Bir araya gelme zorluğu
Dost, arkadaş hatta kardeşlerine eskisi gibi zaman ayıramayanları o kadar meşgul eden hangi işler veya meşgaleler ola ki? Telefonla pat diye aradıklarımız aklımıza düştüğünde bile, acaba önemli bir iş ortasında mıdır, diye tereddüde düşüyoruz. Sözler alıp veriyoruz. Umuda kapılıp hazırlanıyoruz. Mesela bu pazartesi buluşacağız. İçimizden birinin ansızın erteleyemeyeceği bir işi çıkıyor. Ne yapmalı? İş iştir. Fakat bir sonraki buluşma ne zaman gerçekleşebilir bakalım…
Konuşmaya değer bir ortama ekmek ve su gibi ihtiyaç duyanlar bile ona en uygun şartlarda buluşmak üzere erteleyip duruyor tarihi. Zaman fazlasıyla parçalı ve elimizde görüntülü telefonlar var. Görüştüğümüzü varsayıyoruz. Özlemin Eski Tadı Yok kitabının yazarı Simone Signoret 1985’te vefat etmişti.
Bin yıl önce veya sonra, fark etmez benzeri şikayetlerin tonu; yaşlıların çoğu hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığında hemfikir olmayı sürdürecek. Yaşlanmak biraz da aile çevresine gömülmektir. Bu aileyi ille de kan bağı tanımlamaz. Yıllar süzgeç gibi eler ilişkileri. Cami avlusunda bir vedalaşma hayatın önceki dönemlerine göre daha sık yaşanır. Otuz beşindeyken, “Hayata beraber başladığımız/ Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir” demiş Cahit Sıtkı, hayret.
Her olayla dalgalanır çevremiz, hareketlenir, ileri çıkar kimisi, geriye düşenler olur. Aşk, Hastalık, Ölüm, Savaş, Devrim, Deprem… Biri bile başa geldiğinde asla eskisi gibi olmayız. Bazı dönemler ağır olaylarla zamanı uzatır. 2010’lu yıllar mesela, hepimizi derinden etkileyen bir dizi sert olayla dağıttı zihin konforlarını. Yanı sıra, oturmuş yapılar da savrulmalara uğradı. Uludere, Gezi, Soma, 15 Temmuz, Suriye Savaşı, Koronavirüs… Teknolojik devrim, dijital ağlara bağlı olarak “sessiz” diye bilinen kitleleri de içine alan, ancak çok aklı başında olanların yapıcı bir şekilde yararlanıp yeni bir istikamet kazandığı bir devrim… Tekstil atölyesinde çalışan kızla rezidansta yaşayan akran hemcinsi aynı telefon uygulamasının süzgecinden geçerek sosyal medya arenasına çıkıyor artık. Cep telefonu modernliği, milyonlarca kadın ve erkeği eğitim yoluyla ulaşamadıkları hayatlara doğru hamleler yapmaya özendiriyor. Mahremiyet artık bir ekranın kadrajında yer alıp almama hakkı üzerinden konuşuluyor.
Salgın, etkisi üç yıl süren olay, kabuğumuza çekilme gereğine alıştırmıştı benliklerimizi, bünyemiz isyan etse de. Şehir zaten yoruyordu, şehirli zaten fazlasıyla yoğundu, yanı sıra, her şeye rağmen bir umuda tutunmaya öylesine muhtaç, bir hayal üretimine dahil olma hissini yaşamaya da o kadar açıktı ki… Bizim arzumuz değildir çoğu zaman peşinde sürüklendiğimiz, paketlenmiş hayallere bunca kolay teslim olmamızın sebebi sıklıkla yalnızlıktan kurtulma hissimizdir. Yalnızlıktan kurtulma arzumuza rağmen bir türlü veremiyoruz işte şu buluşma sözünü. Daha acil bir gündem hep mümkün, daha cazip ve daha az yorucu daha az uğraştıran bir söz, bir plan, program…
Postmodernizmle öldürüldüğü söylenen özne, sıklıkla yine postmodernizmin saçtığı araç ve nesnelerin, görüntülerin desteğinde yeni bir vücutla temayüz etme baskısının altındadır. Umut duymaktan çok yitirmeye götürür böyle bir baskı.
