Avm’ler, selam ve sanat
Modernitenin tüketim ve yenilikle birlikte yorumlandığı bir politik yönelimin temsilî mekânları kuşkusuz AVM’lerdir. İstanbul’da ilk AVM’lerin açılma tarihi çok daha gerilere gitse de bu yapıların alışveriş, yeme-içme ve buluşma mekânı olarak son on beş yıl içinde bir yerleşiklik kazandıkları söylenebilir. Yirmi yıl gibi bir süre içinde Türk toplumu AVM’lere alıştı ve kanıksadı. 2014’te bir sempozyum için gittiğimde Çorumlular, ranta bağlı ısrarlara rağmen tek bir AVM’si bile bulunmayan şehrin en işlek yerinde kültür merkezi açılmasını sağlamanın sevincini dile getiriyorlardı. Aynı tarihlerde İzmit’te yaşayan bir yazar arkadaşım, eşiyle birlikte torun baktıklarını, onu dışarı çıkardıklarında ise doğruca bir AVM’ye gittiklerini söylemişti. AVM’ler yazın serin kışın sıcaktı, çocukların oynaması için uygun alanları vardı, hem de eş dost hoşbeş eşliğinde alışveriş yapılabiliyordu.
AVM eleştirileri giderek hayatın akışına karşı romantik söylenmeler muamelesi görmeye başladı.
“Sizin de bir AVM’niz olur…” On yıl kadar önce Akdeniz bölgesinde bir ilçe belediyesi dokusu oturmuş bir mahallenin sakinlerini bu vaatle kentsel dönüşüme ikna etmeye çalışıyordu.
En fazla birkaç yıllık ömrü olan bahçeli evlerden oluşan mahalle, sitelerle yeni baştan kurulmak isteniyordu. Mahalle halkının talebiyle konuyu birkaç kez kaleme aldığım için belediyedeki ilgililer benden “kara ses” diye bahsetmişti basın açıklamalarında. Mahkeme sürecinin sonucunda mahalle halkı haklı çıktı. Onların mahalleleri, taksit ödeyerek ulaştıkları bahçeli evleri vardı, AVM’ye gidip gezinme bir ihtiyaca dönüşmemişti.
2012’de, “Palladiumlar’da büyüdü” diye sözü edilen bir akraba çocuğundan söz etmiştim Twitter’da. Elma bahçeleri, çocuk sokakları vardı da götürmemiş miydi annesi? Çocuklar Palladium’da oyun parkında birbirini kovalarken, anneleri de çay içerek laflarlardı. Bir ara içlerinden birileri mağazaları dolaşmak isterse, gözleri arkada kalmazdı. Sıla yolları kapanmış büyükanne ve büyükbabalar AVM’lere burun kıvırırlarsa, torunlarını nereye götürebilirlerdi ki Temmuz’un boğucu sıcağında?
Dünya Bülteni için 2013’de kendisiyle yaptığım röportajda, Stockholm’de yaşayan günümüzün sanatçılarından Hakan Akçura, Stockholm’de sırf bir insana temas edebilmek için süpermarketlere giden yalnız yaşlılardan söz etmişti. “Ortalık insan yüzü görmek için süpermarketlere gidip hiçbir şey almadan çıkan ama bu arada birileriyle iki cümle kurabilen, titrek, ürkek, içine kapanık, yaban, çocuksu yaşlılarla dolu” diyordu.
Oysa yaşlı gezginler AVM dünyasında her açıdan makbul bulunmaz. Üretemiyordur herhâlde, faal bir tüketici de olamaz; yavaştır, akışı aksatır, görüntüyü bozar, kasvet ve keder yayar; parlak sahnelere mahalle hayatına özgü seslerin karışmasına da yol açabilir.
Korona dönemi, AVM müdavimlerinin alışveriş alışkanlıklarını büyük ölçüde değiştirdi. İnternet üzerinden alışveriş yaygınlaşırken birçok AVM ıssızlaştı. Bayrampaşa’da, Ferhatpaşa Çiftliği varisleri tarafından “bir eser oluşturma” fikriyle inşa edilen ORA AVM’nin 2011’de açıldıktan bir yıl sonra müşteri ilgi göstermediği için kapanması medyada şaşkınlıkla karşılanmıştı. Debdebeyle sunulan iştiyakla kabul görmeliydi sanki. Yüz elli bin metrekarelik bir alanda inşa edilen ve geniş dış mekânlara sahip dev yapı, rüzgâr faktörü hesaba katılmadan inşa edilmiş, bu yüzden bir gelen müşteri bir daha gelmez olmuştu.
