Bir Beyrut masalı: Semboller, göçmenler ve Beyrut
Beyrut, yıllardır ziyaret etmek istediğim, Feyruz’u her dinlediğimde aklımdan geçen fakat gitmenin bir türlü nasip olmadığı bir şehirdi benim için. “Doğu’nun Paris’i” denilerek fazlaca oryantalist bir yakıştırma yapılan bu belde, zihnimde İslam’ın, Hristiyanlığın, Araplığın ve belki bir nebze Fenikeliliğin; yani Paris’ten öte birçok muhtelif kültürün ve medeniyetin merkezi konumundaydı. Bunun yanı sıra Beyrut, kültürden de öte Ortadoğu gerilim hattının yıllardır vazgeçilemeyen noktalarından biri olmasıyla da beni cezbeden bir şehirdi.
Arap dünyası siyasetini takip eden biri olarak, yaşanan Beyrut merkezli siyasi krizler, etnik gerilimler, kavgalar, çatışmalar ve daha birçok mevzu zihnimde hep yer edinen, gördüğüm her yerde üzerinde dikkatle durduğum ve düşündüğüm konulardı. İç savaşa, İsrail işgaline, Filistin ve Suriye’den gelen göç hareketlerine, ekonomik problemlere, elektrik krizine ve birçok mevzuya dair okuduğum her yazı, bu konularda edilen her sohbet zihnimde “olumsuzluklar” üzerine inşa edilen Beyrut portresini daha da derinleştiriyordu. Fakat yine de ben, Feyruz’un güzel Beyrut’unu görmek istiyordum. Bu sebeple çok önceden ayırttığım uçak biletimle bir ocak günü, tatlı bir hava eşliğinde Beyrut Refik Hariri Havalimanı’na iniş yaptım. Önceden hazırladığım ve uçuş boyunca bana eşlik eden Beyrut ezgilerine ara verip, Beyrut’un kendisini dinleyecektim şimdi.
Uçaktan inip bir taksi ile birlikte otelimize doğru yola koyulurken etrafımda yakalayabildiğim manzaralar, daha öncesinde Kazablanka’da ya da Tunus’ta gördüklerimden farklı değildi. Fakat en belirgin fark, havalimanından uzaklaştıkça kararan yollar ve ışıkları yanmayan evlerdi; yani elektriksiz bir Beyrut. Böyle söyleyerek ciddi bir karamsarlık oluşturmak istemem. Ülkede tam anlamıyla elektrik yok değil, sadece belli saatlerde yaşanan elektrik kesintileri var. Bazı kişiler bu sorunu jeneratör vasıtasıyla çözebiliyor fakat ekonomik kriz nedeniyle yakıta ulaşmak da hayli zor. Zenginlik ve yoksulluğun net olarak görülebildiği bu şehirde elektrik, aydınlığın bile “sınıfsallaşmasına” yol açıyor. Gün boyu çeşitli kahvelerin servis edildiği, kesintisiz internete bağlanılabilen ve hafif İngilizce müziklerin çaldığı, elektrik sıkıntısı olmayan Strabucks’ların 10 dakika ötesinde yer alan mahallelerdeki evlerine ulaşmaya çalışan insanların ellerinde fener görmek hiç şaşırtıcı gelmiyor.
Beyrut’un mahalleleri
Beyrut’ta dolaşırken şehrin farklı dinî ve politik gruplardan oluştuğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Sünniler, Şiiler, Maruniler, Ermeniler, Dürziler, Filistinliler ve daha birçoğu kendi kimliklerini mahalle bazında semboller vasıtasıyla yaşatıyor. Bir tepeye inşa edilen Bizim Lady Harissa’ya (Meryem Ana Heykeli) giderken sokakta bir köşede rastladığımız Meryem Ana ve haç figürleri veyahut artan kilise sayısı o mahallenin bir Hristiyan -ve muhtemelen Maruni- mahallesi olduğunu hatırlatıyor. Ya da Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah’ın, çoğunluğu Suriye’de ölmüş “şehitlerin”, İmam Humeyni’nin ve diğer Şii liderlerin dev posterleri ile İsrail karşıtı pankartların sokaklarda boy boy sergilenmesi bir Şii mahallesinde olduğunuz manasına geliyor. Ermeni mahallesinden geçerken duvarlara yazılmış “Stop Azeri Agression” (Azeri Saldırganlığını Durdurun) yazılarını ve evlere asılmış Ermenistan bayraklarını görmek bir Ermeni gettosunda olduğunuzu gösteriyor. Sünniler şehrin birçok bölgesine yayılmış gibi dursa da bazı noktalarda ciddi anlamda yoğunluklarını hissedebiliyorsunuz. Sünni camiler, 2005 yılında suikasta kurban giden dönemin başbakanı Refik Hariri ve yine başbakan olmuş oğlu Saad Hariri’nin fotoğrafları, Lübnan bayrağından daha fazla denk gelebileceğiniz Suudi Arabistan bayrakları size bir Sünni mahallesinde olduğunuzu işaret edebiliyor. Örnekler çoğaltılabilecek olmakla birlikte, sembollerin bu denli yoğun kullanıldığı bir bölgede daha öncesinde hiç bulunmamıştım. Gördüğüm her sembol, ülkenin toplumsal, siyasi ve dinî dinamiklerine dair birçok şey anlatıyordu bana. İç savaşla birlikte keskinleşen sınırların yıllar geçmesine rağmen kendini bu denli hissettirmesi de oldukça ilgi çekiciydi.
