Bir bağ var çevreyle Anadolu’da, biliyorum!
Henüz koronavirüs kapımıza gelip dayanmamıştı. Çalışmalarımızı dergi ofisimizde yapıyor, haftalık toplantılarımızda -sosyal mesafesiz- karşılıklı kahve içebiliyorduk. Gelecek aylarda ele alabileceğimiz çevre ahlâkı dosyasını konuşurken; Ahmet Murat çevreyle kurmamız gereken bağı batıdan öğrenmediğimizi, bundan 50 sene önce bir Tük evinde zaten “var olduğunu” söyledi. Gözümde çocukluğumdan bazı sahneler belirince, daha da yakın bir zamandan hatırladıklarımı babaannemin-anneannemin köy evlerinden örnekler vererek anlatmaya başladım. Bunları bir dosya yazısına dönüştürmemi istediğinde ise örnekleri çeşitlendirip yazıyı geliştiremezsem diye hayli üzülmüştüm.
Çok geçmeden aile büyüklerimle yaptığım konuşmalar, İnebolu’da bahçeli evlerde geçirdiğim çocukluk hatıralarımı canlandırdı. Fark ettim ki; bir Türk evinde geri dönüşüm ve çevreyle bağ birkaç örnekle geçiştirilemeyecek kadar kuvvetli! Bu yazımla sizi bir yolculuğa çıkarmak istiyorum. Öyle çok uzaklara değil; tevellütümle 35, ebeveynlerimden dinlediklerimle 50, anneannemin -hayatta kalan tek büyüğüm- anlattıklarıyla 90 yıl öncesine...
- “Benim sadık yarim kara topraktır”
- Aşık Veysel
Sıcak bir yaz günü ağaçların gölgelediği bir patikadan yürüyoruz. Az gidiyoruz, uz gidiyoruz bir türlü Pınar Üstü tarlamıza varamıyoruz. Birkaç kere “Niye bu kadar uzak? Hâlâ gelmedik mi?” diye mızlanarak sorduğum soruları yanıtsız bırakıyor babaannem. İstemediği hâlde peşine takıldığımızda sızlanmalarımızı duymazdan gelir. Öncesinde bizi neden götüremeyeceğini anlatır ve her seferinde şakalaşarak: “A evladım, siz benim kuyruğum musunuz?” der. Bu sefer de öyle oldu, yola çıkana kadar kaç defa “Orası senin yürüyebileceğin kadar yakın değil, ormanın çok içinde!” dedi. Tüm uyarılarına rağmen kuyrukluğuma halel gelmesin diye düştüm peşine.
Geçmiş gün, babaannemle Pınar Üstü’ne sebebi ziyaretimizi hatırlamıyorum. Fakat dönüş yolunda küçük bir kestane fidanından -hatıra kalsın diye- kopardığım birkaç dal için yediğim azarı hiç unutmam: “Birisi senin elini-kolunu tutup kırsa hoşuna gider mi?” Gitmez, diye usulca başımı öne eğmiştim. Bozulduğumu görünce sesi yumuşamış “Yaş kesen baş keser evladım!” diye nasihat etmişti. Yedi yaşındaydım ve kimsenin başını kesmeye niyetim yoktu. Dönüş yolunda hava kararmadan köye varmamız gerektiğinden adımlarımız hızlıydı. Gel gelelim yediğim azarın ağırlığı ayaklarıma dolanıyor, normalde hoplaya zıplaya inmem gereken yokuş aşağı patikayı dik bir yamaca çeviriyordu. Babaannem “Asma suratını!” diyerek başladı anlatmaya:
Seninle kiraz toplarken, ağaçta kuşlar için meyve bırakmıştık, hatırlıyor musun? İşte o kırmadığın dallar da büyüyecek; kuşların, sincapların türlü çeşit mahlukatın yuvası olacak. Yuva olmasa yine de koparmayız, onların da canı var. Sen görmüyor musun ben ekdiğimiz, diktiğimiz her şeyle konuşuyorum. Canları olmasa sesimi duyarlar mı hiç?
Rahmet olsun, gerçekten de konuşurdu. Dama girdiğinde -bizim oralarda ahır kelimesi yerine kullanılır- ineklerine selam verir “Kızlarım bugün nasılsınız?” diye hal, hatır sorardı. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, bağlar-bahçeler, hayvanlar… Hepsiyle iletişim halindeydi. Onlar da tıpkı Keloğlan’ın altında uyuduğu ağacın, gövdesinden ses gelmesi gibi babaannemle konuşurdu. Doğayla aralarında başka bir dil vardı. Sadece onun değil, anneannemin, dedelerimin hatta annemin, babamın bile... Atalarından öğrendiklerini yaşıyor, yaşatıyor, bunu pratiğin içinde evlatlarına devrediyorlardı.
