Bir gençlik hikâyesi
Ülkemizde sayısı yirmi milyonu, dünyada ise iki milyarı aşkın bireyden oluşan bir topluluktan bahsederiz gençler denilince. Toplumun ileri gelenleri, idareciler ve “büyükler”in sürekli odağında bu kitle yer alır. Hem umut taşıyan hem de eleştirilen kişiler de onlardır. “Gençler bizim geleceğimiz” ve “ah şu zamanın gençleri” kıyasıya yarışan iki cümledir. Peki, gençleri bu kadar göz önünde tutan, bazen bir umut bazen de bir hayal kırıklığı yapan şey nedir? Veya tüm bunlardan gençlerin haberi var mı?
Toplumun gençlere bakışının, gençleri konumlandırışının bir hikâyesi var. “Genç” terimi, tarih boyunca kategorik bir ifade olarak var olmuş olabilir ancak gençlik kavramı, sosyal bir kategori olarak ortaya çıkması bakımından modern zamanlarda şekillenmiş bir olgudur. Bu özel terim, modernitenin etkisiyle ancak on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, o dönemin gazete ve dergilerinde “genç kadınlar ve/veya genç adamların problemleri” gibi başlıklar altında kendisine yer bulmaya başlamıştır. On dokuzuncu yüzyılın bu kritik döneminde, gençliğe yönelik kurumlar ve kuruluşlar da ilk kez ortaya çıkmış, gençleri anlamaya yönelik çalışmalar ise yüzyılın sonlarına doğru hız kazanmıştır. Gençler, on dokuzuncu yüzyılda sosyal bir kategori olarak varlıklarını hissettirmiş ve siyasal sahneye çıkarak kendilerini ifade etmişlerdir. Ulus devletlerin oluşum sürecinde gençlik, bir yandan devlet tarafından “inşa” edilen geleceğin toplumunu simgelerken, diğer yandan da yeni toplumu inşa eden önemli “aktör”lerden biri konumundaydı.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da beden eğitimi, özellikle gençlerin mobilizasyonu için önemli bir araç hâline gelmiştir. Fransız yazar Albert Bourzac’ın ifadesiyle, “jimnastik dernekleri ve şenlikleri bugün paramiliter olarak tanımlayabileceğimiz bir seri aktiviteler oluşturur ve tüm bu beden eğitimi merkezli çalışmalarda ulusal bir başkaldırı ve intikam alma isteği belirgin bir şekilde dönemin beden eğitimi hareketlerine damgasını vurur.” Bu spor ve jimnastik dernekleri, Avrupa’da bağımsızlık mücadelesinin lokomotifi görevini üstlenmiştir. İngiltere’de ise jimnastiğin yerine kolektif sporu benimseyen izcilik fikri, gençlerin savaş sırasında mesaj ve emir taşıma prensibinden türemiştir, bu da gençliği sadece bedensel açıdan değil, aynı zamanda toplumsal ve politik bir perspektiften ele almanın önemini vurgular.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Batı’daki gelişmeleri yakından takip eden yönetim, sadece siyasi ve ekonomik alanlardaki ilerlemelere odaklanmakla kalmamış, aynı zamanda beden eğitimi alanındaki yenilikleri de imparatorluğa getirme çabasına girmiştir. Bu çerçevede, 1913 yılında Türk Gücü Cemiyeti’nin kurulması, Osmanlı topraklarında beden eğitimi ve gençlik çalışmalarının öncü bir adımıdır. Özellikle Balkan Savaşları’ndan kaynaklanan savaş yenilgileri, hükümeti gençleri seferber etmeye ve sağlıklı, güçlü askerler yetiştirmeye yönlendirmiştir.