Yine Beyrut sokaklarında gezerken, şehir merkezi denebilecek, parlamento dahil olmak üzere birçok siyasi kuruluşun bulunduğu bölgede, Beyrut’un diğer mahallelerinde yer alan sınırların pek keskin hissedilmediği ve bir kesime ait olmayan ama her kesimden izler barındıran bölgelere şahitlik edebilirsiniz. Mesela, yan yana bulunan Osmanlı mimarisiyle yapılmış ve oldukça yeni olan Muhammed el-Emin Camii ve Aziz Yorgi Maruni Kilisesi buna güzel bir örnek. Yine Muhammed el-Emin Camii’nin bahçesinden baktığınız zaman ileri tarafta bulunan Emir Mansur Assâf Camii, El Ömer Camii, Aya Yorgi Rum Ortodoks Kilisesi ve Saint Elias Rum Katolik Katedrali’ni bir arada görebileceğiniz bir perspektif size keskin kutuplardan münezzeh bir Beyrut’un da mümkün olduğunu gösterir. Bu gibi görüntüler, bir rüyaymış gibi anlatılan Osmanlı dönemini anımsatıyor adeta. Bu küçük bölge dışında Beyrut ve Lübnan farklı etnik, dinî ve siyasi gruplar arasında, parçaları birbiriyle uyumlu olmayan bir puzzle gibi bölünmüş durumda. Bu durumu Nizar Kabbani çok güzel açıklamış:
- “…Lübnan’ı yerkürenin her noktasına bağlamak amacıyla Şarku’l Avsat Havayolları, sahip olduğu Boeing filosuna ek olarak yakında iki Concorde uçağı edinecek ama Trablus ile Zagarta, Baalbek ile Zahle, Şeyyah ile Aynu’r Rummâne, Kale meydanı ile Bâbu İdris, Basta ile Eşrefiye arasındaki uzaklığın arttığını görüyoruz. Bir mahallenin halkı arasına düşmanlığın taşındığını görüyoruz. Balkonları birbirine yaslanmış, birbirine güven duymuş, mehtaplı yaz gecelerinde birbirlerine açıkça kur yapmışken şimdi binaların, pencerelerin, terasların birbirlerine sırt çevirdiğini görüyoruz…” (Ben Beyrut, s. 44)
Beyrut’taki Suriyeliler
Malumdur ki 2011 yılından beri komşumuz Suriye bitip tükenmeyen bir savaşın içerisinde. Vefat eden yüz binlerce insan ve göç eden milyonlar… 12 yıldır devam eden bu trajediyi Türkiye olarak gerek siyasal gerekse toplumsal düzeyde derinden hissediyoruz. Henüz bir ortaokul öğrencisi iken sokağımızda yaşayan ve yine aynı sokakta merdiven altı tekstil atölyelerinde çalışan Suriyeli göçmenlerle ilk tanışmamın ardından çok zaman geçti. Artık Suriye eski Suriye olmadığı gibi, göçmenlerin hayatları da eskisinden katbekat daha zor. Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da göçmen nüfusunun günden güne artması, biz “yerellerin” göçmenlerin ve Suriye’nin olmadığı bir hayatı düşünmemesine sebep oldu.