Kastamonu’nun yemyeşil sahil ilçelerinden biri İnebolu’da, bahçeli ahşap bir evde doğdum. Sonra daha büyük bahçesi olan ahşap bir eve taşındık, sonrasında ise bahçeli apartmanlara. Doğanın içinde rüzgârın getirdiği toprak ve deniz kokusunu soluyarak, kuşların şarkılarına vokal yapan yaprakların seslerini dinledim. Bir masalın içindeydim. Ve köyümüz ilçe merkezine yakın olduğu için hemen her hafta sonu masalıma yeni mekân ve kahramanlar ekliyor, büyüklerimin doğayla konuştukları dili öğrenmeye çalışıyordum.
Atadan toruna bu devir teslimden her ne kadar nasiplenmiş olsam da, İstanbul’da bir apartman dairesinde yaşarken, her şeyi hayata geçirmem mümkün olmuyor. En basiti “evsel organik atık”larımızı istediğim kadar azaltayım, hiç çöp çıkmayacak şekilde sıfıra indiremiyorum. Ama bahçeli bir evde yaşıyorsanız ve ahırda beslediğiniz birkaç hayvanınız var ise durum değişir. Meyve ve sebze kabukları, çekirdekleri hayvanlara yemek olsun diye ayrılır. Yal diye bilinen bu yemeğin bizim oralardaki adı “yundu”. Yani babaannem mutfak tezgahının altına koyduğu kovada, bizim şimdi “organik atık” dediğimiz şeylerin büyük bir kısmını biriktirirdi. Allah muhafaza kardeşlerimle bu kovaya kazara yumurta kabuğu, çikolata ambalajı, kâğıt atmış olalım dilinden kurtulamazdık. Kaldı ki bu hayvanlar öyle her şeyi yemezdi. Kardeşlerimle bunu eğlenceli bir oyuna çevirmiştik. Emin olmak için “inekler karpuz kabuğu yer mi, çay sever mi” gibi aklımıza gelen her şeyi babaanneme sorardık.
Hatırladığım kadarıyla çok az ambalaj atığı çıkardı. Onların bir kısmını evdeki -şömine gibi- ocağa, bir kısmını da avludaki odun fırınına koyar, ekmek veya yemek pişirirken ateşi tutuştururduk. Değirmenden un, çarşıdan patates-soğan çuvallarla alınırdı. Anne-babamın çocukluğunda onlar da bahçede yetişirmiş. Çuvallardaki malzemeler bittiğinde asla atılmaz, bağ-bahçeden bir şeyler taşımak için saklanırdı. Süt, kaymak, yoğurt, tereyağ, -bu günlerde çok meşhur- ekşi maya ve ekmek evde yapılır, yumurta için kümesteki tavuklara başvurulurdu. Büyükbabam ilçede çalıştığı için bağ bahçe işlerine hafta sonu yardım eder, hatta iki kovanla geniş ailemize yetecek kadar arıcılık yapardı. Ayçiçek yağı ve zeytinyağı büyük tenekelerle alınır, bittiğinde onlar da atılmaz, uzun kenarı kesilerek ya hayvanların yemleri pişirilir ya da çiçek ekip saksıya dönüştürülürdü.
İşin aslı dönüşüm hayatın tam merkeziydi. Çok defa eskimiş kıyafetlerin irili-ufaklı kesildiğini gördüm. Bunların içinde çiçekli desenlerini çok sevdiğim elbiseler de vardı. Onlarla tekrar karşılaştığımda ya rengarenk dokunmuş bir kilim ya da kırk yama bir nevresimdiler. Bazıları ise bahçede korkuluk olarak sahne alırdı. Gömlek yakalarının ters çevrilip dikilmesi, ceket ve pantolonların dirsek ve dizlerine yama yapılması “atmak” ve “yenisini almak” fillerinin henüz dünyamızı ele geçirmediği dönemlerde bir alışkanlıktı. Kaldı ki anne-babamın aileleri yenisini alabilecek güçteydi. O günlerde herhangi bir şeyin yeni alınabilmesi için o eşyaya “gerçekten ihtiyaç” duyulması gerekirdi. Şu iki şey kati surette şarttı: Ya “evde hiç olmaması” ya da eskisinin “tamir edilemiyor” olması!
- Hayvanlara karşı ise sevgi ve merhametle yaklaşılır, yavrularına ihtimam gösterilir, eziyet ve işkence edilmez... Anadolu insanı; onların yaradılışını yalnızca kendisine sağladığı fayda ile ölçmez, hayvanların haklarının ve yeryüzündeki dengenin önemli bir parçası olduklarının bilincindedir.
Şöyle bir sahne hatırlıyorum: Anneannem damda inek sağıyor. Onu çok seven Sarı kedisi de yanında patilerini uzatmış seyrediyor. “Günlük rızkını bekliyor” diyor anneannem. Süt sağma işlemi bitince hep birlikte avluya çıkıyoruz. Sarı, hızla yemek tasına koşuyor ve patisiyle adeta doldur işareti yapıyor. Taze sağılmış süt henüz eve girmeden, kedinin göz hakkı veriliyor.
