Benim kadim şehirlerim
"Şehri buğulu bir cam ardından seyrederiz.” Zamanla buğu çözülür ve şehri daha yakından tanırız. “Seyyahlık öğrenilebilir meslektir” derken camdaki buğunun çözülme sürecine vurgu yapmak istiyorum. Buğunun kendiliğinden çözülmesiçok zor, anladığım kadarıyla kalbin perdesinin kalkması ve şehrin üzerindeki sis bulutlarının dağılması arasında bir ilişki var. Ancak kendimizi daha iyi tanıdığımızda ve farkında olduğumuz bir yaşama kapı araladığımızda şehrin üzerindeki sis bulutları dağılabilir.
“Aramakla bulunmaz fakat bulanlar arayanlardır” demiş büyükler. İşaretleri takip et, yol seni hedefine ulaştırır. Sadece toprağa hilm ile bas; elini açtığın gibi kalbini, aklını da aç ve işaretleri izle. Her beldenin sabah vakti nabzını ölçtüğümüz bir camisi vardır.
Yeni bir şehre gittiğimizde önce o mescidi bulmalıyız. Sabah namazlarını farklı camilerde kılarak bunu tespit edebiliriz. İşte Taşköprü’ye yerleştiğimde ilk önce şehrin kalbinin attığı o camiyi aradım. Ahşap tavan açıklığı en büyük Taş Camii’ni bulduktan bir süre sonra bana bir muhabbet mekânı da gösterildi. İlk gidişimde esnaf çay ocağı olan bu mekânı virane gördüm.
- O an “Harabat ehlini hor görme zâkir/ Defineye malik viraneler var” cümlesini unutmuşum. Sonra bir vesile mekânın perdesi kalktı. Dervişe “Şehir hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Şehri buğulu bir cam ardından seyrederiz” dedi.
Bu kadar, zaten çok konuşmaz, arada masaya gelir, kendine ilham olan kelimeleri söyler, genelde söylediği kelime bir mübareğin ismi olur. Beraber araştırır ve okuruz. Yani tetiği çeker bırakır.
O kelime ile bir yazı yazdım fakat silindi, inşallah bu silinmez. Masa doluyor boşalıyor, muhabbet devam ediyor. Artık bu kahvehane bizim tekkemiz. İstanbul’da Küllük ve Marmara Kıraathanesi, Üsküdar’da bir Attar Dükkânı… gibi mekânlar bir üniversiteden daha fazlası değil miydi?
- Kırk yaşımı geçtim, şehir tanımada ustalık dönemimi yaşıyorum, diyebilirim. Her ne kadar Kastamonu’ya Hazret-i Pir Şeyh Şaban-ı Veli makamına nakıslığımızı tamam etmeye getirilmiş olsak da şehri tanıma noktasında artık usta sayılırım.
Kısa sürede şehrin buğusunu çözüp, kılcal damarlarında dolaşmaya başlıyorum. Bunu öğrenmek kolay olmadı, yazmak da kolay olmayacak biliyorum. On beş yaşında memleketim Biga’dan gurbete çıktım. Seyyahlık mesleğinde “yamaklık” dönemi böylece başladı. Bursa’ya ilk geldiğimde beni Altıparmak Caddesi’nin ışıkları büyülemişti.
Amcamın cadde üzerindeki bir dükkândan aldığı dondurmanın tadını da unutamam. O caddeye sonraları çok baktım, o ilk gördüğüm hâli yoktu. Her yaşın ilgileri başka; çocuklarla, gençlerle seyahat edilirken bu konuya dikkat edilmelidir. Yol planı tüm aileyi kuşatacak, herkesi memnun edecek şekilde planlanmalıdır.
Bursa Altıparmak muhiti hayatıma damga vurmuştur. İlk namaz aşkı da bu muhitin ara sokaklarında bir camide verildi. Önünden her gün geçip fark etmediğim Numaniye Tekkesi de bu muhitte. Bursa ziyareti sabah namazı Ulu Cami’nden başlamalı. Bunu da yıllar sonra öğrendim. Lise yıllarım şehri tanıma konusunda vasat geçti.
