Bir çıplak âşığın izinden İskilip’e
Bedri Rahmi’nin sanatın her dalından fışkıran yerli ruhu, hikâyelerin bu denli kıymetini biliyor oluşu; bu adamın resminde, şiirinde, yazısında İskilip adlı küçücük bir ilçenin şiddetli bir kırılma yaratmasına sebep olmuştur. Farkları sezen, boyutları arayıp, heyecanla kavrayan sanatı, ona İskilip’te geniş kontürlerle, renklerin ötelerine geçerek, basitlikle anlatma cesaretini vermiştir.
Şehirlerin hikâyelerinin olduğu zamanlar varmış. Her şehir tıpkı bir insan gibi doğar, büyür, yaşar ve ölürmüş. Kahkahaların çınladığı sokakların, gözyaşlarıyla ıslanan pencere önlerinin hep bir ağızdan anlattığı hikâyeler yazılır, dilden dile söylenirmiş. Tıpkı insanların olduğu gibi şehirlerin de sevdalıları, mecnunları olurmuş; haset edenleri, düşmanları…
Aylar günleri kovalamış, bu yaşayan şehirlerden sonuncusu da göçüp gitmiş. İnsanlar, sonu gören şehrin, hayatta kalan son sevdalısı da yâri unutunca birbirine benzemeye başlayan şehirlerin sokaklarında, gezinmeyi, her biri diğerinin aynısı meydanlarda söyleşmeyi garipsemişler.
Bir başka mizaç, bakış, ses arayıp durmaya, yeni hikâyelerin peşinde koşmaya başlamışlar. Ama nereye giderlerse gitsinler toprağın üzerini örten betondan, balkonları ve çatıları saran çanak antenlerden, nerede olursa olsun aynı kokunun sardığı mağazalardan, hep aynı çiçeklerle bezeli yol kenarlarından başka bir şey bulamamışlar. İçlerinden biri hâlâ daha bir şehir hikâyesi hatırlıyor olacak ki biçare onun etrafını sarmışlar.
Hikâye anlatılırken kimisi uykuya dalmış kimisi usanıp yoluna varmış. Bu son hikâye anlatıcısının da dili durmuş, nasılsa dinleyeni yokmuş. Şimdilerde birbirine benzeyen sokaklarda yürüyen, fezada bir boşluğu andıran meydanlarda buluşup söyleşen, birbirine çok benzeyen insanlar işte o hikâyenin son dinleyicileriymiş. İnsanların insanlara, şehirlerin bir diğerine çok benzediği bu yeni çağda, kimsenin önce insanların mı yoksa şehirlerin mi birbirine benzemeye başladığına aklı sırrı ermemiş.
Son hikâye anlatıcısı
Bundan çok değil kırk sekiz sene evvel hayata gözlerini yuman bir sanatçı, hem de benzer koşullar altında heyecanla yürümüş hayatın üzerine. Çektiği çizgiler üzerinde cambazlık yapmış.
Peri masallarına, çoban hikâyelerine, deli düzmelerine eş şehirler, hükümdarlıklar kurmuş. Yetmemiş, belki de o son hikâye anlatıcısı oymuş. Ne zaman bir resmine ilişse gözüm, kulağıma bir şiiri çalınsa, görüp işittiğimin ardını ayrımsar, o hikâye anlatıcısını anımsarım: coğrafyalar, sıfatlar, disiplinler üzerinde at koşturan bir çıplak âşık, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu. Bakmakla görmenin, duymakla işitmenin bir olduğu bir zamanı yaşamış. Hayatların birbirini tekrar etmediği coğrafyalarda gezinmiş. Etrafını saran burcu burcu kokulara alışmamış.