wi-fi varsa her şey yolundaymış gibi hissediliyor. wi-fi varsa gitmeden de olurmuş gibi geliyor. Çift ilişkisi bile ağırlık yapıyor bu şekilde oluşan vazgeçmelerle. Böyle böyle herkes tek kişilik mekânlarına çekilme eğilimi sergiliyor. Küresel sermayenin alıştırdığı bu düzenden kopmanın bir yolunu bulmalı.
Ancak olaylar kimseyi kendi hâline bırakmıyor. Kendine dönük, apolitik diye hor görülen gençler, bir kurtarış bir destek gerektiğinde olay mahalline koşuyorlar; depremde tanık olduk. Gazze bombalanırken de yeryüzü halkları bir dalgalanma yaşadı ve küresel planda bir Gazze milleti oluştu. Wi-fi, sosyal medya, bu oluşumlara yardım etti.
İnsanlar haklı bir sebeple her zaman bir araya gelebilir. Benim gençlik yıllarımda gruplar daracık çay ocaklarında, tıka basa kitap dolu dernek odalarında, mütevazı evlerin minderli salonlarında bir araya gelip değerler ve yol yordam üzerine konuşurlardı. Bazen bir miting veya protesto gösterisinin ardından bir kahvede müzakereye otururdu birkaç genç adam. Sıklıkla uzak bir semtte gerçekleşen sempozyum, konferans, panel, kermes olurdu toplanma vesilesi ve elbette bir okuma etkinliği. Bir araya gelme, işten de önemli bir görev, bir insanlık ödeviydi. Devlet tarafından makbul vatandaş sayılmamak, kapılardan geri çevrilmek, itibar suikastlarını uğramak, eşit ve adil olmayan politikalardan rahatsızlık, “Beytülmal”ın adil dağılımı konusundaki güvensizlik ve buna benzer birçok saik, adil ve hakkaniyetli bir geleceğe dair tasavvurları geliştirmeye zorluyordu. Kimisi parti diyordu kimisi sivil toplum. Okmeydanı’nda şirin bir gecekondunun oturma odasında toplanıp tefsir çalışıyordu bir grup başörtülü öğrenci. Aynı öğrenciler bazen Çağlayan’da bir Kur’an kursunda, bazen Güngören’de bir arkadaş evinde bir araya geliyorlardı. Birleşik Dağıtım’da kitap konulu konuşmalar düzenleniyordu. 80’lerde böyleydi; İslam’ı öğrenip anlatmak ve anlattığıyla da bağdaşan bir hayat sürdürmek çoğu genç için dava meselesiydi.
Kadınlar açısından özellikle alternatif bir kamu arayışına dönüktü gündem başlıkları. Bu arayış İslamcı kadınların önüne, zaman zaman seküler hemcinsleriyle buluşturan başlıklar çıkarıyordu. İstanbul’dan otobüslerle Ankara’ya gidilirdi, öylesine hak verilirdi ki yola çıkma sebebine, karda kışta üşenmezdi kimse. Hasta mı oldun, ertesi gün yolculuğa mı çıkacaksın, dağ gibi çamaşır mı birikmiş; yine de gideceksin. Bebeğini bırakabileceğin kimse yok mu? Kucağına alıp yola düşeceksin. Anlama ihtiyacı ve anlatma görevi, “orada” olmayı gerektirirdi. Bu, sezgilerle ve “beraber” sürdürülen bir inşa; Foucault’un “heteropya”sını hatırlatıyor. İktidardan kaçış olmadığı, iktidar ilişkilerinin dışında olunamayacağı öne sürüldüğü hâlde, iktidar ilişkilerini ters yüz eden bir kardeşlik toplumunun arayışını somutlaştıran her şey, şimdi, burada…
Öğrenme ihtiyacı toplantıları kitap merkezinde şekillendiriyordu. Kadınlar, Mevhibe Kor’un Küçükyalı’daki evinde Seyyid Kutup’un İslam’da Sosyal Adalet’ini tartışıyorlardı. Bir evde Şeriati’nin Dine Karşı Din’i, bir gecekondunun bahçesinde Elmalı’nın tefsiri okunuyordu. Birleşik Dağıtım’ın salonunda bir yazar Habermas’ın kamusal alan tasarımının yetmezliği üzerine konuşuyor, Abdurrahman Arslan bir başka yerde özel alan kamusal alan ayrımını irdeliyordu.