Ulu Cami ortasındaki havuz ruhuma iyi geliyordu fakat Üftade Hazretleri gibi büyüklerin türbesi veya Muradiye Külliyesi gibi tarihî yapıların yanından bihaber geçip gidiyordum. Ulu Cami demişken bir sır vereyim, hani “Sabah camisi arayalım” dedim ya, her kadim şehrin bir ulu camisi vardır.
Ayrıca manevi etkisi devam eden mübareklerin sırlı olduğu camilere dikkat etmelidir. Bursa Emir Sultan Camii, İstanbul Eyüp Sultan Camii ve Aziz Mahmud Hüdayi Camii, Ankara Hacı Bayram Veli Camii,Göynük Akşemseddin Camii, Konya Konevi Camii, Cizre Kırmızı Medrese Mescidi, Kırşehir Ahi Evran Camii,Darende Somuncu Baba Camii, Kastamonu Şeyh Şaban-ı Veli Camii...
Bir beldeye misafir olacaksam ve iyi adamlar defterimize kayıtlı dostumuz varsa sorarım; “Bu beldede sabahın kalbi nerede atıyor veya en çok hangi camide huzur duyuyorsun?” Afyon Mısri Camii’ni, Niğde Sungur Bey Camii’ni dostlar sayesinde tanıdım.
Memlekete döndüm, bir fabrikada iş hayatına başladım. Aile, çiftçi fakat topraktan öcü gibi kaçıyoruz. O dönemi yaşamasam köyü terk etmek isteyenleri kınarken yutkunmazdım. Bir şeyin sevgisi verilmezse ve onu sevdirecek vesileler oluşturulmazsa insan güzel olandan bile uzaklaşır. Şimdi tabiat aşkı ile tutuşan, ormandan çıkmayan ben, o yaşlarda topraktan kaçtım.
Askerliğe Amasya’da başladım fakat yamaklık devam ediyor. Şehrin kalbine dokunamıyorum. Henüz külliyelerin farkında değilim. İmar edilmiş bir şehzade kenti bana uzak. Ankara aynı şekilde, ne ahilikten haberim var ne de burada ahilerin beylik kurduğundan. Ahi Şerafeddin Camii, Ahi Elvan Camii ve diğerleri.
Bir şehrin tarihini bilmeden orayı yeterince tanıyamayız. Muhabbet mekânını bulduktan sonra en önemli konu şehrin tarihini okumaktır. Antik dönem, Selçuklu, Beylikler, Osmanlı tarihini bilmeden şehri tanımamız zordur. Bu okuma seyyahların kitapları, güncel yazılar, kültür turizm siteleri ile desteklenirse Milas’a komşu Menteşe Beyliği’nin muazzam imar edilmiş Beçin diye bir şehri olduğunu, Balat şehrinde mermer işçiliğinin zirvesi İlyas Bey Külliyesi’ni, Selçuk’ta İsa Bey Camii’nin varlığını öğreniriz. Birgi ve Tire’nin küçük bir ilçe olmadığı, bir zamanlar Aydınoğulları Beyliği’ne başkentlik yaptığı sayfalar arasında önümüze çıkar, yanından küçük bir ilçe diyerek geçip gittiğimiz beldelerde nelerin saklı olduğunu fark ederiz.
Askerlik sonrası memleketim, şirin sahil kasabası Karabiga’dayım. Yirmi üç yaşıma geldiğimde yamaklık dönemi bitti ve “oku” kelimesiyle tanıştım. Artık yaşadığım sahil kasabasında denizin içinden yükselen güneşi izliyorum, Ceneviz kalıntısı kale duvarlarında dizili inci gibi tuğlalardan emeğin kokusunu alıyorum. Durum değişti, artık şehre başka gözlerle bakıyorum; İstanbul’a gittiğimde Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı’na ve Bayezid Sahaflar Çarşısı’na uğramaya başladım.
