Ayaklı kütüphane Uzun Hakkı nasıl öldü?
Saraycık’taki bütün evlerin duvarlarında işlemeli bez bir çantanın içinde bir kitap asılıydı. Bu neredeyse hayatlarındaki tek kitaptı; anlasalar da anlamasalar da kusursuz bir saygı gösterirlerdi.
Aralarında büyüdüğüm Saraycıklılar, 'okumuş bir adam'dan, çok uzaklarda yaşayan bir başka dünyanın insanı gibi bahseder, 'okumuş bir kadın'dan ise hiç söz açmazlardı. Ve bir gün 'okumuş bir adam' tesadüfen hayatlarına misafir olsa, misafirlerini karşılarken gösterdikleri saygının yerini çok geçmeden 'ince alay'lı bir muamele alırdı.
- Ekin biçmeyi biliyor muydu mesela, zehirli mantarı zehirsizinden ayırt edebilir miydi, avuçlarının içi su toplamadan birkaç saat kürekle çalışabilir miydi? Gerçekten de Saraycıklılar, pek çok konuda tahsilli ve şehirli bir adamdan çok daha fazla bilgiye sahiptiler.
Otları, ağaçları, yaban meyvelerini, toprağın verimli ve verimsiz olanını, hayvanın iyisini, rüzgârın yönlerini, kışın uzun sürüp sürmeyeceğini bilirlerdi mesela! Dayanıklıydılar da, saatlerce çalışır, saatlerce çalışabildikleri için övünürlerdi. Ama kış gelip çattığında, işleri ve güçleri bitince birden günlerin içi boşalır, ne yapacaklarını bilemez hale gelirlerdi. Kar bütün yolları, boğazları, belleri tutar, o uçsuz bucaksız beyazlıkta bacalarından dumanlar tüten masalsı bir yalnızlığın içinde kaybolup giderlerdi; yüksek yamaçlardan bir çığ kopup gelse, tepelerine inen felaketten günlerce kimsenin haberi olmazdı bile. İşte tam o günlerde, birden bir adamı hatırlarlardı: Hikâye anlatıcısı, ayaklı kütüphane Uzun Hakkı'yı...
Saraycıklılar, tahsilli misafirlerine yaptıkları kabalıklardan hiçbirini Uzun Hakkı'ya yapmaz, yapamazlardı. Çünkü bu esrarlı adam hem onların bildiklerini hem de bilmediklerini bilirdi. Onun huzurunda otururken öyle çok ülkeye gider, öyle çok şehirle tanışır, öyle çok eve misafir olurlardı ki, hiç farkında olmadan şu küçük dünyalarından çıkar, bir daha dönmemecesine uzak bir yere yerleşir, bambaşka bir hayata başlarlardı. Onlara tercih edebilecekleri kadar çok hayat getirirdi Uzun Hakkı; güzel kadınlar, saraylar, ömür uzatan ilaçlar, cesur kahramanlar, bereketli topraklar ve cennetler. Ölümün bile bu kara kuru adamın dilinde bir tadı vardı; soba yanar, hayretler kabarır, gözler irileşir ve heyecan bir yerden sonra taşınmaz bir hal alırdı. Uzun Hakkı, dinleyicilerinin bu dayanıksız haline alışkındı. Sadece alışkın mıydı? Elbette değil. Böyle anlar, aynı zamanda onun hikâyeci tacını giyme törenleriydi; meraklıyı merakıyla baş başa bırakıp, tatlı bir yorgunlukla şöyle derdi: Hazirun, melekler düş kitabını kapatmıştır, yarın gece Hacı İdris'in evinde açılmak üzere. Mırıldananlar beyhude mırıldandıklarını bilirlerdi; kepçe, bir gün sonra bir başka evde karıştırmak üzere kızgın düş kazanından çekilip çıkarılmıştı bir kere. Ve kim bilir daha kaç kez o kazana daldırılıp çıkarılacak, Şehinşah Behram daha kaç memleket fethedecek, kaç dilberin gamzesinde kaleler düşürecekti...
