Benliğin süreksizliği
İnsan için en sahici şeylerden birisi ızdırabından daha fazlası olma gayreti. Ne ki çoğu zaman ızdırabımızı bize bir öğretmen kılacak sabır ve ferasetin uzağında yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki modern dünyanın sıkıntılarından yaralanmış bir kazazede, yaralarından kan sızarak odama girmesin. Onun derdi serotonin azalması veya genetik bir maluliyet değil. Dünyaya fazla sokulmaktan yaralanmış, ekranların kirine pasına fazla bulandığı için görüş berraklığını kaybetmiş, ruhu azar azar eksilmiş nice insan var. Benliğin bir süreklilik mayası tutturamadığı, kendi içine bakmayı unutmuş, sadece dışarıdan aldığı alkışlarla yaşayan, yaşıyormuş gibi yapan kişiler...
Modern psikiyatri ruh yitimi için bize bir çare önermiyor. Depresyon için “ruh üşümesi” diyor Japonlar, ruhu modernliğin ayazında kalmış nice insan her şeyin mubah ama bir o kadar da köksüz olduğu bir kültürel ortamda tutunamıyor.
Tutunmak için el uzattıkları her dal çok cılız ve anında kırılıyor. Az çile çekip istikbalin sakladığı mükâfatlara talip olmaktansa hemen tatmin isteyen, ani tatmini doğuştan bir hak kabul eden insanlar... Benlik hız ve haz çağında sahiciliğin has ocağında değil, imgelerin kucağında büyütülüyor.
“Cilalı imge devri” demişti birileri. Bir zaman miyobu olarak yaşıyor ve ne maziyi ne de istikbali görüş alanına alabiliyor. Oysa görebilmek için bakmak lazım. İç burkucu filmi Biutiful üzerine konuşurken İnarritu şöyle diyor: “Eğer bakmazsak ‘bir şey’e ne olduğunu anlayamayız.
Eğer derinlemesine bakmazsak, o ‘bir şey’e hiçbir şey olmayacaktır. Bu yüzden inanılmaz potansiyele sahip birçok şey, kimse onlara bakmaya zahmet etmediği için, dikkat çekmeden geçer gider.” Yok geçip gitmeyelim, ne oluyor, ne olmuş bir bakalım.
Sıkıntılı zamanlarda yaşıyoruz. Ruhun o uzun kış gecesi geçmek bilmiyor, depresyon dünya nüfusunun yedide birini hayat boyu bir defa yokluyor. Batı toplumlarında refah göstergeleri yükselse de insanlar içten içe kötü hissediyor.
Sonsuz gelişmeye dayalı Batı ideolojisi de bir tükenme noktasına geldi çattı: Ruhu arkada bırakan bir hız çağında beden ve ruh bu hıza yetişemediği için çatırdayıp dağılıyor. Teknoloji kültürü, yabancılaşmanın bir çaresi olmaktan ziyade onun ana kaynağı hâline gelmiş durumda.
Annenin işlevi çocuğu için hayatı kolaylaştıran, onu sakinleştiren bir ortam sağlamaktır. Bizi tutan, sevgiyle emziren, hayatın belalarına karşı koruyan bir annelik işlevini, içine doğduğumuz toplum ve kültürden de bekleriz. Sadece bir ailenin içine doğmuyoruz, verili bir sosyal ve kültürel alanın içine de doğuyoruz. Kabullenilmek, aynalanmak, teskin edilmek, değer ve anlam verilmek istediğimiz bir alan...
Tıpkı aile ortamı gibi bu alanı da ihtiyaçlarımızı nasıl ve ne ölçüde karşıladığı, bizi ne kadar beslediği ile tartıya çıkarabiliriz.
Günümüzün hızla değişen, teknolojik, rekabetçi, şeyleştirici, parçalara ayırıcı, yabancılaştırıcı kültürü bireyi beslemek ve idame ettirmek bir kenara dursun, kendisi bizatihi bir zorluk ve mahrumiyet kaynağı hâline gelerek, insan gelişimini sekteye uğratıyor. Sükutuhayal, yaygın bir ruh hâli olarak biçare ruhları avlıyor ve tükenmişlik kol geziyor.
Bitmek bilmeyen değişim, sağlıklı gelişmenin ön şartı olan olmak yeteneğimizi tahrip ediyor, durmak bilmeyen malumat seli dünyayı zihnimize hazmedemeyeceği kadar büyük lokmalar hâlinde sunuyor.
Temelleri kaybettiğimiz ve kaosun hüküm sürdüğü bir çağ artık endişe çağıdır. Köklerin sığ ve istikrarsız hâle geldiği bir zamanda insan insana temas zorlaşıyor. İdeal, anlam ve dert arkadaşlığı kayıplara karışıyor. Kişinin görünüm ve tarzına dair takıntılı uğraşısını bayraklaştıran, benliği meta hâline getiren bir narsisizm iptilası ruhları esir alıyor.