Bursa’da Ulu Cami karşısında pasaj içinde bulduğum, şimdi Emir Han’da esas yerini bulmuş, Gaye Kitapevi benim için o dönemde şehrin önemli mekânı oldu. Beyazsaray’da muhabbet sofrası olduğunu yıllar sonra İsmail Erünsal Hoca’nın kitabını okurken öğrendim. O dönemde tanışıp halkadan istifade etseydik, daha güzel olmaz mıydı?
Öncelikle her şey nasiple fakat biraz da tanıtmak, anlatmak gerekmiyor mu? Benim yazarken en büyük isteğim geç tanıştığım güzellikleri anlatarak gençlerin erken tanımasına vesile olmaktır. Bir iyilik varsa elbirliğiyle sancağı görünür bir yere çekelim. Arayanlar için iz olsun. Yazılarım, sosyal medya paylaşımlarım vesilesiyle tanıştığımız kişiler ve oluşan muhabbet bu arzuyu güçlendiriyor. Dergiler, dunyabizim.com gibi internet siteleri muhabbete vesile oluyor. Medyanın gücü doğru kullanılırsa daha da iyi sonuçlar alınır.
İki binli yıllar, yirmi beş yaşında askerliğini yapmış, biraz da gecikmiş bir talebe olarak üniversiteye başlıyorum. 28 Şubat’ın tozunu yuttuğumuz yıllar. Alan sınırlaması var, imam hatipler yanında meslek liseleri de baskı altında, iki tercih yapabiliyorum: Ankara, Batman.
Batman geliyor ve çıraklık dönemi hevesiyle Hasankeyf, Malabadi Köprüsü o çevrede unutamadığım yerler. Diyarbakır, Mardin yakın fakat henüz çırağım ve bir şehir nasıl tanınır, yeterince farkında değilim. Herkes kadar geziyoruz. Özel bir araştırma ve plan yok.
Bir yıllık Batman macerasından sonra yatay geçiş marifetiyle Konya’dayım. Bu şehirde bir çekim kuvveti var. Selçuklu başkentiyle on bir yılda tanıştık sayılır. Artık seyyahlıkta kalfalık dönemi başladı. Piri Sır Hocam ile tanıştım, Kapu Camii’nde sabah namazı kılıp Kaşıbeyaz’da çorba içtim, Tahir Büyükkörükçü Hoca’nın elini öpmek nasip oldu, Abdullah Büyük Hoca ile muhabbet ettik.
Hadimi Hazretleri’ni, Lâdikli Ahmed Ağa’yı yazmak nasip oldu. Dostlarla çevremizdeki illerden Ankara’ya, Aksaray’a, Hadim’e, Niğde’ye, Sivas’a seferler yaptık. Rampalı Kitapçılar Çarşısı mekânım, hatta orada bir dönem bürom oldu. Fakat tam kalfalık bitti, diyemiyorum. Şehrin perdelerinin aralanmasının zorluğuna güzel bir örnek olsun; Konya’ya ilk geldiğim yıl kimseyle yeterli muhabbet ortamı olmadı.
Doğu şehirleri ve insanları hemen kendini açmaz. O yıl en çok uğradığım mekânlar Mevlana Dergâhı, Şems Tekkesi. Konya ailemi ve çevremi kurduğum şehir oldu. Şimdi ne zaman gitsem Piri Paşa Camii’nde imsak vakti başlayan fıkıh, hadis, tefsir dersine dâhil olurum ve sanki Konya’dan hiç ayrılmamış gibi hayata başlarım. Konya Islah-ı Medaris eğitim ocağının altını ısrarla çizmem belki de bu yüzden. İlim bayrağı bu şehirde düşmüş.
Hacı Veyiszade Hazretleri’ni göremedim fakat talebelerini ve talebelerinin talebelerini tanıdım. Elhamdülillah. Konya’da çok şey öğrendiğimi Cizre’ye öğretmen olarak gittiğimde fark ettim. Üniversite yanında benim için ikinci üniversite olan Piri Paşa Medresesi’nde on bir yıl okumuştum.