Yine Osmanlı’nın son yıllarında, Von Hoff ve Selim Sırrı (Tarcan) liderliğinde 1916 yılında Osmanlı Genç Dernekleri’nin kurulmasıyla, gençlik alanında daha geniş bir örgütlenme gerçekleşmiştir. Bu dönemde, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan süreçte Türkiye Ansiklopedisi’nde de belirtildiği gibi, Genç Dernekleri Harbiye Nezareti’nin gözetiminde zorunlu milis dernekleri olarak organize edilmiştir. Gençler, 12-17 yaş arasında Gürbüz Derneğine, 17 yaş ve üzerindekiler ise Dinç Derneğine katılmışlardır.
Avrupa’daki jimnastik bayramlarından etkilenen Selim Sırrı, 1916 yılında düzenlediği İdman Bayramı ile gençler arasında bir birlik ve dayanışma atmosferi oluşturarak, günümüzdeki Gençlik ve Spor Bayramları’nın temelini atmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, gençlere Cumhuriyet değerlerini benimsetmeyi amaçlayan bir eğitim sistemi oluşturulmuştur. Gençlerin Kemalist ideolojiye bağlılıklarını artırmak amacıyla, Cumhuriyet, gençliği sembol olarak seçmiş ve Gençlik ve Spor Bayramı’nı, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç gününü sembolize ederek gençlere armağan etmiştir
Cumhuriyet döneminde beden eğitimi, ideolojinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve gençlerin Cumhuriyet’e olan bağlılıklarını, birlik ve uyum içinde topluma hizmet etmeye yönlendirmeyi amaçlamıştır. 1936 yılında bir parti kurumu olarak ortaya çıkan Türkiye Spor Kurumu’nda faaliyet gösteren sporcular bile Cumhuriyet Bayramı’nda, partiye olan bağlılıklarını ifade etmişlerdir. Cumhuriyet, gençlikle ilgili düzenlemeleri parti programında belirleyerek, gençleri Kemalist ideolojinin prensipleri doğrultusunda parti içinde aktif birer üye olarak görmüştür. Bu süreçte, 1935 yılındaki parti programı, sınıf temelli cemiyetleri yasaklamanın yanı sıra siyasal içerikli gençlik derneklerini de yasaklamış ve gençlerin siyasi faaliyetlerini yalnızca CHF içinde gerçekleştirmelerini öngörmüştür.
Gençler, Cumhuriyet’e olan bağlılıklarını Kemalist prensipler doğrultusunda gösterme misyonuyla, gençlik dernekleri ve spor organizasyonları aracılığıyla siyasi eğitim alarak, Cumhuriyet döneminin temel değerlerine entegre olmuşlardır. Cumhuriyet, gençliğe sadece spor ve beden eğitimi ile değil, aynı zamanda siyasi bilinç ve vatandaşlık görevleriyle de yoğrulmuş bir şekilde bakmıştır.
Gençlerin siyaset sahnesine çıkışı, özellikle 1960’lı yıllarda dünya genelinde belirgin bir ivme kazandı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nden kaynaklanan gençlik pop kültürü, blue-jean pantolonlar ve rock’n roll müziği gibi unsurlarla birlikte küresel bir etki alanı oluşturmaya başladı. Bu dönemde gençler, sadece müzik ve giyim tarzlarıyla değil, aynı zamanda sosyal ve politik konularda da aktif bir rol üstlenerek toplumsal değişimlere öncülük etti.
Özellikle Amerikan üniversitelerinde ortaya çıkan gençlik hareketleri, özgürlük, eşitlik ve adalet talepleriyle ön plana çıktı. Vietnam Savaşı karşıtı protestolar, ırkçılığa karşı yapılan eylemler gibi büyük sosyal olaylarda gençler, toplumun vicdanını harekete geçiren etkenlerden biri hâline geldi. Bu hareketlerin küresel ölçekte yayılmasında etkili olan olaylardan biri de Fransa’da Mayıs 1968’de yaşanan öğrenci isyanlarıdır. Bu olaylar, gençlerin sadece bireysel özgürlüklerinin değil, aynı zamanda kolektif bir bilincin de simgesi hâline geldi.