Saçlarını rüzgârın dağıtmasına izin vermiş. Çok çalışmış. Hikâyeler dinlemiş. Her hikâye anlatıcısının yaptığı gibi biraz abartmış, eksiltmiş, kendinden katmış. Hâl böyle olunca yeni nesil hikâye anlatıcılarına, edebiyat tarihçisine, biyografi yazarına da tercih imkânı bırakmamış. Onun hikâyesini anlatmanın tek bir yolu varmış.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, ortaokul sıralarında yazıya, lisede resme, her hâlükârda şiire meraklı; ancak yaşadığı yerden çok sıkılmış, Trabzon’da bir kaymakam çocuğuymuş. Babası Mehmet Rahmi Bey ile münasebetinden Batı sanatına, annesi Lütfiye Hanım ile ilişkisinden Türk folkloruna dair oldukça geniş bir izlenim edinmiş.
Trabzon Lisesi’nde derslerine gelen Zeki Kocamemi’nin yönlendirmesini bahane ederek, lisenin ve Trabzon’un onu bunaltan ikliminden uzaklaşmak arzusuyla, İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi’ne kayıt olmuş. Burada Nazmi Ziya Güran, İbrahim Çallı gibi Türk resminin önde gelen isimlerinden ders almış. Henüz akademideki eğitimini tamamlamamışken İbrahim Çallı’nın, babası Mehmet Rahmi Bey’i teşviki ile ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu’nun yanına Lyon’a gönderilmiş. Burada birkaç özel atölyede çalıştıktan sonra, bir süre de Paris’te bulunan Bedri Rahmi, bu dönemde Gauguin, Matisse, Van Gogh gibi isimlerden etkilenmiş. Burada evleneceği ve Türkiye’de Eren ismini kullanmaya başlayacak olan Ernestine Hanım ve daha sonra içlerinde onun da bulunduğu D grubuna iştirak edeceği Cemal Tollu ile tanışmış.
Türkiye’ye döndükten sonra yazın hayatına biraz da geçimini sağlamak gayesiyle ağırlık veren Bedri Rahmi, birkaç memuriyette de bulunmak durumunda kalmış. Dönemin hükûmetinin yurt gezilerine iştirak edip Anadolu’da resim yapma imkânı bulmuş. Ardında sayısız resim, şiir, deneme, mozaik, baskı ve dış cephe bezemesi bırakarak 1975’te bu dünyadan göçüp gitmiş. “Ben sonradan olmayım, Eren anadan doğma ressamdır” diyen Bedri Rahmi’nin bu sonradan olmalığına en büyük katkıyı, gayreti ve hemen ardından Batı’da bulduğu tekniği Anadolu’ya ram etmesi yapmıştır. Bir tur şirketiyle değilse de dönemin hükûmetinin yurt gezilerinden birinde Edirne’ye bir diğerinde de Çorum’a gitmiş, Anadolu’yu resmetme imkânı bulmuştur. Bedri Rahmi’nin sanatın her dalından fışkıran yerli ruhu, hikâyelerin bu denli kıymetini biliyor oluşu; bu adamın resminde, şiirinde, yazısında İskilip adlı küçücük bir ilçenin şiddetli bir kırılma yaratmasına sebep olmuştur. Farkları sezen, boyutları arayıp, heyecanla kavrayan sanatı, ona İskilip’te geniş kontürlerle, renklerin ötelerine geçerek, basitlikle anlatma cesaretini vermiştir.
Dağlar Şaha Kalkıyor
Eyüboğlu, 1942 yılında çıktığı Çorum gezisinde tesadüf üzerine bir gece İskilip’e gitmiş, gece yarısı girdiği bu şehir kulağına hikâyesini fısıldamaya başlamış olacak ki Çorum gezisini burada sürdürme kararı almıştır. İğdeli Gelin tablosuna konusunu, çok dillenen Çatalkara şiirine ismini veren ilham buradan neşet etmiştir.
Sanatını hâlâ daha beslemeye devam eden hikâyeyi burada işitmiş, eşi Eren Hanım’a ve ağabeyi Sabahattin Bey’e yazdığı mektuplarda da İskilip’i, bugünün insanının kendisini iki saatten fazla oyalayamayacağı o küçük beldeyi, uzun uzun anlatmıştır:
“… şehri dolaştıkça öyle on beş günde kendisini verebilecek bir yerde olmadığımı daha iyi anladım. Ağabey, resim için bundan olağanüstü bir yer düşünemezdim. Tam arayıp da bulamadığım dağlar. Dağlar şehrin içinde, ortasında, nasıl anlatayım tramvay caddesinden geçer gibi. Çöp arabaları yahut mahalle bekçileri gibi şehrin senlisi benlisi olmuşlar. Adım başı yeni bir görüntü, adım başı yeni bir ışığa kavuşan sırtlar, kayalar. Tabak gibi bir dağ parçası. Birkaç dakika sonra korkunç bir çukurun içinde kaybolmaya başlıyor. Öteden bir karanlık leke içerisinden dağlar fışkırıyor.
Dağlar şaha kalkıyor, dağlar doğruluyor
Gökler şaha kalkıyor, gökler doğruluyor
Sonra şehir. Dağların yuttuğu şehir. Dere boylarına salkım saçak sıralanan Ortaçağ evleri. Dağ manastırlarından fırlamış siyah elbiseli, ağır başlı, hırçın yüzlü adamlar. Bunların yanında rengârenk köylü demetleri. Ve damdan düşercesine patavatsız bir yağmur, bir sel, bir afet, arkasından mor salkımlı bir sürü bulut ve bütün haşmetiyle Ramazan topu. Davul ve zurna.
İskilip’e derhâl vurulmamaya imkân yok...”
Bugün İskilip
Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun öyle on beş günde kavrayamayacağını ifade ettiği İskilip’i bugünün gözüyle gezersek ne buluruz diye merak ediyorum. Aklımdan ilkin insanların mı bu kadar aynılaştığına yoksa şehirlerin mi, bir cevap bulurum belki diye geçiriyorum.
İçimde gittiğim yerde Bedri Rahmi’nin resminde, şiirinde, mektuplarında hikâyesini anlattığı İskilip’i bulamayacağıma dair şiddetli bir korkuyla Çorum’dan yola çıkıyorum. Kızılırmak’ı geçer geçmez bir sürüye rastlıyor minibüs. Bedri Rahmi’nin eşi Eren Hanım’a hitap ederken sık sık kullandığı “çebiş” kelimesi geliyor aklıma.
Burada bu isimle anılan küçük keçi yavrularını gözüm arıyor sürünün içinde ama göremiyorum. Neticede bir saatten daha az bir yolculukla İskilip’e varıyorum. Minibüsten iner inmez kendimi küçük bir pazarın içinde buluyorum. Yakın köylerden ya da evlerinin bahçelerinden topladıkları sebze meyveyi önlerine yayan kadınların birbiri arasında söyleştiği, bir yandan müşterilere ürünlerini kim bilir kaç senesinden kalma terazilerle tartarak sattıkları küçük bir eski zaman pazarı burası.
Bu kadınlara hem sebzelerin birkaçının fiyatını hem de halk kütüphanesinin yolunu soruyorum. Asfalt yollar ve yeni inşaat usulleriyle yapılmış, görmeye ziyadesiyle alışık olduğumuz apartmanlar arasında yürürken, aralarda kalmış birkaçı bahçeli İskilip evlerine rastlıyorum.
Ahşap bahçe kapılardan başımı uzatıp, tülbentlerinin üzerine İskilip bezinden şallarını sarmış komşularıyla sohbet eden ev sahiplerine selam veriyorum. Bedri Rahmi’nin şiirini süsleyen çatalkaraya denk geliyorum manav tezgâhlarında. İrice bir kara üzüm bu. Ebussuud Efendi’nin babası Şeyh Yavsi Efendi ’nin bir dönem ikamet ettiği ve validelerinin de bahçesinde medfun bulunduğu Şeyh Yavsi Camii’nin hemen yanındaki, belki tesadüfen belki bilinçle burada kurulmuş halk kütüphanesine giriyorum.