Korona yıllarında ıssızlaşmaya yenik düşen AVM’ler olsa da birçoğu daha sonra -ekonomik krizlere rağmen- eski canlılığını kazandı. Bunların yanı sıra salgının güçlendirdiği ancak daha önce başlamış olan bir eğilimden söz edilebilir: Mekânsal bir derinliği olan semtlerin sokaklarında, içine sanat faaliyetlerinin de karıştırıldığı küçük toplanma ortamları yayılma gösterir oldu. Salgın, sağlam değerlere yönelik bir tutunma çabası oluşturdu kitlelerde. Sıla, aile, komşuluk ilişkileri, dostluk, arkadaşlık, diğerkâmlık…
Erzincan’ın biricik AVM’si Erzincanpark AVM’ye yolumu düşürdüm bir ay kadar önce. Gençler buluşuyor, alışveriş yapıyor, aileler alışveriş yapar yapmaz, çocuk oynama alanlarının da bulunduğu yeme içme mekânlarından birine yöneliyor. Hemen hemen hiç yaşlı görmedim orada geçirdiğim iki saat içinde. Erzincan bağlık bahçelik bir şehir. Yaşlıların tamamı küçük veya büyük bahçelerde vakit geçirme şansına sahip değildir muhtemelen ama bağ bahçe kültürü sıradan evlerde yaşayan insanlara da ucundan kıyısından değiyor.
Cami merkezli mahallede yapılaşma sonucu komşuluk ilişkileri silikleşip de toplumsallık başka başka biçimlenmelerin arayışına düşmüşken, AVM türlü kolaylıklar sunan bir sığınak gibidir. Kapitalizm AVM’lerde bir yandan çeşitli söylemlerle oluşturduğu korkulara karşılık, uğrayanlara marka starlarının ışıltılı posterlerinin eşliğinde bir “büyüye” dahil olma hissi sağlıyor. Daracık mekânda bebeğiyle unutulan genç anne veya agorafobiye maruz kalmış orta yaşlı kadın, bir masa başında, bir kasa kuyruğunda, hatta bir prova odasında, “herkesle birlikte” güne güncele dair konularda “dışarıda” kalmadığına inandırabilir kendini. Evet, dünya çok karmaşık, sanki daha da hızlı dönüyor yetişilmesi gereken şeyler için ve insan ancak orada “herkesle birlikte” kaçırılmaması gerekenin bir ucundan tuttuğu hissine kapılabilir. Tabiatın bastırılarak geri plana düştüğü, düşüncenin gelişme fırsatı bulmadan yerine kemirilmiş sloganlara bırakarak kayıplara karıştığı bir ortam, göz kamaştıran tasarımlarla donatılmış olsa da renksiz, her köşeden kahkahalar yükselse de suskundur aslında.
Metropolde yaşamak bir savaşçı gibi tetikte ve donanımlı dolaşmayı gerektiriyor giderek. Göçlerin getirdiği dağınık büyüme, güven sıkıntısını da artırıyor kalabalıklarda. Biri geliyor, samuray kılıcıyla hedef alıyor genç bir kızı, finans merkezi olarak anılan yapılaşmanın bir caddesinde ve kendini geliştirme çabası içindeki değerli bir varlığı katlettikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor.
Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul, 18. Yüzyıldan Bugüne isimli kitabında AVM’lerin metropollere has dağınık ve yer yer tekinsiz ortamlara karşılık gösterdiği steril ve dar mekân özelliğiyle, metropol ahalisi için bir kaçış, bir sığınma alanı oluşturduğu tespitinde bulunur.
Mahallenin fiziksel sınırı çoktan aşılmıştır, ama metropollüler kentsel alana açılmak yerine, dar mekândan başka dar mekânlara sığınmayı yeğlerler. (sf. 47) Mahalle yıkılalı çok olmuşsa da bu dev kentin halkını, özellikle de kadınlarını dar bir mekânsallığa gömme arzusu varlığını çeşitli biçimlerde sürdürür. Tanyeli’nin “metropolde yaşama ama metropolü yaşayamama” hali içinde gördüğü kadın grupları örneğin, semt dışına ancak grup halinde ve bazı onaylanmış aktiviteler için çıkarlar. (sf. 48)
Bütün bunların farkına varmak, en uygun bir dille, “Ben buradayım.” demek komşuya, yolcuya, bebekli yalnız anneye; bir huzurevine uğramak, kendi dertlerine gömülmektense, sanatkârane bir çaba gerektiriyor artık. Sanat ve siyaset ancak “başka türlü” bir dil, üslup ve muaşeretin arayışını üstlendiği ölçüde umut uyandırabilir.
1960’ların kentsel dönüşüm geçiren New York’unda güncel sanatla iştigal eden gruplar, değişen akslar nedeniyle kafası karışan yaşlıları caddenin bir kıyısından diğerine geçirmeyi bir “sanat olayı” gibi görüyorlardı.
Selamın hayattan uzaklaşmasıyla, sanatın müzelere kapanması arasında bir bağ olsa gerek.