Bir “yerel” olarak Suriyeli göçmen olgusuna dair ilgim sadece Türkiye’yle sınırlı değildi elbette. Nitekim Lübnan’a gelmeden önce ara ara medyaya düşen haberler, Suriyeli göçmenlerin Lübnan’daki konumuna dair oldukça dramatik mesajlar veriyordu. Lübnan’ın Maruni Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın, Suriye’de savaşın eskisi kadar şiddetli olmadığını ve Lübnan’ın artık Suriyeli göçmen barındırma ihtimalinin bulunmadığını vurgulayarak, Suriyelilere yönelik “eve dönün” çağrısı kulaklarımda yankılanıyordu. Bunun yanı sıra Filistinlilerin göçü, iç savaş, İsrail saldırısı, Suriye baskısı derken Lübnan, bölgede gerilim hattının yüksek olduğu bir konumdaydı. Bu sebeple 2011 itibariyle gerçekleşen Suriyeli göçmen akınının mevcut gerilimi nasıl etkilediğini ve yerel bazda bunun nasıl tezahür ettiğini görmek benim için oldukça ilginç bir deneyim olacaktı.
Beyrut’a iner inmez havalimanı kontrolü esnasında sırada beklerken, gözüme ilk defa Suriye devletine ait bir pasaport çarptı.
Koyu lacivert, Arapça, Fransızca ve İngilizce olarak yazılmış “Suriye Arap Cumhuriyeti” ve üzerinde tüm heybetiyle bir Kureyş Şahini. Bu pasaportu görmek istemsizce beni derin düşüncelere daldırdı. 12 yıldır devam eden savaş süreci, vatansız kalmış milyonlar ve bir noktada anlamını yitirmiş bir pasaport… Henüz pasaport şokunu atlatamadan havalimanından çıktığımız gibi denk gelen ve uzadıkça uzayan Hafız Esad Caddesi, milyonlarca insanın vatanlarından edilmesinin müsebbibi olan bir rejimin varlığının Lübnan’da hissedildiğini gösteriyordu. Yine bu süreç içerisinde bazı sokaklardaki mevcut rejime ait kırmızı-beyaz-siyah Suriye bayrakları -özellikle Şii mahallelerinde- görmek Beyrut’taki Suriye algısının İstanbul’dan ya da herhangi bir Türk şehrinden ne denli farklılaştığını gösteriyordu.
Lübnan’da son verilere göre 1.5 milyondan fazla Suriyeli göçmen yaşıyor. Bu göçmenlerin toplum içerisindeki temsiliyeti Türkiye’deki gibi belirgin değil. Mesela, Fatih Malta Çarşısı’na gittiğinizde bariz bir Suriye etkisi görebiliyorken, Beyrut’un en meşhur caddelerinden biri olan Hamra’ya gittiğinizde bu etkiyi görebilmeniz neredeyse imkânsız. Ortak kültür, dil, coğrafya gibi faktörlerin Lübnanlılar ve Suriyeliler arasında ciddi bir ayrım oluşturmadığını düşünüyorum. Ama bir yandan da yine ortak kültür, dil, coğrafyaya sahip Filistinlilere yönelik yapılan tecrit ve soyutlama çalışmalarının olması beni Suriyeli göçmenler hakkında düşündürüyor. Nerede bu Suriyeli göçmenler? Bu sorumun cevabını 7 günlük Lübnan seyahatinde alamıyorum, fakat kaldığım otelde tanıştığım 22 yaşındaki Deyri Zorlu Talal, bana Suriyeli birçok tanıdığının az para getiren işlerde çalıştığını söylüyor. Lübnan’ı sevdiğini vurgulayan Talal, 7 yıldır ülkesine gidememiş; artık kendini Lübnan’ın bir parçası olarak görüyor, ülkesinden her bahsettiğinde yüzündeki gülümseme bir an duruluyor ve kendisine çok yakın ama bir o kadar da uzak olan vatanına dair anılarını hüzünlü bir ses tonuyla anlatırken buluyor kendini. Bu durum bana hâlen yarım kalmış hikâyelerin, vatansızlığın ve muhacir olmanın acı veren dayanılmaz taraflarını tekrar hatırlatıyor.
