Bir edebî salon sahibi olmak: Safiye Erol ve kültür hayatında salon sohbetleri

Safiye Erol.
Safiye Erol.

Maçka Palas civarında gezerken şimdilerde otel olan bu tarihî yapıya hayretle bakıyorum. Bir dönem adeta kültür mahfili olan bina, Şişli’de Maçka Palas Apartmanı, 1922 yılında Türkiye’ye demiryolu müteahhitliği yapmak üzere gelen Vincenzo Caivano tarafından, İtalyan asıllı mimar Giulio Mongeri’ye yaptırılıyor. Maçka Palas, sadece mimari yapısıyla değil, devlet adamlarından ilim ve sanat erbabına kadar kıymetli isme ev sahipliği yapmasıyla da dikkat çeken bir bina. Ben binanın haşmetinden uzaklaşıp yolculuğunun izini sürdüğüm Safiye Erol’u arıyorum.

Kaynaklar Safiye Erol’un 1933-1961 yılları arasında Maçka Palas'ta A blok 16 numaralı dairede ikamet ettiğini söylüyor. Safiye Erol'un bu dairesinde tertip edilen “salı toplantıları” benim mekân ve poetika üzerine durduğum ciddi bir mahfili oluşturuyor. Nezihe Araz, Sofi Huri, Samiha Ayverdi, Safiye Erol ve Nihad Sami Banarlı’dan oluşan bir grup yaklaşık iki yıl süre ile Mesnevi'nin 1. cildini yayınlamak için tam burada bir araya geliyorlar. Bu isimleri birbirine çeken sebeplerin derinliği beni mest ediyor.

  • Safiye Erol’u anlamaya yönelik nitelikli çalışmalar hâlihazırda bir elin parmaklarını geçmiyor. Safiye Erol, 1940’lı yıllarda tanıştığı Sâmiha Ayverdi ile kuvvetli bir dostluk kuruyor ve bu dostluk onu yıllardır hasretini çektiği manevî bir kapıya taşıyor. Ayverdi vesilesiyle Rifâî şeyhi Ken’an Rifâî’nin sohbetlerine katılıyor ve müdavimleri arasına giriyor.

Dineyri Papazı romanını yazdığı döneme denk gelen bu yeni entelektüel ve manevi atmosferin izlerine metinde de rastlanır. Wittgenstein, “temellerine inmek hep unutuluyor, soru işareti yeterince derine konmuyor” derken bu engin mana’nın bugün yalnız alışveriş ve eğlence kültürüne dönüşen Şişli- Nişantaşı hattında bırakmasına karşılık derin sorularım oluşuyor.

Pandemiden sonra ve şimdi kalabalığın mekânlarda özel ve derin sohbetleri ertelemesi şikâyetleriyle evde buluşmalar artıyor. Unutulan bir gelenek ev sohbetleri tekrar kendisine yer açacak mı? Bir ev yaratmayı kendini kalıcı şekilde sürdürmeye yönelik soy yaratmaya dair ortak irade olarak niteleyen Bourdieu ev birliğini bir arada durma gücüyle bir iddia olarak aktarır. Mekânın hafızayla bütünlüğü, karşılaşmaların hakikatine arka çıkması, insanın varoluşu ve zamanıyla yüzleşmelerinde kırılma yaşamasını hatırlatmak adına Maçka Palas’ı geçmişten bugüne Safiye Erol özelinde kıymetli isimlerle konuştuk. Prof. Dr. Turgay Anar, Prof Dr. Belkıs Altuniş Gürsoy ve Dürdane İsra Çınar ev sohbetleri ve Safiye Erol’un edebi mahfilleri bağlamında bir dönemin kültürel zenginliğini Nihayet için aktardı.

Maçka Palas’ı geçmişten bugüne Safiye Erol özelinde kıymetli isimlerle konuştuk.
Maçka Palas’ı geçmişten bugüne Safiye Erol özelinde kıymetli isimlerle konuştuk.

Edebiyat mahfilleri hafıza mekânıdır

Turgay Anar.

Abdülhak Hâmid Tarhan ve Lüsyen Hanım.
Abdülhak Hâmid Tarhan ve Lüsyen Hanım.