Felsefenin son elli yılında “yabancılaşma” gibi Hegelci ve Marksist analitik kavramlar uzağa itildi, yerini arzu, disiplin, denetim, biyopolitika gibi postyapısalcı parametreler aldı. Berardi’nin Ruh İşbaşında’sına göre Deleuze ve Guattari’nin (zamanında) olumlu anlamlar yüklediği arzu burada bir güç değil bir psikolojik alandır; yoğun mücadelelerin verildiği, farklı ve çatışan güçlerin iç içe geçtiği bir ağ. İmgesel akışlar, ideolojiler ve ekonomik çıkarlar durmaksızın birbiriyle çatışır orada. “Hayal üretmekte” uzmanlaşmış şirketler arzu alanını denetim altına almalarıyla birlikte, şiddet ve cehalet, iplerinden kurtularak tekno-kölelik ile kitle konformizminin gayri maddi siperlerini kazmaya koyulmuştur. Arzu alanı da bu güçler tarafından sömürgeleştirilmiştir işte.
Mekân, marka, mal sahipleri, posterler ve vitrinlerle oluşturulan arzu sahnelerine tozlu çamurlu bir gerçekliğin gölgesi düşsün istemez. 2013’de Mecidiyköy’de yaşanan bu olay, hatırlarda tutulmalı hep: Yapımına emek verdiği bir alışveriş merkezine girmek isteyen işçi, önce özel güvenlik görevlileri daha sonra güvenlik amiri tarafından, üzerindeki kıyafetlerle içeri giremeyeceği, bu hâlde içerde bulunanları rahatsız edeceği, uygulamanın şirket politikası gereği olduğu söylenerek güvenlikten geri çevrilmişti. Sigortası yoktu işçinin, görkemli inşaatın yapımı süresince bir hayli olumsuz şartlarda barınmıştı. Yapının her bir köşesinde izi vardı ellerinin oysa, bitmiş hâldeki mekânı insanlarla dolup taşarken görmeyi isteyebileceği güvenliğin aklına gelmezdi. AVM gezginlerinin çoğu açısından da güvenlikçi, bir robottan farksızdır, selam beklenmez ve selam verilmez.
Medeniyetin kalbi olmadığını söylemişti Aliya. AVM’lerde tek tük rastlanır yaşlılık göstergelerine. Bu kurumlar, bir bakıma Antik Yunan agorasında olduğu gibi genç ve gösterişli insan imgeleri üzerinden bir toplumsal tahayyülün pazarlığını yaparlar. Hoş Yunan agorasında önemsenen sağlıklı ve sportmen olma gereği, AVM dünyasında olsa olsa rötuşlu bir pozdur.
Kendine mekân arayanlar, modernizmin evsizliğinin mültecileridir bir bakıma. Yaşlı nüfusu belki tarihin hiçbir döneminde olmadığı ölçüde artıyor. Üstelik, olmuş olanın başka türlü de gerçekleşebileceği konusunda mütereddit her yaşta insan da arzu ve hayallerini şekillendiren endüstriyel mitlere bağımlı hâle geldikleri ölçüde yaşlılık çağının endişelerine yakın düşüyor. Büyümeye dayalı ekonominin öne sürdüğü hayat tarzından başkasını aramaya mecalleri yoktur sanki, çekirdek ailenin korunaklı evlerinde yetiştikleri için.
Kendi zamanına hâkim olamamak, akıp giden zaman karşısında güçsüzlük hissi, yaşlılık… 1990’larda “Batış Yılları Şıklığı”ndan söz etmişti Selim İleri. Umut ve hayallerinin vaatlerle fiillerin uçurumunda kayboluşunu izleyen kitleler, nasılsa gelecek karanlık, üç günün beyliği de beyliktir diye AVM’lere, yazlık beldelere koşuyorlar.
AVM’ler tasarlanmış bir yeni hayat düzeninin mekânları. Son dönemlerde artış gösteren geçim sıkıntıları yeni hayata özgü tüketim hareketliliğin eskisi gibi sürdürülemeyeceğini gösteriyor. Şimdi ne olacak öyleyse?
Huzurevlerinde aranıp sorulmaz olmuş ihtiyarlar toplam nüfusunu ne kadarı için bir kaygı konusudur? Anne çalışanın iş yerinde bebeğini besleme ortamından yoksunluğu karşısında elimizden ne geliyor, “O da evinde otursun.” demekten başka? İşe yaramaya çalışmak, ihtiyacı olanı fark etme düzleminde yaşamak, ufku açık olmak… Katlanılmaz ve zalimce görünene dair üzerimize düşenin nutuklar arasında kaybolmasına izin vermez sanat. İnsanlık asıl kendi acısına gömülüp kalmamanın dersleriyle sıçrama gösteriyor. Bir tekrardan bir taklitten ibaret olmayan sanat da hayattan eksilen selamın peşinde gelişiyor.