Türkiye’nin o dönemine baktığımızda, Cumhuriyet döneminin “rejiminin yılmaz bekçiler” olarak nitelendirilen gençler, kendi ülkelerinde de benzer bir aşamaya evrildi. Devlete karşı çıkarak, demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi kavramları öne çıkaran gençlik, politik arenada etkin bir rol oynadı. Bu dönemdeki gençlik hareketi, sadece protestolarla kalmayarak çeşitli politik oluşumları da tetikleyerek, siyasi sahneye yeni dinamikler kazandırdı.
Merkezi üniversitelerde yaşanan bu gençlik hareketleri, sadece şiddet ve çatışma ortamları yaratmakla kalmadı, aynı zamanda üniversitelerin sosyal bilimler ve insan hakları alanındaki gelişimine de ivme kazandırdı. Gençler, eğitim kurumları içindeki reform talepleriyle, hem öğrenci hakları hem de genel anlamda demokratik değerlerin önemini vurgulayarak toplumda farkındalık oluşturdular.
- Menderes hükümetinin “her mahalleye bir milyoner” sloganı, dönemin ekonomik ve siyasi değişimlerini yansıtmakla birlikte, gençlerin sosyal eşitsizliklere karşı duyarlılıklarını artırdı.
Gençlik, bu dönemde sadece siyasette değil aynı zamanda kültür, sanat ve edebiyat alanlarında da etkili bir şekilde varlık gösterdi.
Ancak, 1960’lı yıllardan itibaren toplumun maruz kaldığı hızlı kentleşme ve sanayileşme, istihdam taleplerini karşılamakta yetersiz kaldı. Bu durum, kentlerdeki sorunların artmasına ve gençlerin yaşadıkları toplumsal zorlukların daha da derinleşmesine neden oldu. Bu süreç, gençlerin sadece siyasi sahnede değil, aynı zamanda toplumsal değişimde de önemli bir aktör hâline gelmelerine zemin hazırladı.
Liberal ekonomi politikalarının yükselişi, tüketici toplumu oluşturarak sosyolojik katmanlarda belirgin bir elitsizleşme (de-elitizasyon) dönemini başlatmıştır. Şerif Mardin, bu elitsizleşmeyi değerlendirirken, cumhuriyet döneminin klasik Türk lise ve üniversitelerini, yönetici seçkinler tabakasına eleman yetiştirmek amacıyla düzenlenmiş üniter bir sistem olarak tanımlar. Ancak, günümüzdeki değişimler, bu sistemin çöküşüne işaret etmekte ve Türk toplumunun hızlı bir elitsizleşme sürecine girdiğini göstermektedir. Özellikle şehirlileşme ve kırsallaşma dinamikleri, geleneksel elit devşirme ve yetiştirme sistemini altüst etmiş, şehirlerin kırsallaşması köylülerin şehirleşmesinden daha hızlı bir ivme kazanmıştır.
Ruşen Keleş’in yaptığı araştırma, 1980 darbesi öncesinde sağ ve sol militan gençlik arasında sosyolojik açıdan önemli farklar bulunmadığını ortaya koymaktadır. Gençlerin kente uyum sağlayamama sorunu, sınırsız kentsel yaşamın çarpıklığıyla ilişkilendirilmiştir. Sağlıklı bir kent yaşamının, kırsal kökenli genç kuşakların kültür şokunu hafifleteceği ve siyasal başkaldırılarını azaltacağı düşünülmektedir. Gençlerin şehre uyum sağlayamamalarının temelinde, aileleri tarafından yalnız bırakılmaları yatmaktadır ve bu durum, siyasal gruplara katılarak aidiyet duygusu kazanma ihtiyacını doğurmuştur.
Kentleşme süreci, özellikle 1980’ler ve 1990’lar boyunca hızla devam etmiştir. Küreselleşmenin sembolleri olarak nitelendirilen alışveriş ve eğlence merkezleri, fast food restoranları gibi yapılar yaygınlaşmış ancak aynı dönemde gecekondular, çarpık kentleşme ve yoksulluk da artış göstermiştir.
