Batı’nın maskülen okyanus anlatısına bir alternatif oluşturmak mümkün mü?

Batı’nın maskülen okyanus anlatısına bir alternatif oluşturmak mümkün mü?
Batı’nın maskülen okyanus anlatısına bir alternatif oluşturmak mümkün mü?

Yazıya geçmeden önce, bu metni neden kaleme aldığımı gerekçelendirmem gerektiğini düşünüyorum. Aldığım “Hareketlilik: Ahlaki ve Politik bir Coğrafya” başlıklı yüksek lisans dersinde, konuk olarak ağırladığımız coğrafyacı Marcella Schmidt di Friedberg’in “Is the ocean a masculine space? Feminism, human geography and the sea” başlıklı sunumunu dinledik. Bu sunumda, okyanusun tarih boyunca nasıl algılandığı ve bu algının zamanla nasıl değiştiği ele alındı. Yazıda değineceğim çeşitli noktalar, bu iki saatlik oturumda edindiğim bilgiler yardımıyla yazıldı. Ayrıca, yine bu oturum, ilgi alanlarım dışında bir konu üzerinde düşünmeme vesile oldu. Bu nedenle, yazıyı muhtemelen görmeyecek olsa da Marcella Schmidt di Friedberg’e teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Bu yazıda, yukarıda bahsettiğim sunumdan aldığım ilhamla, Batı’nın kolektif hafızasında suyun, denizin ve okyanusun neden korkutucu, karanlık ve maskülen bir alan olarak görüldüğünü ele almaya çalışacağım.

Fas’a birkaç kez seyahat etme ve Kazablanka’da bir aydan biraz daha uzun bir süre geçirme fırsatım oldu. O dönemde kız kardeşimle Atlas Okyanusu kıyılarında taş ve deniz kabuğu toplar, namaz vaktinin girmesini beklerken çocuklarıyla oyun oynayan anneleri izlerdim. Şimdi ne zaman okyanusu düşünsem II. Hasan Camii’nde cellabeleriyle dizlerine kadar suya batmış kadınlar aklıma geliyor. Gündelik hayatın sıradanlığında bu kadınların suya aidiyeti hem suyun binlerce canlıya ev sahipliği yapan anaç formunu hem de kendisine ruh üflenmiş bebeğin anne karnındaki suyun içinde gelişimini simgeliyor. Suyu, okyanusu düşündüğümde aklıma yalnızca ışıltı ve güzellik geliyor.

Oysa Batı, okyanusları oldukça maskülen bir alan olarak görüyor. Suya atfedilen bu maskülenlik ise temelde Batı’nın tarihsel ve kolektif hafızasında yatıyor. Batılı beyaz adam için okyanus sömürgeciliği, çatışmaları ve kolonyal geçmişini temsil ediyor; okyanusun bir korku unsuru olarak kodlanmasına neden oluyor. Ancak bu yaklaşım, okyanusun doğasında var olan feminen özelliklerin de görmezden gelinmesine sebep oluyor.

Karl Marx.
Karl Marx.

Yazının devamına geçmeden önce, bu yazıyı kaleme alırken yalnızca yukarıda bahsetmiş olduğum oturumdaki gözlemlerimden ve Paris’teki Musée Carnavalet’de Fransa’nın yakın tarihi anlatılırken kullanılan ifadelerin bende uyandırdığı hislerden faydalanacağımı belirtmek istiyorum. Avrupalılar hakkında yer yer yapacağım genellemeler, düzgün bir metodolojiyle yapılmış saha araştırmalarının sonuçları değil; gözlemlerimden hareketle vardığım neticelerdir.

15. yüzyıl itibarıyla başlayan coğrafi keşifler, okyanusların Kıta Avrupası elinde araçsallaştığı bir döneme işaret eder. Coğrafi keşifler öncesinde Portekiz’in yoksul ve küçük bir ülke olduğunu ve balıkçılık sektörü ile kendisini çevirdiğini biliyoruz. Halkın suyla ilişkisi kısa seyahatlerle, balıkçılıkla ve su yolu üzerinden yapılan ufak ticaretlerle şekillenirken Avrupalıların okyanusla bugünkünden çok daha farklı bir ilişkiye sahip olduğunu tahmin ediyorum. 15. yüzyılda “coğrafi keşifler” dediğimiz dönemin başladığını, deniz aşırı seyahatlere çıkıldığını ve güneye inildiğini görüyoruz. Batı Afrika’ya ulaşan Avrupalıların buradan yüz binlerce köleyi kendi topraklarına getirip emek gücü olarak kullanması, bu yazı bağlamında keşiflerin en önemli sonuçlarından biri sayılabilir. Bu noktadan itibaren suyun Avrupalılar için anlam değiştirdiğini tahmin ediyorum.