Bu sefer bir kış tatilinde yine anneannemdeyiz. Sahile uzak bir dağ köyü olduğundan her yer karla kaplı. Damdaki Alaca ineği doğum yapacağı için telaş içinde. Sürekli aklı onda, gidip-gelip kontrol ediyor. Vakit gelince “ebe kadına” dönüşen anneannem doğumu bizzat kendi yaptırıyor. Biz çocukların bu sahneleri izlemesi yasak. Ancak ertesi gün minik buzağıyı sevmeye gidiyoruz. Köz dolu üç mangalla içerisi iyice ısıtılmış halde, anneannem yavruya annesini emmesinde yardım ediyor. Sonraki günlerde Alaca’yı sağarken bir memesinden hiç süt almayacak çünkü o artık yavrusunun rızkı.
Temizliğin en önemli kurallarından biri ahıra asla ev kıyafetiyle girilmemesiydi. Anneannem, babaannem ve dedelerim eskiyen gömlek, pantolon ve ayakkabılarından bazılarını “dam kıyafeti” yapar, günde birkaç kez üşenmeden taşlıkta üstlerini değiştirirlerdi. Annemin babası o kadar titizdi ki -özellikle fındık zamanı- çok sayıda ırgat çalıştırdığı bahçelere tahtalardan tuvalet inşa eder, herkesin burayı kullanması gerektiğini sık sık hatırlatırdı. Bu titizliği köylüler arasında espri konusuydu.
Komşular ağır geçen kışlarda hayvanlarının yiyeceği ya da evinin yakacağı bitene, karşılıksız yardım eder, uzun kış gecelerinde sohbet etmek için bir araya gelirdi. Birçok işin imece usulü yapıldığını hatırlıyorum. Yazın fındık zamanı, o hafta kimin mahsulü toplandıysa, akşamları onun evine gidilir hep beraber fındık ayıklanırdı. Böyle akşamlar biz çocuklar için adeta şenlik olurdu. Uyku saatimiz geçse de asla yatmak istemezdik. Çaylar demlenir, ikramlıklar yapılır, misafirler hem sohbet eder hem çalışır. Kimi türkü söyler, kimi tekerleme, kimi bilmece-bildirmece. Ve hikâyeler anlatırlar; içlerinde ektikleri buğday, biçtikleri otlar, sürdükleri harman, gittikleri orman ve deniz olan…
Ninesinin bazı şeyleri avludaki odun fırınında çevreye zarar vermesin diye -ileri yaşına rağmen saatlerce ayakta kalarak- azar azar yaktığını anlattı babam. Küllerle çamaşır yıkadıklarını, bitkilere zararlı böcekler gelmesin diye kullandıklarını da... Sonra birden, odun fırınında pişen ve yoldan geçenlere kokmuştur diye ikram edilen köy ekmeğinin kokusunu içine çekti.
Benim burnumda babaannemin yaptığı ekmeklerin kokusu var. Ekmek yapmadan önce ibadet edecek gibi abdest alır, sonra ekşi mayasıyla “ekmek teknesi”nin bulunduğu taş iç avluya inerdi. Uzun ahşap teknenin başına besmeleyle oturur, bereket duasıyla hamurunu yoğururdu. Mayalanan hamur odun fırınına verileceği zaman biz heyecanlanır, koşarak birer teneke kapar kendi ekmek hamurumuzu koymak isterdik. Çocukluk işte sanki aynı tekneden çıkmamışlar gibi, diğerleriyle karışmasın diye bahçeden farklı yapraklar seçer, hamura batırıp ekmeklerimizi işaretlerdik.
- Öyle çok uzak bir zaman değil, 35 yıl önce Anadolu’daki birçok evde işler havanın, suyun, toprağın durumuna göre belirleniyordu. Haliyle insan da tabiatın doğal bir parçasıydı. Güneşe bakarak saatini, gökyüzüne bakarak hava durumunu, ekip biçtiklerine göre mevsimleri biliyor, çevresini bunlarla genişletiyordu. Her ne anlatacaksa içinde doğa vardı.
Kabul ediyorum, dünya küçücük bir köy olduğundan beri her şey çok değişti. Şimdi küresel köylüler olarak evlerimizdeyiz. Bu yazıyı İstanbul’un en kalabalık ilçelerinden Fatih’te, sokağa çıkma yasağı olan bir karantina gününde yazıyorum. Üstelik normalde araba gürültüsünden kapısını bile açmadığım balkonumda, türlü çeşit kuş sesleri duyarak. Elektrikli fırınımda ekşi mayasını hazırlayıp yoğurduğum iki somun ekmek var. Karışmasın diye çörek otu ve susamla işaretledim.
Değişmeyen şeyleri düşünüyorum doğayla bağlantılı. Dilimize yerleşmiş benzetmeler var: güçlüye “dağ gibi” güzele “ay gibi” diyoruz hâlâ. Saatim iftarın yaklaştığını, fırının alarmı ise ekmeğin piştiğini söylüyor. Değişmeyen bir şey daha var: Ekmek sıcak, Allah güzel, sen iyi.