Yirmi birinci yüzyıl insanı giderek bir bukalemuna dönüşüyor, menfaatine göre deri değiştiren, her ortamın rengine bürünebilen ama içsel olarak yoksul, derin anlam ve değerlerin oluşturduğu bir içsellikten mahrum.
Kendini insan pazarında satmaya hazır bir “pazarlama gurusu” olması bekleniyor ondan, her türlü kişisel özelliğini fiyatını bulduğunda satılabilmesi isteniyor. Toplumun muharrik kuvvetleri olarak bireycilik, bencillik ve rekabetçilik; diğerkamlık, düşüncelilik ve işbirliğinin yerini almış durumda. Bu da bizi sadece kazananların ve kaybedenlerin olduğu bir kabusa, bir hezeyanlar dünyasına sürüklüyor.
Orada zenginler servetlerini hak ettiklerine inanırlar, fakirler de yetersizlikleri için kendilerini suçlar. Darwinci ethos sadece güçlü olanlara hayat hakkı tanıyor.
Kâinatta hep en güçlü olan ayakta kalmaz oysa, en nazik olan ve işbirliği geliştiren organizma da varlığını sürdürür. Rekabetçi bireycilik ise ruhlarımızda ağır bir hasar bırakır: Depresyon, sosyal endişe, zorbalık ve kendine zarar verme davranışları bunlardan sadece birkaçıdır.
İş yerinde kendilerini kapana kıstırılmış gibi hisseden ne kadar çok kişi var. İnsanların pek çoğu kendilerini görünmez kuvvetlerin edilgen kurbanları olarak algılıyor ve tanımlıyor. Buradan sökün eden çaresizlik hissi, telafi edici bir mekanizma olarak narsisizmin yükselişine geçit veriyor.
İçerde yaşanan eziklik dış dünyaya karşı abartılı bir büyüklenme hissiyle telafi edilmek isteniyor. Her şeye hakkımız var, hem de hiç çalışmadan! Toplumdan beklenti ve taleplerimizi sürekli dillendiriyor ama ona karşı sorumluluklarımızın olduğunu kabullenemiyoruz.
Savaşın dehşeti milyonları yurdundan ediyor, geçmiş savaşların aksine ölenlerin çoğunu siviller oluşturuyor ve göçmenlere karşı ayrımcı politikalar ırkçılığı şaha kaldırıyor.
Bencil bireycilik, neoliberal kapitalizm ve küreselleşme, her biri ayrı koldan bireyi paramparça ediyor ve altındaki zemini kaydırıyor. Kimlik artık akışkan ve sorunlu; ev diye bir yer kalmadı, ev anlamından boşaldı. İnsanın kendini emniyette hissedeceği bir yer kalmadı. Her yerde aynı dünya ağrısı, ruh sızısı.
Genç insanlar geleceğe ümitle bakamıyor. Aile de giderek bir istikrar üssü olmaktan uzaklaşıyor ve karşılıksız/koşulsuz bir desteğin güven adası olmaktan çekiliyor. Birbirinin sözünü duyamayan anneler, babalar, çocuklar... “Bir yalnızlık hastalığı olarak depresyon” tutunacak bir dal bulamayan insanları avlıyor.
Servet, statü ve imgeye yüksek payeler vermek samimi ilişkilerin ve toplumsallığın altını oyuyor. Kendi iç boşluklarıyla baş edemeyen yığınlar maddeciliğe yöneliyor. Maddecilik sadece maddi değerlerin peşinde koşmaktan ibaret değil, aynı zamanda kendine dair bir imge oluşturma telaşı, kendini ve başkalarını metaya dönüştürme gayreti.
Değiştirilebilen, ikame edilebilen, çöpe atılabilen bir nesneye çevrilmesi benliğin. Süreksiz benlik, hikâyesiz benlik. Eğer arkadaşın kaybeden biriyse onu arkadaşlıktan çıkar, görüntünü beğenmiyorsan makyaj yap veya plastik cerraha git. Hayat yaşanmıyor bir performansa dönüştürülüyor.
Şu tatilden bir selfie göndereyim de insanlar benim de kazananlar kulübünde olduğumu, dolayısıyla değerli olduğumu hissetsin. “Ramazan ayında elektronik itikâfa da girelim” dediğim bir dostum, nükteyi yapıştırıverdi: “Modern insan o itikâfta da selfie çeker!”
Karar veren, eylemlerime rehberlik eden, ancak sahici olarak kendisini ifade edebildiğinde beslenen o içsel benliği kaybediyoruz: İç ve dış arasındaki uyum gözden kayboluyor.