Kütüphanenin giriş katında 2010 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu İskilip’te yaşatmak gayesiyle şehir idaresinin gayretleriyle kurulmuş sürekli sergiyi geziyorum. Burada Bedri Rahmi’nin hayatından kesitler, tıpkıbasım resimler, İskilip’te kaldığı süre zarfında yazmış olduğu mektuplardan bir seçki sergileniyor. Ardından Bedri Rahmi’nin Quebec’ten Fransız-Kanadalı gelini Hugette Eyüboğlu’nun gayretleriyle açılan Çatalkara Kültür ve Sanat Evi’ne doğru yol alıyorum.
Bir yandan da dağları arıyorum, şüphesiz Bedri Rahmi’nin gelişindeki gibi yerli yerinde duruyorlar ama gözün onları ayırması epey zahmetli oluyor. Eski bir çarşının içinden geçiyorum.
Belki de Bedri Rahmi’nin gezindiği sokaklara, onu vuran İskilip’e en çok benzeyen sokakları burada görüyorum. Terk edilmemiş, eski sahipleri tarafından yaşatılan ve hikâyeleri alınlıklarından, pencere pervazlarından okunan evlere rastlıyorum.
Bahçelerinden oklava sesleri, salça kokuları yayılıyor etrafa. Mahallenin diğer sakinleri gibi epeyce yaş almış bir amca İskilip’i gezmek için geldiğimi öğrenince çay ve ceviz ikram etmek için bahçesine davet ediyor. Vaktim kısıtlı olduğu için icabet edemiyorum.
İlk şimşek çakıyor zihnimde. Çatalkara Kültür ve Sanat Evi’ne varıyorum. Kapı duvar. Oldukça iyi yapılmış bir rekonstrüksiyon örneği bu ev, yüksekçe bir tepede, İskilip’in arka mahallelerini, çam ve ceviz ağaçlarıyla bezeli bağları görecek biçimde konuşlanmış.
Bahçesinde Bedri Rahmi yazmalarının basıldığı, İskilip bezlerinin dokunduğu bir şenlik hayal ederek geldiğim bu yerden üzülerek ayrılıyorum. Caminin önünde sohbet eden amcalardan, Sanat Evi’nin ilgisizlikten işlemez olduğunu öğreniyorum. Bu zihnimi aydınlatan ikinci şimşek.
Sanat Evi’nin bahçesinin ardında, üç dört evin ortasında bulunan hayatı fark ediyorum. Çiçekler içindeki bu yer bir parça yaşıyor görünüyor gözüme. Umut içinde yeniden yola koyuluyorum. Bu kez dönüş için. Çarşıların içinden geçerek beni geri götürecek minibüse doğru yürüyorum.
Meşhur İskilip dericilerini, sepetçilerini, semercilerini biraz zamana uymuş ama bildiği gibi yaşamak arzusu hâlâ diri bir tavır içinde buluyorum. Bu bir süre için daha iyi haber. Son olarak penceresinden uzattığı başıyla selam verip, fotoğraf makinamı görünce gülümseyen amcanın simasını zihnime kaydediyor ve minibüse biniyorum.
Dönüş yolunda elimde bir poşet taze bahçe bamyasından başkası yok. Zihnimi ise binbir soru esir alıyor. Önce İskilip mi benzemeye başladı diğerlerine yoksa ben mi? Sonra ekleniyor bir diğeri.
İskilip’in eskiye, çok eskilere dayanan hikâyesi bugün kesildi mi yoksa kulaklarıma fısıldanıyor da ben mi duyamıyorum? Bu hikâyenin cam fanuslar içine hapsedilmeden, hediyelik eşya cennetine çevrilmeden yazılmaya devam edilmesinin bir yolu yok mu? Daha niceleri…
Pencerelerinden gülümsemeye devam eden bu insanlar nefes alıp vermeye devam ettikçe bu sorular zihnimi meşgul etmeye devam edecek gibi görünüyor. Ve daha nicelerininkini...