Bir grup kadın Süreyya Yüksel’in medya eleştirileri dersi için Fatih’teki Suffa’ya gitmek üzere Pendik’ten yola çıkıyordu. Akşamları ve hafta sonlarında gençler Küçükyalı’da, istasyonun karşısında yer alan Salih Abi’nin çay ocağına koşuyorlardı. “Küçük bir esnaf çay evi, arkada, ilk girişte göze çarpmayan bir niş aslında. Burası bizim sohbet odamızdı. Ama bizi oraya asil çeken, Salih Abi’nin, başka yerde asla içemeyeceğiniz çaylarıydı. Tabii bu leziz çaylar öğrenci bütçemize de uygundu.” diye anlatıyor Ümit Aktaş. Aynı grup zaman zaman Mektep Caddesi üzerinde bir pasajın ikinci katında bulunan MTTB salonunda gerçekleştirirdi buluşmalarını.
Ne yapmalı? Peki, başka ne yapılabilir… Kalabalık bir grup öğrenci Fatih’ten kalkıp Ahmet Sarıoğlu’nun dersleri için Pendik’e gidiyordu. Sarıoğlu’nun kendisi, sabah namazını Bayrampaşa’da kıldırıyor, ardından ders vermek üzere Pendik’e doğru yola çıkıyordu. Bir faaliyet bir başkasını çağırıyor, yeni buluşmalar planlanıyor, insanlar tanışıp kaynaşıyor ve bir kardeşlik halesi oluşturuyordu yeni öğrenmelerin soruları.
Yıllar sonra, Mart 2007’de öğrencileri Ahmet Sarıoğlu adına “Asrın İdraki ve İslam” başlıklı bir sempozyum düzenlediler, Bayrampaşa Belediyesine bağlı kültür merkezinde.
Öğrencilerinin o sempozyumda anlattığına göre kahve müdavimlerine kitap okuma alışkanlığı kazandıran, bulunduğu şehrin öğretmen evindeki öğretmenlerle uzun yürüyüşlere çıkarak söyleşecek şekilde iletişim kurabilen, sadeliği ve samimiyetiyle olduğu kadar konuştuklarıyla da insanları kendine çekebilen bir Hoca, Ahmet Sarıoğlu. İnsanları kutsallaştırmaktan kaçınmayı ve meselelere, olgulara eleştirel bakmayı öğretmiş öğrencilerine. Mehmet Akif’i çok okurmuş ve Safahat’ı okurken de Kur’an’a göre Müslümanlar izzet sahibi olmalıyken, neden günümüzde Müslüman toplumlar zillet içindeler, diye sorarak üzülür, bu zilletten kurtulmanın yolları üzerine düşünürmüş.
Şehrin En Uzak Ucundan Koşarak Gelen Müslüman’dı Sarıoğlu… Adına düzenlenen sempozyumda da insanlar yurdun dört bir yanından koşa koşa gelmişlerdi.