Üç yıl kalmayı planladığım Cizre’de, işi ağırdan alırsam, bölge şartlarını da hesaba katarsak ellerim boş ayrılabilirdim. Burada ilk defa özel bir strateji uyguladım. O yıl benimle atanan öğretmenler genelde yaş almış adamlardı. Üç hafta sonra kendimi farklı cemiyet, cemaat, tarikat, STK gruplarından arkadaşlarla Dicle kıyısında çay içerken buldum. Hepsinin dâhil olduğu grupları inceledim ve Cizre halkını en iyi temsil eden, orada az çok iyiliğe liderlik yapan bir topluluk ile birlikte hareket ettim. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk bulunsun.”
Bu iş mahalleden başlar, bütün beldeye hatta ülkeye yayılır. “Mahalle mi kaldı” diyenlere cevap olarak tek cümle kuruyorum: “Sabah namazına cemaate devam ediyorsan mahallen, komşun var.”
On sekiz yaşımda Kadirî olarak başladığım “yol”culuk ana rengini kaybetmeden her şehirde ayrı bir renge büründü. Geride bıraktığım hiçbir durağa burun kıvırmamam gerektiğini öğrendim çünkü çok iyi biliyorum ki bir genci muhafaza etmek her şeyin üstündedir.
Bir toplulukta itikadi bozukluk yoksa, o cemiyet ilmen yükseltmese bile kötülükten muhafaza ediyorsa yeterlidir. Zaten o genç kendini geliştirdikçe yeni yollar bulacaktır. Ziyaret ettiğim veya bir süre yaşadığım beldelerde en çok “iyiliğe liderlik” konusunu anlatıyorum.
Eskiden beldenin eşrafı/ahileri/âlimleri varmış, iyiliğe liderlik onlar eliyle yapılırmış. Tarikatlar kelle sayısına değil, manevi terbiyeye dikkat kesilirmiş ve cemaatler arası geliş gidişler kolaymış. En güzel örnek; Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin damadı olduğu ve uzun yıllar terbiyesinde yetiştiği hâlde, İznik’te sırlı Eşrefoğlu Rumi Hazretleri’nin Bayramiyye değil de Kadirî yolunu benimsemesidir.
Kadim şehir ve tarikat hayatından öğreneceğimiz çok şey var. Cizre’de Kırmızı Medrese ruhumu dinlendiren mekân oldu. Ahmed-el Cezerî ve Nuh Nebi makamı çevresinde soluk aldım. Dicle Nehri sayfiye yerimiz oldu. Çevre illeri gezdim. Mardin’in taş duvarlı medreselerinden uçsuz bucaksız ovayı seyrederek tefekkür ettim.
En önemli kazanımım Hiyel ilminin piri el-Cezerî’yi tanımam oldu. O zamanlar akıllı makine mantığının kurucusu şimdiki kadar tanınmıyordu. Sıla-i rahim ziyaretlerinde hep farklı yollar kullandık. Ailecek seyyahlık kursuna devam ettik. Görmediğimiz dört il kaldı. Sıla-i rahîm ziyaretleri güzergâh incelemesi ve rota planlamasıyla yeni keşifler için fırsattır.
Zaten o yolu gideceğiz, soluksuz, hiç durmadan eziyet hâline gelen bir yolculuk mu? Keyifli, mümkünse kamplarla, ziyaretlerle güzelleşen ailenin tümünün mutlu olduğu bir yolculuk mu? Dostlarımı, akrabalarımı ailecek misafir etmekten mutlu oluyorum. Dostlar güzergâhım üzerindeyse ziyaret ediyorum. Bu bağlamda yeni şehirler tanımak için “iyi adamlar defteri” tutalım ve her ilden güzel dostlarımız olsun. En büyük hayalim, pirimiz İbn Battuta14. yüzyılda Ahi zaviyelerinde konaklayarak Anadolu’da nasıl seyahat etmişse aynı muhabbet ortamının bu topraklarda tekrar canlanmasıdır.