12 Eylül 1980 askeri darbesi, 1970’lerin siyasal şiddetinin faturasını toplumun aşırı politize olmasına çıkaran darbe rejimi olarak tarihe geçmiştir. Darbe sonrası iktidara gelen ANAP, neo-liberal politikalarıyla Türkiye ekonomisini dışa açık bir konuma getirmiştir.
1980 sonrası Türkiye gençliği, bu dönemde yaşanan değişimlere ayak uydurmuştur. Darbe ortamında yetişen, bastırılmış ve apolitik bir gençlik olarak tanımlanan bu kuşak, aynı zamanda küreselleşmenin etkilerini yaşamıştır. Medyanın ve internetin gelişimiyle birlikte, gençlerin konuşma ve yaşam tarzlarında Amerikan kültürünün etkisi artmıştır. Bu durum, gençlerin hem siyasi hem de kültürel anlamda bir değişim sürecine girdiğini göstermektedir.
1990’ların sonları ve 2000’lerin başları, dünya genelinde, âdeta bir koordinasyonla, enformasyon çağına geçişin hız kazandığı bir dönemi yaşadı. Bilgisayar destekli teknolojinin hızla ilerlemesi, endüstri devriminden çok daha büyük çaplı bir toplumsal dönüşümü beraberinde getirdi. Bu dönemde öne çıkan enformasyon çağı, bilginin hızla yayılması, paylaşılması ve kullanılmasını öne çıkardı. Endüstri toplumu, makineleşme ve işçi sınıfının örgütlenmesiyle karakterize edilirken, sanayi sonrası toplum ise bilgi etrafında örgütlenen bir yapıya evrildi.
Özellikle internetin kültürel bir mekân, gerçeklik, özgürlük alanı ve ekonomik bir pazar olarak ortaya çıkması, küresel değerlerin, yeni kültürel formların ve alışkanlıkların hızla benimsenmesine yol açtı. İnternet, sadece bir iletişim aracı olmanın ötesinde, toplumsal bir mekân olarak gelişti. Bu sanal dünya, fiziksel dünyanın bedensel, mekânsal ve zamansal sınırlarından bağımsız bir alan kurgusu üzerine inşa edildi. Bu kurgu, yeni ilişki biçimlerinin ve sanal toplulukların ortaya çıkmasına olanak tanıdı. Sanal gerçeklik dünyasında oluşturulan toplulukların bireyleri, sosyal kontrolün olmadığı bir ortamda üst kimlikten gelen toplumsal baskıları atarak “ben”lerini özgürleştirebilmekteler.
Şimdiye kadar alışık olunmayan bir biçimde ve birbirleriyle karşıt kutuplar hâlinde görülen referansların bir arada yaşadıklarını, oluşturdukları ‘inanma’ tarzlarıyla birbirleriyle bağlantılar kurduklarını gözlemliyoruz. Gençler, laiklikle dini, devletçilikle liberalizmi, özgürlükçülükle otoriterliği, milliyetçilikle evrenselliği, politiklikle apolitikliği bir araya getirerek çeşitli bileşimlerde yüzlerce kimlik ortaya çıkarıyorlar. Ferhat Kentel, bütün bunların “görelilik hissiyatı” sayesinde başarabildiklerini vurguluyor. Yani “bana göre böyle!”
Bugün teknolojinin geldiği noktayı konuşmaktan daha fazla teknolojinin gelecek vaatleri üzerine odaklanmak gerekir. Yapay zekâ, makine öğrenmesi, robotlar vs. gibi teknolojiler, sadece gençliği değil topyekûn bir toplumu dönüştürme gücüne sahip gibi görünmektedir. Bu bağlamda ileri araştırma ve okumaların zemini teknolojilerin gelecek perspektifleri olmalıdır. Her şeyin dijitalleştiği bir çağda insan denen varlığın mahiyetine dair yeni bir dilde ve yeni kavramlarla düşünmenin zorunluluğu ortadadır. Ortada olmayan ise demode kalıpların insanı ve daha özelde genci tanıma ve tanımlama başarısıdır.