Kimliklerimizi ve hayatlarımızı son yönelimlere göre tasarlanıp sunulacak markalara dönüştürmek ve böylece pazara sunmak istiyoruz. Şu egzotik yere tatile çıktım, Instagram’da şöhreti yakaladım, şu ürüne sahip oldum. Sonra? Böylece arzulanır bir hayatım oldu. Hayır, sadece gerçekte kim olduğunun ve gerçek ihtiyaçlarının bilgisini yitirdin.
Kayboldun kuzum sen, kendine yabancılaştın! Sadece sahiciliğini değil, insanlarla samimiyetini, diğerkamlığını ve ahlaki değerlerini de düşürdün yere. Depresyonun yaygın sebeplerinden birisi de bizin bene dönüşmesidir.
Tutarlı ve köklü bir benlik duygusu yirmi birinci yüzyılın iletişim ve bilgi teknolojileriyle de yaralanıyor. Dijital çağın en sıkıntı verici sonuçlarından birisi de mahremiyetin aşınması, yani benlik ve başkaları arasındaki sınırların ortadan kalkması.
İç ve dış dünyalar arasındaki sınır ortadan kalıyor ve dış dünya tahakküm ediyor. Tatilde bile çok sayıda insan için temas hâlinde olmamayı düşünmek mümkün değil, “namevcudiyet”in mevcut olmadığı bir zamandayız artık.
Dijital dünya dikkatimizi bölük pörçük hâle getiriyor ve bizi bir izleyici topluluğu için performans gösteren yalancı benliklere dönüştürüyor. Kısa mesajın, elektronik postanın veya tweet’in hız ve verimi, bedenlerimizi hissettiğimiz yüz yüze etkileşimi tahtından ediyor.
Dağınık ve önden kestirilemez insani temasın aksine, telefon veya tabletlerimiz üzerinden kurduğumuz temasla kendilik temsillerimizi kontrol edip değiştirebiliyoruz. Bugün pek çok genç yalnızlıktan neredeyse ölesiye korkuyor ve hayatlarının her anını, her dakikasını çevrimiçi yaşamak istiyor. Böylece hem kendileriyle hem de başkalarıyla insani bağ kurma potansiyellerini heba ediyorlar.
Bilgisayar teknolojisinin yararları kadar ruhsal zararlarını da konuşmalıyız. Bir cevap bize dakikalar içinde erişiyor ve bu da bize dinlenmek, sindirmek ve düşünmek için zaman bırakmıyor.
Cebimizde her yere taşıdığımız “akıllı” telefonlar sayesinde iç dünyamız sürekli bir malumat istilası altında kalıyor. Bitmek bilmez yüzeysel uyaranlar, iç âlemimizi rahat bırakmadığı için sürekli bir huzursuzluk hâlinde oluyoruz.
Bedenimize ve tabiata yabancılaşıyoruz. Bilginin içimizde yavaş yavaş birikip demlenmesine izin vermediğimizde sadece “enformasyon obezi” olup çıkıyoruz.
Samanlıkta iğne arar gibi, üzerimize gelen o malumat selinden işe yarayacak bir bilgi kırıntısı bulmaya çalışıyoruz. Dünyayla aramıza teknolojiyi koyduğumuzda, kâinatın kutsallığını idrak edebilecek bir yavaşlığa ve geniş odaklanmaya ulaşamayız. Algılarımızın ayarlarını doğal olana ayarlamalıyız.
Dünyaya onu alımlayacak ve idrak edecek yalın ve duru bir gönülle bakamazsak onu büyüsünden arındırır, onda saklı olan ilahi özü gözden kaçırırız. Dünyayla ve insanla hemahenk olabildiğimiz anlara ihtiyacımız var. Bir çocuğun yüzündeki gülümsemeyi, bir dostun sesindeki hüznü, bir ağacın tomurcuklandığı zamanı fark edebilmemiz gerek.
Bir örümcek ağının yakaladığı toz zerresi gibi dikkatimizin de yaşantıyı yakalayabilmesi, yaşantı parçacıklarını bir araya getirmesi, onları bellek ve duyguyla ilişkilendirerek anlamlandırabilmesi gerekir. Hayatın en zayıf uyaranlarını dahi alıp işleyebilmesi ve oradan yeni ilhamlar çıkarabilmesi gerekir.
Akışkan modern dünyada artık daimi bir devrim hâlinde yaşıyoruz, bu da bizi bir ilişkiye, bir topluma, bir ülküye, bir mesleğe kendimizi bütünüyle vermekten alıkoyuyor. Bu sürekli akış hâli de yaşantıyı ve insani teması silikleştiriyor. Mesajların gürültüsü içinde yüreğin sesi kısılıyor.
Benliğimin bir parçası orada kalmış, uzatır mısınız?