Cizre’den de çok şey öğrendim. Artık payitaht İstanbul’dayım. Semt tercihinde şehri tanımanın avantajını kullanıyorum. Mümkünse yeşile yakın olsun. Kadim İstanbul’da yaptığımız külliye buluşmaları, kadim İstanbul ziyaretleri harici Taşdelen Ormanı sığınağım oldu. Artık pirim Evliya Çelebi’nin memleketindeyim, rüya gördüğü Ahi Çelebi Camii’nden çağa meydan okuyan son büyük külliye Süleymaniye’yi seyrederek ustalık belgemi alabilirim.
İstanbul ve diğer kadim şehirlerimiz bir plan dâhilinde külliye külliye kurulmuştur. Merkezde şehrin kalbi cami ve onu kuşatan diğer mekânlar; çarşı, medrese, aşevi, misafirhane, han, hamam, kütüphane...
Hepsi bir bütün olarak insan eğitiminin ve hayatının parçasıdır. İşte seyyah önce bu yapıları ve işlevlerini okumayı öğrenmelidir. İstanbul çok güzel fakat daha fazla misafir kabul edemeyecek kadar yorgun. Bu yüzden kendisini üzen insanları o daha çok yoruyor.
Üç yılı doldurunca daha sakin bir şehre yerleşmek için İstanbul’dan ayrıldım. Ustalık belgemin tescili için Kastamonu’dayım. Büyükler Belh’ten, Bağdat’tan, Horasan’dan... bu şehre gelmişler. Uç beyi şehir olmak kolay değil.İsmail Bey Külliyesi gibi eser bir daha yapılabilir mi? Üç kıtaya halife gönderen cins ve ins piri Şaban-ı Veli bir daha yetişir mi?
“Ahi, aile, mahalle, külliye ve şehir” olarak okuduğum bu medeniyet tasavvurunu anladığımızda yeniden bizim şehrimizi imar etme şansımız var. Seyyahlığımın son kat boyası Kastamonu’da atıldı. Tavana bakmayı burada öğrendim çünkü her an yukarıda el işçiliğinin son örneği tavan göbeği karşımıza çıkabilir. Biga Ulu Camii’nde de tavan göbeği varmış, kırkımdan sonra memleketimdeki caminin tavanına baktım.
Biga dağlarına, Kastamonu kanyonlarını gördükten sonra çıktım. Mustafa Kara hocamız bir ara etkinlik vesilesiyle Kastamonu’da misafir oldu. İlk sorusu: “Kaç ahşap minare var?” Minare koleksiyonu olan hocamızın sorusu normaldi. Benim bilmemem ise anormal, yeni gelmiş olsa da bir seyyah daha hızlı şehri tanımalıdır.
Evet, artık önce minarelere bakıyorum. Belki bu yüzden Tosya’da ilk uğradığım cami, ahşap minareli Tefsirci Camii oldu.
Ziyaretler, yeni keşifler, öğrenmeler devam ediyor. Seyyahların sırlarını vermekten çok şehri tanımanın zorluğunu anlattığımın farkındayım çünkü seyyahlık da mezun vermeyen okullardan. Kendi kişisel yolculuğumuzda her attığımız adım bizi şehrin kalbine biraz daha yaklaştıracaktır. En azından kendi tecrübemden öğrendiğim kadarıyla bu böyledir.
Şimdi yolculuklar daha kolay; eskinin o zor yollarında ticaret için, ilim için, yeni yerler görmek için insanlar yollara çıkmış ki ben onları okudukça imreniyorum. Şehir benim için okunması bitmeyen kaynak eser gibidir, tekrar tekrar okurum.
Otuz yıldır bitiremediğim Bursa karşımda dururken çok büyük laflar etmeye de gerek yok. Farkında olarak şehrin ara sokaklarını adımlayalım, iyi adamları ve iyi mekânları bulmak gibi bir derdimiz olsun. Eminim buğu çözülecek.