Beyrut’ta bir Filistin gettosu: Şatilla mülteci kampı
Yağmurlu bir Beyrut sabahında yaklaşık bir saatlik yürümenin ardından Şatilla Mülteci Kampı›na ulaştık. Harita size daha yolunuzun olduğunu gösterse de sokağın girişindeki kameralardan ve derme çatma evlerden -ki bu evler sokağın diğer yanındaki evlerden çok farklı- kampa ulaştığınızı anlıyorsunuz. Mülteci kampı denilince aklınıza Suriye’deki gibi çadır kentler gelmesin; burada yılların getirmiş olduğu bir “kentleşme” var. Kentleşme kelimesi çok mu modern, çok mu kapitalist bir söylem bilemedim ama Şatilla, Beyrut içinde Filistinlilerin ilmek ilmek işlediği bir kent gibi. Sokaklar da evler kadar harap durumda. Hele bir de bizim denk geldiğimiz gibi yağmurlu bir günse, yürümek oldukça meşakkatli olabiliyor. Bu durum artık bölgede yaşayan Filistinlilerin normali olduğundan, bizim için zor olup olmaması çok da kayda değer bir şey değil. Ne de olsa biz bu yolun sadece birer yolcusuyuz, sakini değil. Ara sokaklara girdiğimizde gözümüze çarpan ilk şey, onlarca elektrik kablosunun oluşturduğu karmaşıklık. Her bir kablonun çıktığı ve bittiği yeri bulmak oldukça zor. Gerçekçi olmak gerekirse yukarıdan sarkan elektrik kabloları ve karanlık dar sokaklar biraz ürkütüyor beni. Hemen bir çıkış bulma arzusu ile hızlı hızlı yürüyor ve çok geçmeden insan kalabalığının olduğu bir pazara çıkıyoruz. Pazarda yürümek imkânsız. Beyrut’a yağan yağmur, kamptaki bu pazarı adeta bir dereye çeviriyor. Birçok insan kenarda yağan yağmur ile birlikte oluşan dereceğin durulmasını beklerken, bazıları da ayakkabılarıyla ya da yalın ayakla bu dereciği yararak yol almaya çalışıyor. 1949 yılında İsrail baskısı nedeniyle göç eden Filistinliler için kurulan bu kampta, 2023 yılında hâlen doğru dürüst bir altyapının olmaması bize, Filistinlilerin Lübnan toplumu içindeki konumuna dair ipuçları veriyor.
Belki de Şatilla Mülteci Kampı’nı ilgi çekici yapan sadece evleri, altyapısız yolları ya da elektrik kabloları değil, bu kampın Lübnan siyasetindeki yeri olduğunu söyleyebiliriz. Bilindiği gibi İsrail’in 1948 yılında Filistin topraklarını işgal etmesiyle başlayan Nakba süreci, birçok Filistinlinin kendi vatanlarını terk edip komşu ülkelere gitmesiyle devam etti. Beyrut da Filistinli göçmenlerin tercih ettiği destinasyonlardan biri. Zamanla Filistin Kurtuluş Örgütü ile birlikte bu bölge Filistinliler için bir üs hâline gelirken ülkenin diğer grupları -özellikle Hristiyanlar- için rahatsızlık kaynağı haline geldi. Gerilim ortamı Lübnan İç Savaşı ile birlikte daha da şiddetlendi ve 1982 yılında aşırı sağcı Hristiyan Falanjistler İsrail’in de desteği ile Şatilla ve Sabra Filistin Mülteci Kamplarında 3 binden fazla Filistinli mülteciyi katletti. Katliamın üzerinden 40 yıl geçmesine rağmen bu olayın failleri belirlenememiş ve konuya dair ciddi bir soruşturma açılmamış durumda.
Bugün ise kamp şartları, yukarıda da bahsettiğim gibi, hiç iyi değil. Yağmura denk geldiğimiz için çarşıda yürümek imkânsız hâle gelmişti. Her yerde birbirine giren elektrik kabloları, giriş-çıkışlarda ve diğer birçok yerde bulunan kameralar, kurşun izlerinin hâlen durduğu güneş almayan harap evler, duvarlara asılmış şehit resimleri, Filistin bayrakları, siyah-beyaz keffiyeler ve diğer tüm her şeyi ile Filistinliler “misafir” oldukları topraklarda var olmaya çalışıyor.
Son yerine
Beyrut’a giderken tüm önyargılarınızı ve zihninizdeki olumsuzlukları bir kenara bırakıp kendinizi bu güzel şehrin size vadedeceği eşsiz anılara, manzaralara ve duygulara bırakmalısınız. Savaşın ve gerilim hattının ülkede bıraktığı etkilere rağmen, Beyrut yeniden yeşeren ve zengin kültürü ile misafirlerine kucak açan bir memleket. Sokaklarında her yürüdüğünüzde, çalan her Feyruz şarkısında, Akdeniz’in kıyıya masumca her vuruşunda, okunan her ezanda ve çalan her kilise çanında bu şehrin geleceğe umutla baktığını görebiliyorsunuz. Ve size Feyruz’un Beyrut için seslendirdiği “Beyrut’a” (Li Beirut) şarkısını dinlemenizi tavsiye ediyorum: Beyrut’a, yüreğimden selam olsun Beyrut’a… Beyrut’un sokaklarında usul usul yürürken size çok iyi hissettirecektir.