Şişli’de Maçka Caddesi ile Bronz Sokağı’nın kesiştiği yerde, 35–41 numaralı Maçka Palas Apartmanı, 1922 yılında Türkiye’ye demiryolu müteahhitliği yapmak üzere gelen Vincenzo Caivano tarafından, İtalyan asıllı mimar Guilio Mongeri’ye yaptırılmıştır. Bir bodrum, zemin ve teras kattan oluşan mekân, yedi katlıdır ve İstanbul’un o devirlerdeki yüksek apartmanlarından biridir. Burada devlet kademesindeki görevleri sebebiyle çeşitli ülkelerde yaşamış ve ünlü bir şair olan Abdülhak Hâmid Tarhan ve eşi Lüsyen Hanım, Safiye Erol, Turgay Şeren yaşamıştır.

Bir edebiyat mahfilinin mekân boyutu üzerinde durmak gerekir. Her düşünce, öncelikle ayakta durmak için bir temele, bir mekâna ihtiyaç duyar. İnsan, mekânın sahibi olduğu andan itibaren kendini var kılar. Mekân kelimesinin “kevn” kökünden türemesi, bu kökün ise “olma/var olma” ile ontolojik bağlantısı, mekânlarla bir ölçüde evreni tanımaya veya tanımlamaya çalışan insanı etkisine alması dikkat çekicidir.

  • İnsan, bir mekânı kuşatarak ona anlam katar. Bu ontolojik bağlantı ile mekân, aslında zaman dediğimiz kronos “canavarını” kendi “peteklerinde” tutar.

Bu, insanın dağılmasını da engeller. Buradan ilerlediğimizde ise mekânın, sadece “rayiç bedel” açısından değil üzerine zamanın tozu bulaşmış her türden anıyı saklamasını işaretlemesiyle de insan için değerlidir. Edebiyat mahfilleri başta yazar-şairlerin evlerinde olmak üzere kamusal mekânlarda bir “hafıza mekânı” olarak ortaya çıkar. “Hafıza”, insanın her şeye rağmen ayakta kalmasını, yaşamasını sağlayan bir kök/kökendir. Bir mahfilin mekân olarak ortadan kalkması, orada “cevelan eden” hatırların da yok olmasına imkân tanımaz.

Edebiyat mahfillerindeki birliktelikleri değerli yapan diğer yön, burada yürütülen “edebî eleştiri” ile doğrudan bağlantılıdır. Edebiyat mahfillerindeki eleştiri, mahiyeti açısından akademik niteliği önde olan bir eleştiri faaliyeti değildir. Burada benim “hasbihal/sohbet şeklinde edebî eleştiri” dediğim türden ve “sistemli” olmayan bir eleştiri anlayışı tercih edilir. Buradaki faaliyet, bir edebî metnin içeriği, mesajı, şekline uzanabildiği gibi anlamı ve göndergelerini de kapsayabilir. Bu eleştiri faaliyeti, mahfillerin bir “kültürlenme”, “bilgi edinme”, “farkındalık oluşturma”, “kimlik oluşturma”, “kanon olma” mekânları olarak anlamlandırılmasının yolunu açabilir.

Mahfillerin kurulmasında, edebiyatçıların bu mahfillerde bir araya gelmesinde başka bir faktör daha etkilidir: Üstat edebiyatçı veya sanat/kâr hamisi. Mahfilleri kuran, mahfillerde herkese kişiliği ve edebi birikimi yönünden otoritesini kanıtlamış üstatlar, buralarda sistemi oluşturan ve sistemin düzenini layıkıyla sağlayan kişilerdir. Üstadın evi, çoğunlukla mahfilin ana mekânı olarak bilinir. Edebiyat mahfilleri, mekânsal çeşitliliklere de sahiptir. Yani bu türden birliktelikler geçmişten günümüze kadar çok çeşitli mekânlarda ortaya çıkar.

Toplantılar altı sene sürdü

Kenan Rıfâî.
Kenan Rıfâî.

Safiye Erol, kendi evindeki toplantılar düzenlemeden çok önce Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evindeki musiki-edebiyat mahfiline devam etmiş, ayrıca arkadaşlarıyla Kenan Rıfâî’nin el yazısıyla yazdığı Mesnevi şerhini yeni harflere kazandırmak için düzenlenen toplantılara katılmıştır. Nihad Sami Banarlı, Sâmiha Ayverdi, Sofi Huri, Neziha Araz, Safiye Erol’un oluşturduğu bu topluluk Ekrem Hakkı-İlhan Ayverdi’nin Fevzipaşa’daki evinde haftada bir gün “salı akşamları” Sâmiha Ayverdi’nin el yazısıyla bir araya getirdiği metinleri neşre hazırlamışlardır. 1955 yılında başlayan bu toplantılar yaklaşık altı sene sürmüştür. Bu toplantılar her hafta başka birisinin evinde yapılmıştır.