17. yüzyılda artık coğrafi keşiflerin sonuna gelindiğinde, Batı’nın su ve okyanuslarla olan ilişkisi çok fazla değişmiyor. 19. yüzyıla gelindiğinde sömürgecilik dönemi başlıyor. Bu sömürgeci hareketler yalnızca iktidar eliyle yapılan istilalara değil, aynı zamanda birçok sosyal bilimci ve üst sınıf elit tarafından desteklenen bir döneme işaret ediyor. Bu önemli, çünkü Karl Marx’ın bile Hindistan’ın sömürülmesini gerekçelendirebildiği bu dönemde su yolları artık yalnızca Avrupa’nın kirli işleri için kullanılan yerlere dönüşmüş oluyor.

Suyu maskülen bir alan olarak görüyorlar, çünkü uzun okyanus yolculukları sonucunda istila ettikleri ya da köleler topladıkları uzak coğrafyaların, Seine nehrine dökülmüş yüzlerce Cezayirlinin hayaletleri ile yaşıyorlar.
Suyu maskülen bir alan olarak görüyorlar, çünkü uzun okyanus yolculukları sonucunda istila ettikleri ya da köleler topladıkları uzak coğrafyaların, Seine nehrine dökülmüş yüzlerce Cezayirlinin hayaletleri ile yaşıyorlar.

Marcella Schmidt di Friedberg’i konuk olarak ağırladığımız seminer oturumuna dönecek olursak; oturumda okyanusun nasıl algılandığı ele alınmadan önce Antik Mısır ve Yunan toplumlarında suya atfedilen kutsallık tartışıldı. Yunan mitolojisinde suyun yeri, geçmiş folklor anlatılarında insanların denizlerle olan ilişkisi ve çeşitli arşiv kayıtları üzerinden suyla ilişkimizin geçirdiği değişime değinildi. Aslında sunumda anlatılmaya çalışılan şey, eskiden feminen bir alan olarak görülen suyun günümüzde neden maskülenleştiğini açıklamaktı.

Sunumda anlatılanlar ve okyanusun maskülenliğinin gerekçelendirilme biçimi sınıf arkadaşlarımın birçoğunu etkiledi. Ders sonunda konu hakkında bir şeyler okumak için öneri kaynak isteyen çok sayıda kişi oldu. Fakat burada, Marcella Hanım’ın öngöremeyeceği bir durum da bulunuyordu. Bu oturum, Paris’in en prestijli ve grande école olarak bilinen elit bir okulunda yapılıyor olmasına karşın, sınıfta Avrupalı olmayan çok sayıda öğrenci bulunuyordu. Ders sonunda ilk olarak ben, sonrasında Brezilyalı iki sınıf arkadaşım ve Tayvanlı üçüncü bir kişi söz aldı. Her birimiz, kendi toplumlarımızda suyun o kadar da maskülen olmadığını savunduk; denizin güzelliğinden, bizi ne kadar cezbettiğinden, anaçlığından bahsettik. Bu, yalnızca dersimize konuk olarak gelen araştırmacı için değil, sınıftaki Avrupalı birçok öğrenci için beklenmedik bir görüştü.

 15. yüzyılda “coğrafi keşifler” dediğimiz dönemin başladığını, deniz aşırı seyahatlere çıkıldığını ve güneye inildiğini görüyoruz.
15. yüzyılda “coğrafi keşifler” dediğimiz dönemin başladığını, deniz aşırı seyahatlere çıkıldığını ve güneye inildiğini görüyoruz.

Sonrasında bu durum üzerine biraz düşündüm. Özellikle sosyal bilimler camiasında hâlâ kolonyal geçmişlerinden bahsetmekten ar eden, kaçınan Batılılar, atalarının su ile ilişkilerinin, suyu kullanış biçimlerinin sonuçlarını omuzlarında bir yük gibi taşıyorlar. Suyu maskülen bir alan olarak görüyorlar, çünkü plajlardan bahsederken, kendi polislerinin haşema yasağı nedeniyle deniz kenarında rahatsız ettikleri kadınların yaşadıkları zorlukları görmezden gelemiyorlar. Suyu maskülen bir alan olarak görüyorlar, çünkü uzun okyanus yolculukları sonucunda istila ettikleri ya da köleler topladıkları uzak coğrafyaların, Seine nehrine dökülmüş yüzlerce Cezayirlinin hayaletleri ile yaşıyorlar. Suyu maskülen bir alan olarak görüyorlar, çünkü sömürgeci faaliyetler ve savaş gemilerinin yankılarıyla şekillenmiş bir deniz tarihinden geliyorlar.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım