri yeğeni Cinuçen’e öğretir. Ud çalan annesinin zaman zaman evde mırıldandığı şarkılar da amcasından öğrendiği şarkılar gibi hafızasında yerini alır ve küçük Cinuçen büyüdükçe bir repertuvar da onunla birlikte büyür.
8 yaşına geldiğinde merhum neyzen Süleyman Erguner’e III. Selim’in “Ab-ü-tab ile bu şeb haneme canan geliyor” sözleriyle başlayan bestesini usul vurarak okur.
8 yaşındaki bu çocuğu gözünde yaşlarla dinleyen Süleyman Erguner, icra bitiminde annesini “Aman Adalet Hanım, bu çocuk müzisyen olacak, sakın mâni olmayın!” diye tembihler.
İlkokul bitikten sonra babası vesilesiyle tanıştığı Yesari Asım Ersoy ' un da aynı şekilde iltifatına ve teşvikine mazhar olur. 14 yaşına geldiğindeyse bu defa zamanın devi Münir Nurettin Selçuk yine amcası vesilesiyle dinler C. Tanrıkorur’un icrasını. Böylece marifet iltifatla büyür.
Hafta sonunu ve yazları büyük ölçüde musiki cemiyetlerinde geçirir Cinuçen Tanrıkorur. Ve ilk kez 14 yaşında ferahnak makamında bir saz semaisi besteler, henüz bir müzik aleti çalmadığı hâlde.
Yine aynı yıl bestelediği ilk sözlü eser, şevkefza şarkı “Aşiyan-ı mürg-i dil zülf-i perişanındadır/ Kande olsam ey peri gönlüm senin yanındadır” sözleriyle başlayan Fuzûlî şiiridir. Elbette bunda babasının 4 yaşından itibaren ona hem klasik hem yeni şiir örneklerinden ezberler yaptırmasının büyük payı vardır.
Cinuçen Tanrıkorur lisenin son yılında annesini kaybeder. Bu acı kayıptan iki ay sonra mezun olur. Sıra üniversiteye geldiğinde babasının “Müzik öğrenmek istiyorsan eşyanı topla git, kendine iş bul, hem müzik öğren hem çalış. Ama benimle kalmak istiyorsan mimar olacaksın” şeklindeki kat’i kararına mecburen itaat eder. Fakat mimarlık eğitimi boyunca müzikle irtibatını hiç koparmaz hatta proje çalışması olarak bir Türk Musikisi Araştırma Enstitüsü üzerinde çalışmak ister ama akademinin hiç değişmeyen o kalın duvarına çarpar.
- Hocası, söz konusu müzik, Türk klasik müziği olduğu için, “Bırak bu çağ gerisi düşünceleri de yap bir hafta sonu evi, geç git” diyerek karşılar bu teklifi. Tanrıkorur her daim karşılaştığı bu sığ bakış açısına karşı sözünü de kalemini de esirgemeyecektir ömrü boyunca. “Batıcılar hep aynı yobazlık tornasından çıkmışa benziyorlardı.Kendilerine ne zaman Türk musikisinden bahsedilse, bir taraflarına kızgın demir değdirilmiş gibi feryadı basıyor, ebeveyninin gözyaşı zaafını bebekliğinde öğrenmiş çocuklar gibi, ‘çağdaşlık, Atatürk devrimleri’ vs. diye ağlayınca her işlerini yaptırıyorlardı” der Tanrıkorur.
Tanrıkorur akademi yıllarında müziğin, kendisine zarar verecek arkadaş ve ortamlara yakalanmamak için sığındığı bir kapı olduğunu söyler. Musiki derneklerinde, cemiyetlerinde, aile meşklerinde hem bu sığınağa gitgide sokulur hem de müzik çevresini genişletir.
Udu kendi kendine öğrenen, müziğe doğuştan bir kabiliyet olarak sahip bu mimarlık öğrencisi 22 yaşında, emanet bir udla girdiği İstanbul Radyosu sınavını kazanarak radyoda çalmaya başlar. Babası Zaferşan Bey oğlunun müzikle kurduğu bu bağdan hoşnut değildir fakat. İlerleyen zamanlarda kavgaya dönüşecek bu hoşnutsuzluk, C. Tanrıkorur’un evden ayrılmasına ve yıllar sürecek bir kopukluğa sebeb olur.
Bu dönemde bir de kansere yakalanır C. Tanrıkorur. Doktorlar fazla ömrünün kalmadığını söyler ama söylendiği gibi olmaz; yaşayacağı daha uzun yıllar vardır. Mezuniyetinden sonra memuriyete başlar ve aynı zamanda Ankara Radyosu’nda da görev alır. Bu görev şube müdürlüğü, radyo, televizyon programı yapımcılığı gibi farklı alanlarla genişler zaman içerisinde. Bu nedenle ikametini Ankara’ya taşır.
Besteleri, yazıları, konferanslarıyla dolu günler ve bununla birlikte hep sürecek olan yurt dışı konserleri de başlar. Dünyanın birçok yerinde konserler verir. Çeşitli formlarda çok sayıda eser besteler hatta yeni makamlar terkip eder. Yaptığı besteler yurt içinde ve yurt dışında ödüller alır. Bu konserlerde Tanrıkorur yalnız konser vermekle yetinmez, entelektüel kimliğini de konuşturur; müziğimizi tanıtan seminerler, konferanslar verir; küçük tanıtıcı konuşmalar da yapar.
Hatta İnönü’nün protokolde oturduğu bir konserde, Atatürk sonrası dönemin müzik eğitim politikasını hiç sözünü sakınmadan ağır bir üslupla eleştirdiği bir konuşma yapması onun dik duruşuna, özgüvenine ve bu konudaki gayretine iyi bir örnektir.
Sanatına duyduğu hassasiyetin, saygının ve yine gayretinin küçük bir göstergesidir ki sazını ağzı kordonla büzülmüş torbalarda taşımayı kendine yediremez. Yapılmamışsa kendi yapmaya karar verir ve çizdiği dört farklı ud çantası kalıbıyla günlerce bu çantayı dikmeye ikna olacak terziyi arar. Ve sonunda işini yaparken kendisi gibi aynı şekilde aşk duyan Rum bir terzi, çantayı dikmeyi kabul eder ve 4,5 ayın sonunda uda yaraşır bir çantaya kavuşmuş olur Tanrıkorur.
Yine akademi öğrenciliği sırasında çalışmak için dükkân dükkân dolaşıp ud metodu arayan, fakat yazılmış bir metot olmadığı için her defasında eli boş dönen Tanrıkorur bu derdini arkadaşı Tan Oral’la paylaşır. Tan Oral, “Madem öyle, otur yaz. Bak, bir işin yapılmasını çok fazla istiyorsan, onu yapacak senden başka kimse olmadığına kendini inandırmak zorundasın...” tavsiyesiyle hemen o akşam udun ölçülerini çıkararak kolları sıvar. Yıllar sonra, yazdığı ud metodu TRT’nin düzenlediği bir yarışmada büyük ödülü alır.
Edebiyatla da yakinen ilgili ve son derece kuvvetli bir kaleme sahip olan Tanrıkorur çeşitli gazete ve dergilerde müzik yazıları ve makaleler de yazar. Sonra bu yazılar kitap hâlinde neşredilir. Hele son yıllarında yazmaya başladığı, ömrü vefa etmediği için tamamlayamadığı ve o hâliyle yayımlanan hatıratı yalnız musiki meraklılarının değil herkesin zevkle okuyacağı bir eserdir.
Bundan sonra bütün ömrü bu hizmetlerle bereketlenerek geçer. Ama hastalık da ömrünün en meşakkatli imtihanı olarak bırakmaz Cinuçen Tanrıkorur’u. Tedavi için gittiği Amerika’da diyaliz, kanser tedavisi ve ameliyatlar zorlu bir süreç olarak vefatına kadar devam eder.
Tanrıkorur’un udiliği, bestekârlığı, udda denediği teknikleri, ödülleri, konserlerinden başka mühim hususiyetleri, onu herkesten başka yere taşıyan şeylerse onun hep bahsettiğimiz entelektüel kimliği, öğrenmeye ve okumaya merakı, dil hassasiyeti, güçlü kalemi ve asla birikimini kendine saklamayıp ne biliyorsa yazarak, konuşarak aktarması, özverili hocalığı, yanlış her nerdeyse sözünü sakınmadan bazen tartışarak ama nezaketten ödün vermeden, komplekse kapılmadan doğru bildiğinin savunucusu oluşu, eğilmeyen fakat kibre de kapılmayan samimi ve kavi bir sanatçı kimliğini taşıması diyebiliriz.
Ömrünün zorluklarına, meşakkatli hastalık imtihanlarına rağmen yorulmayan, ümitsizliğe kapılmayan, durmadan çalışan, üreten bu az bulunur enerji de onun hayat yorumunun bir yansıması gibi. Öyle ki böbrek ameliyatı için gittiği Amerika’da haftada üç gün diyalize girdiği, kanser için de tedavi gördüğü hâlde yazmaya, bestelemeye devam eder.
Türkçenin harflerine hâkim bir klavye olmadığı için dergiye yazılarını vefatına kadar el yazısıyla yazarak gönderir. Ve o hasta yatağında 117 eser besteler. Belki de dilinden, kalbinden düşürmediği teslimiyet onun ab-ı hayatıdır.
Güzel insan nasihat gibidir. Böylesi güzel insanlar, bereketli ömürler bizim için bir meşale olmalı; yolu aydınlatan, tevekkül ve teslimiyetle yaşamayı hatırlatan, merakı diri tutmayı ve direnci öğütleyen, artık kapı dışarı edilen ilmin kapılarına buyur eden, aşkımızı şevkimizi tazeleyen bir meşale... Bugün zamanı eriterek kullanan bizim için, zamanı değerlendirme disiplini üzerine de çok şey söyler böyle güzel insanların bereketli hayatları; durup zamanı tefekkür etmeye de buyur eder bizi.
Bazı ömürler bitmez çünkü söyledikleri, yaşadıkları, yaptıkları, duruşları sonsuza kadar kendine yer bulur. 2000 yılında dar-ı bekaya göçen Cinuçen Tanrıkorur’un artık yaşamadığını kim söyleyebilir?