Öğrenme coşkusu, hayata bir teklif sunabilmeyi mümkün kılan birikim ve yanı sıra hayırlı bir amelde bulunma sorumluluğu insanları bir araya getirir. Gündelik hayatın barışı değil sadece ideallerin gücü de ekmeğin adil bölüşümüyle ilgili olduğu kadar komşuluğu üstlenmekle de ilgilidir çünkü. Her şeye rağmen nihayet toplandık diyelim. Ne konuşabilir, nereye kadar sürdürebiliriz bu konuşmayı, konular türlü çekincelerle retoriğe indirgendiğinde…
Bir olayın zorladığı hayranlık uyandıran bir buluşu salgın yıllarının başlarında videoda izlemiştik. Herkes evine kapanırken, orta halli bir apartmanda komşular sahanlık ve merdivenlerde kabul günü düzenlemişlerdi. Zekice bir deneme gerçekleştiriyorlardı virüs sıçraması mesafesi üzerine, o tarihlerde yapılan uyarıları hesaba katarak. Biri kapısının önüne çıkarmış fiskos masasını, diğeri eşiğin yanı başında sandalyede oturuyor, alt komşu merdivenin ortasına taburesini yerleştirmiş; Hatice Hanım çayları dolduruyor... Çay saati ortamını ortak alana taşımayı deniyorlar, demlik eski alışkanlıkla elden ele geçiyor, “Allah beterinden korusun!” denilerek. Bir mesafeleri var ama sohbet etmelerini engellemiyor. Bir bakıma eski sofa düzenini yeniden ele alıyor ve apartman sakinlerine bu sofa düzenini hatırlatıyorlar; onlar için hayat devam ediyor.
Zannedersem kamusal veya özel alanda hissedilen yersizliğin kaynağını keskin geçişlere ve savrulmalara yol açan bu kayıpta da aramak lazım: Sofa ve avlu, ardından da sokak, kamusala bir geçiş sağlıyor, sohbet, müzakere ve oyunla; dolayısıyla hiçbir şey ham olarak intikal etmiyor kamusaldan özele veya özelden kamusala. Söz çoğalırken şiddet sönümleniyor
Erteleme ve dağılmaya ilişkin gerekçeler WhatsApp’ın imkânlarına dayanıyor bir yerde. WhatsApp grupları kermes misali etkinlikleri hatırlatan hayırlı işler için de seferber ediyor üyelerini. Hemen erişmek istiyor insanlar aradığına ve çoğu zaman erişiyor da telefonla değilse de WhatsApp mesajıyla, görüntülü değilse de sözlü. Erişmeyi başarsak ve ardından buna kafa yorsak da bir araya gelmekte zorlanıyoruz; çünkü vaktimiz bazen bu çoğalan söz içinde dağılıp kayboluyor, bazen de sözümüz güçten düşüveriyor ertelemeler sırasında. Galiba konu hayal kuramamayla da ilgili bir şekilde. Endüstrilerin kurduğu hayallere ram oluyor çoğumuz.
- Kuşakları bambaşka kelimelerle olsa da benzer anlamlarda büyülemiş olan kurtarışa, keşfe, anlama çabasına özgü ahkâmlar yepyeni buluşların ağırlığı altında eziliyor.
Yaşlı muamelesine kendimizi bırakmışız ya, ChatGpt 4.0 paniği veya heyecanı güvenimizi bir kez daha sarsıyor. Tüketim, güvenlik ve yenilik, dönemin şiarları. Dil de bu şiarlara göre biçimleniyor. Toplanma sebeplerindeki dağılma, toplanılan mekânlarda da dağılmayı getiriyor. “Kırsala dönmemenin, İstanbul’da kalmaya devam etmemizin nedeni dostlarımızla bir araya gelme ihtimalimiz.” demişti Merve Akbaş, bu konu üzerine konuşurken.
Şatafatlı toplantıların, albenili nutukların dindiremeyeceği sızılar birikiyor içimize, yüz yüze gelmeden anlaşılamayacak kavramlarla doluyor not defterlerimiz. Buluşma umudunu korumakta ısrar edenler arasında er geç buluşanlar hiç de yok değil oysa. Kimisi biliyor, kimisi de hissediyor ne de olsa: Kişi, çölde vaaz veren bir sesten başka bir şey olmadığı fikrine katlanamaz, her şeyi eleştirip duran mızmız bir müşteki gözüyle görülse bile...