Sonra bir gün karlar erir; bahar, Uzun Hakkı'nın kış boyunca bin bir meşakkatle fethettiği kaleleri tek tek geri alırdı. Çokları, bir sonraki kışa kadar Uzun Hakkı'yı bir daha hatırlamazdı bile. Dili, gelecek kış dikilmek üzere tabiat tarafından kesilen hikâyeci de ortalarda görünmek için pek bir çaba sarfetmezdi zaten. Hoş, görünse ne olacaktı ki! Toprak fışkırmaya başlamış, Saraycıklılar sağlam gövdelerine ve hesaplı akıllarına teslim olmuşlardı artık. Hepsi de ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyordu üstelik; işler ve meslekler bir kuşaktan diğerine sürüp gelmiş, her biri bir okula ya da özel bir eğitime gerek duymadan, kendiliğinden yetişmişlerdi. Geleneklerini de sorgulamazlardı: Gelinin başına kırmızı örtü koymanın, birisi ölünce topluca sakal uzatmanın, çocuklara ebelik yapan kadına iki top sabun ve bir havlu hediye etmenin sorgulanacak nesi vardı ki.
- Kızlar çeyizlerini hazırlar, gelinler yaşmaklarının altından fısıltıyla konuşurlardı. Ve bütün evlerde, bütün evlerin duvarlarında işlemeli bez bir çantanın içinde bir kitap asılıydı. Bu neredeyse hayatlarındaki tek kitaptı; anlasalar da anlamasalar da kusursuz bir saygı gösterirlerdi. Saraycıklılar'ı iyi gözlemleyen biri, bir kutsal kitapla ayaklı kütüphane Uzun Hakkı'nın hikâyelerinin onlara fazlasıyla yettiğini hemen anlardı. Zaten Uzun Hakkı da hikâyelerine mutlaka Yüce Kitabı ve onu gönüllere indireni anmadan başlamazdı...
Sevdiklerine türlü lütuflarda bulunan Tanrı, sıcak mevsimlerde dinlenmeye çekilen Uzun Hakkı'ya yalnızca hayaller değil pençeli bir kadın da nasip etmişti: Pakize. Sever miydi kocasını; Saraycıklılar için ne ayıp bir soru! Bildiğimiz kadarını söyleyelim: Kilerlerin düşle dolmayacağını bilen Pakize, bahardan kışa kadar tıpkı öteki erkekler ve öteki kadınlar gibi didinip dururdu. Sonra bir gün yoruldu; dalları irileşen ağaçlar gibi yoruldu, kışın Uzun Hakkı'nın hikâye anlattığı evlerin karlı damları gibi yoruldu. Uzakta, büyük bir şehirde oturan akrabaları da anladılar yorulduğunu.
Uzun Hakkı bir başka Uzun Hakkı olsa, daha ilk çağrıldığında takıp koluna gidebilirdi. Oysa bütün bu insanlar, hikâyecileri olmadan geçirecekleri ilk kış donup kalır; bütün Uzun Hakkı hikâyeleri, bu insanlar olmadan ilk kış kaybolup giderdi. Birden, yıllarca bu çocuksuz hayata, bu tembel düş adamına katlanmasının sebebini bütün ağırlığıyla anlayıverdi Pakize! Bu yüzden göç yüklenirken dönüp Uzun Hakkı'nın yüzüne bir kere bile bakmadı, bakamadı. Göç yüklendi, ayaklı kütüphane Uzun Hakkı eşyaların bir parçası olarak bir yere ilişti, bir güz göğünün altında kitapları ve cümle hikâyeleriyle ufukta kayboldu. Uğurlayanlar, toprağı nasıl biliyorlarsa, Uzun Hakkı'nın da bir daha geri dönmeyeceğini biliyorlardı. Çok geçmeden bazı haberler geldi kentten: Önce Hikâyecinin bir fabrikada bekçilik yaptığı, kış geceleri kulübesinde kimseye bir şey anlatamadan sessizce oturduğu, neredeyse tanınmayacak kadar zayıfladığı söylendi. Sonra dendi ki, vücudu başını taşıyamaz olunca, Uzun Hakkı onu yavaşça bir zamanlar anlata anlata bitiremediği Mihrace Dilşah'ın kucağına bırakmış. Pakize, ilk kez kıskanmış kocasını...