Safiye Erol’un en meşhur komşusu, Abdülhâk Hâmid ve eşidir. Lüsyen Hanım’la 1927 yılında ikinci defa evlendikten sonra Maçka Palas’ın bodrum katındaki 4 numaralı apartman dairesine geçen Hâmid, eşinin “bir edebî salon sahibi olmak” isteğinin de etkisiyle buradaki dairede, Münevver Ayaşlı’nın verdiği bilgiye göre her hafta çarşamba günleri, yine bu toplantılara 1932 yılından itibaren katılan Taha Toros’a göre ise cuma günleri edebiyat sohbetleri yapmıştır. Mahfile başta Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabeddin olmak üzere, İsmail Hami Danişment, Mithat Cemal Kuntay, Ahmet Reşit, Ali Ekrem Bolayır, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Yusuf Razi (Bel), Orhan Seyfi, Leyla Saz, Hâmid’in kız kardeşi Abdülhak Mihrunnisa Hanım, Sami Paşazade Sezai, Übeydullah Efendi, Florinalı Nâzım, İsmail Habib Sevük, Fazıl Ahmet Aykaç, Necip Fazıl Kısakürek, Şükûfe Nihal Başar, Hamdi Başar, Yahya Kemal, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Süleyman Nazif, Haydar Rıfat, Muhtar Bey, Abdülhak Şinasi Hisar, Yakup Kadri ve eşi, Nurettin Sevin, Halit Fahri Ozansoy, Münevver Ayaşlı ve Taha Toros devam etmiştir.

Maçka Palas’ın 16 numaralı hanesi

Belkıs Altuniş Gürsoy

  • İnsanlık kültür mirasının uzun asırlar boyunca şifahi (sözlü) olarak asırdan asırlara aktarıldığı bilinen bir gerçektir. Türk kültüründe de sözlü kültür ile ilim ve sanat konusundaki birikimler; formel eğitim ve öğretim kurumlarının yanı sıra sohbet meclisleri yoluyla yayılıp gelişme imkânı bulmuştur.

Bu meclislerdeki “candan cana sirayet” denilen karşılıklı etkileşim bir dinamo etkisi yaratmış; sadece ilim ve sanat alanında değil; kişisel gelişim bağlamında da önemli bir görevi üstlenmiştir. Bu meclisler; saraylardan konaklara, camilerden tekkelere, hanelerden köy odalarına, dükkânlardan yayınevlerine, pastanelerden kahvehanelere kadar geniş bir mekân yelpazesinde varlığını sürdürmüştür.

Giulio Mongeri.
Giulio Mongeri.

Sıcak bir ortamda gönüllülük esasına dayanan bu paylaşım; fertlerin ilim ve sanat konusundaki gizli iç dinamiklerini harekete geçiren, mevcut kabiliyetleri ise besleyip geliştiren yanıyla önem arz etmiştir. Ayrıca bu sivil akademiler; insanımızı edep erkan, yol yordam babında işlemiş; onu toplumun değerli bir üyesi olmak noktasında mayalamıştır. Özellikle padişah, vezir ve diğer bürokrat haneleri de sadece bir mahfil değil; birçok gizli kabiliyetin keşf olunup yetişme imkânı bulduğu ve himaye edildiği yerler olmuştur. Tarihteki Hüseyin Baykara meclisleri bu bağlamda ilk akla gelen mahfillerden biri olmak özelliğini taşır. Ülke coğrafyası içindeki bütün şehir, kasaba ve köylerde de bu sohbet meclislerinin yaygın birer ilim, sanat ve irfan mektebi olarak görev icra ettikleri görülür.

  • Son yüzyılda ortaya çıkan bu mekânlardan biri de Şişli'de 1922 yılında Giulio Mongeri adlı İtalyan bir mimar tarafından yaptırılan ve İstanbul’un asansörlü ilk binası olan sekiz katlı Maçka Palas’tır.

Maçka Palas, sadece mimari yapısıyla değil, devlet adamlarından ilim ve sanat adamlarına kadar pek çok meşhur isme ev sahipliği yapmasıyla da dikkat çeker. 1924-1938 yılları arasında Abdülhak Hamit Tarhan ve eşi Lüsyen Hanım da bu apartmanda oturur. Tarhan'ın hanesi çarşamba günleri (cuma da olabilir) Süleyman Nazif, Şükufe Nihal, Sami Paşazade Sezai, İsmail Habip, Halit Ziya, Cenap Şehabeddin, Fazıl Ahmet, Mithat Cemal Kuntay, Necip Fazıl gibi edebiyatçıların toplandıkları bir mahfile dönüşür. Maçka Palas’ta oturan yazarlardan biri de Safiye Erol’dur.

  • Ciğerdelen yazarı, 1933-1961 yılları arasında Maçka Palas'ta A blok 16 numaralı dairede ikamet eder. Safiye Erol'un bu dairesinde tertip edilen “salı toplantıları” bir edebi mahfil hüviyeti arz eder.

Nezihe Araz, Sofi Huri, Samiha Ayverdi, Safiye Erol ve Nihad Sami Banarlı'dan oluşan bir grup yaklaşık iki yıl süre ile Mesnevi'nin 1. cildini yayınlamak için bir araya gelirler. Samiha Ayverdi’nin ve diğer bazı isimlerin elinde Kenan Rifai’nin Mesnevi şerhi derslerinde anlattıklarından tutulmuş notlar vardır. Bu toplantılarda bu notlar yeniden gözden geçirilerek yayına hazır hâle getirilir. Bu çalışmalar; Maçka Palas’ta sürdürüldüğü kadar dönüşümlü olarak farklı hanelerde de gerçekleştirilir. Kenan Rifai Mesnevi Şerhi 1. cilt adıyla yayınlanan bu eser, böylesi bir mesai neticesinde okuyucularıyla buluşur.

Tasavvufi bir muhit olarak tebarüz eden Kenan Rifai ekolü; milli ve manevi hassasiyetleri yüksek entelektüel bir zümre olmak özelliğini taşır. Bu muhit; tasavvufi eğitimin yanı sıra ülkemizde son yüzyılda güçlü bir şekilde etkisini gösteren pozitivist ve materyalist cereyanlara karşı tarihin derinliklerinden devşirerek bugünlere kadar getirilen irfan geleneğini yaşatmaya çalışır. Batı medeniyet dairesine girmek adına aramıza mesafe koyduğumuz eski medeniyetimizin insani birikimlerini günümüzle buluşturmak, bir gönül felsefesi inşa etmek adına yola koyulur. Yahya Kemal'in deyimiyle medeniyetin bir imtidad (süreklilik) içinde ancak var olabileceği tezinden hareketle geçmiş asırlarımızla kuracağımız sağlam köprülerin yarınlarımızın da teminatı olacağı anlayışını taşır. Bu bağlamda maddi ve manevi kültür değerlerine sahip çıkmanın ve bir tarih şuuruna sahip olmanın önemini vurgular. Böylesi bir yaklaşımın hem günümüzü ve günümüz insanını hem de geleceğimizi inşa etme adına, tarihi bir sorumluluk olduğu düşüncesini bir misyon olarak benimser.

“Bizim ölmeyen Sâfî’miz”

Dürdane İsra Çınar

İnsan aynı mânânın peşine düşünce, ölümün dahi mâni olamadığı dostluklarda buluyor kendini. Bir gün Emel Esin arşivini tarıyorken ve dostluklarından hiç haberdar değilken onun gazete yazıları arasında müşterek bir dostumuzla karşılaşıyorum: Safiye Erol'la. Yazının başlığı, bunun bir taziye, bir veda ve bir hatıra yazısı olduğunu haber veriyor: Sâfî’nin Ölümü.

Bu harita Salt Arşiv'den alınmıştır.
Bu harita Salt Arşiv'den alınmıştır.

Hâlbuki o, yani bizim ölmeyen Sâfî'miz, âlemi sureti yüzünden sevenleri (homo saphiens) mânâsı yüzünden sevenleri (homo mysticus) ve de hakikat yüzünden sevenleri (mürşid-i agâh) anlatmadıkça bu dünyadan ayrılamayacağını anlamıştı. “Ben gayet fatalistim” diyordu bir yazısında, “Bu cemiyetin bana ne kadar zaman ihtiyacı varsa, o kadar zaman yaşarım ben… Fazlasına da zaten lüzum yok…” Gencecik yaşında Almanya’da başladığı fikir yolculuğu, bir zaman sonra İstanbul’da Maçka Palas’taki dairesinde Mevlana’nın Mesnevi’sini şerh maksadıyla bir kalp yolculuğuna dönerken aynı yazgının buyruğuna teslim olmuş, İbn-i Arabi’nin tabiriyle “illet”ini aramış ve bulmuş, böylece amacının ne olduğunu, nerede bulunduğunu şüphesiz anlamıştı.

“Şerefü'l-mekân bi'l-mekin” der eskiler. Bir yerin şerefi, orada oturandan gelir. Mekân ve insan, öyle bir zarf-mazruf ilişkisindedir ki hâller, tercihler, emeller o yerin, o mekânın havasına, suyuna, duvarına, kapısına sirayet eder.

  • Beni en çok uzlet, halvet mekânları, inziva köşeleri, çilehaneler ve nihayetinde insanın sağ girip meyyit çıkacağı o son hane, son oda, son yatak cezbeder. Bilmem, niçin? Belki en çok orada kendimiz olur, hatta kendimizden de geçer bütün yaratılmışlarla birmiş gibi vahdetli ve de sanki âdem yaratılmazdan evvelki âlem kadar yalnız, ıssız, tenha oluruz.

Ömrünün son zamanlarında, bizim Sâfî’miz, Üsküdar’ın Selimiye semtinde, dostu Emel Esin’in tabiriyle, “ölümle rastlaşacağı Karlık bayırındaki apartman”da oturuyordu. “Geniş odalar ve bir balkondan mürekkep apartmanın duvarlarında bir Dürer gravure’ü, bir Japon estampe’ı ve Nakşbendi dervişlerinin raks ayinini gösteren bir İslam minyatürü asılmıştı. Kütüphanesinde bilhassa Türk mutasavvıflarının eserleri vardı. Bir felsefe talebesinin mütevazı odasından pek başka olmayan bu apartman, Sarayburnu'nu seyrederdi. Penceresinin önünde, denizin ötesinde, fetihten beri birbirini takip eden tarihimizin vekayı silsilesi gibi, İstanbul’un büyük camileri dizilmişti. Kur'an《Kimse ölüme rastlayacağı yeri bilmez. 》buyuruyor. Safiye Hanım, bu yerin ölüm sahili olacağını belki hissetmişti.”

Safiye Erol, Ciğerdelen.
Safiye Erol, Ciğerdelen.

Ölüm sahili… İnsan böyle bir sahilde yaşamının muhasebesini yapmaktan başka ne yapabilir? “Rüyalar ve tefekkür arasında geçen gecelerde, Safiye Erol’un kalbinde ‘Ciğerdelen’de tasvir ettiği Aşk sultanı taht kurardı. Tahtta oturan peçeli, bazen annesi, bazen hocası, bazen başka biri idi. Kutb etrafına, Safiye Hanımın tabiriyle levh-i mahfuz’dan ilham gelir ve Türk sufileri nefesleriyle ‘hayat ve ölümün vuslat demini’ okurdu.”

Kalp kimlerle rabıta kurmuşsa, neleri değirmeninde döndürmüşse, neyi bir ömür anmış, zikretmişse işte bu ölüm sahiline vuran yalnız onlar, yalnız o dalgalar, o köpükler, o çer ve çöp ve o ciğer, o cevher… Çocuk yaşında tattığı gurbet, ardından bir cemiyet hayatı, ev toplantıları, şehir gezileri, romanları Safiye Erol’un varlık sahaları olmuştu ama o bu mekândan başka bir mekâna, belki mekânsız olmaya, er olmaya, rûh olmaya doğmak için öleceği güne yakın, Edirneli şair Hasan Sezai’den şu beyitleri bir ihtimal Karlık bayırındaki evinin penceresi önünde dalgın düşünürken dilinden dökülüvermişti:

“Mürg-ü lâhûtum, anınçin bir mekân olmaz bana

Gülistanım, taze taze güllerim açmaktadır

Arzuy-u nevbahâr etmem, hazân olmaz bana

Pota-i aşk içre kal etti beni Üstad-ı aşk

Dürr-ü sâfiyim mehakk-i imtihân olmaz bana.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım