Antiqui Orbis- Yanlış Okumalar
Yâ Hazret-i Şârih meded Allâh için olsunŞerh eyle benim sadrımı bir âh için olsun
Bir metni açmaya ve içerisinde bulunan anlaşılması zor, acîb ve garîb ifadeleri anlaşılır kılmaya, o metnin, dâhil olduğu kanona ait diğer eserler ile ilişkisi bağlamında toplumsal zihin/kavram dünyası içinde açıklanmasına ve ele alınan mesele üzerine yeniden düşünmeye, metnin telifi ile şerhi arasındaki ilmî birikimi metne eklemeye şerh denilmektedir.
Mensur olsun manzum olsun; edebiyat, tasavvuf, kelam ve mantık gibi farklı alanlarda üretilmiş pek çok metne şerhler yazılmıştır. Esasen şerh de başlı başına bir telif türüdür ve kimi şerh metinleri kıymetçe ana metinden aşağı kalmaz hatta çok daha şayan-ı itibar olabilir.
- İslami geleneğe mensup olan şarihlerin, şerhte biçimsel olarak üç metodu benimsediği görülmektedir:
- 1. Metin kâle kelimesinden sonra yazılır ve şerhe gelindiği zaman ekûlü denilerek şerhe başlandığı belirtilir.
- 2. Kavlühû ibaresi ile metnin sadece şerhe konu olan kısmı verildikten sonra şerhe geçilir. Bu tür şerhlerde metnin tamamı satır aralarında ya da hâmişte verilebilir.
- 3. Şerh edilecek metin ve şerh metni iç içedir.
Biçimin yanı sıra içeriksel olarak da şerhler birkaç başlık altında toplanabilir.
- 1. Metni üretildiği dönemin ilkelerini referans alarak yorumlamak. İbn-i Hacer el-Askalânî’nin Umdetü’l-kârî’si bu şerh yönteminin güzel bir örneğidir.
- 2. Anlamın, referansı dilde bulduğu yorum yöntemidir. Örneğin Kur’an’ı dil üzerinden yorumlayan Keşşâf iyi bir örnektir.
- 3. Şarihin kendi içinde yaşadığı gerçeklikle metnin arasında bağlantılar kurarak metni şerh etmesi de bir diğer yöntemdir. Bu şerh türüne akliyyat esaslı şerh adını verebiliriz. Şerh konusu içerik bakımından daha araştırılmaya muhtaç bir meseledir.
Tasavvufi şerhler
Mutasavvıflar arasında da şerhe medar olmuş mühim metinler üretilmiştir. Hem müntesipleri hem de münekkidleri tarafından dikkate alınıp yorumlanmışlardır.
İbnü’l-Arabî ’nin Füsûs’u Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin Mesnevî’si bu kabildendir. Tasavvufi edebiyat içerisinde kaçınılmaz surette ihtiyaç duyulduğundan şerhe çok sık konu olan bir tür de şatahattır. Türk edebiyatında şatahatın ve şerhlerinin birçok meşhur örneği bulunmaktadır.
Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü/ Bostan ıssı kakıdı ko ne yersin kozumu” beyti ile başlayan şatahatı en meşhuru olsa gerektir. Bu şiir üzerine Şeyhoğlu’nun, Niyazi-i Mısrî ’nin ve İsmail Hakkı Bursevî’nin şerhleri vardır.
Eşrefoğlu Rûmî’nin Kasîde-i Hayrân’ına da birçok şerh yazılmıştır. Bu şerhlerin amacı metinlerde geçen tasavvufi kelimeleri kaynaklara dönerek şiir dilinin yoğunluğundan çıkarıp nesir dilinin genişliğinde açıklamaktır. Yani metin içerisinde işaret edilen bir kelimenin, o kelimenin bütün işaret ettikleri ile açıklanmasıdır denebilir.
Örneğin erik, üzüm ve koz (ceviz) kelimeleri metin içerisinde vahdet-kesret ilişkisine vurgu yapan kelimelerdir.
Eriğin tek olması çekirdeğinin tek olması, üzümün ise birden fazla (salkım) olması (kesret) ve fakat yine de bütün üzümlerin birbirine benzemesi (kesrette vahdet), ve dahi cennet taâmlarından Hz. Âdem’in ilk yediğinin üzüm olması, (vahdete) uzaktan bakanın onu ayırt edemeyip koz sanması ila ahir… Kısacası şerh, metnin manzum düzeydeki metafizik gerilimine mensur düzeyde bir açılım getirmektir.
Meçhul bir şathiyye müellifi meçhul bir şerh
Bu yazıya konu alan şerhin ismi Miratü’l-Aşk. Müellif eserinin ismini mukaddimede zikretmekle birlikte kendisinden sadece hakîr ve fakîr gibi kelimelerle bahsettiği için şarihin ismini öğrenemiyoruz. Ayrıca nüshanın üzerinde herhangi bir temellük kaydı, mührü yahut istinsah kaydı olmadığı için eserin kimlerin eline geçtiğine hangi koleksiyonlarda olduğuna dair de bir bilgimiz yok maalesef.
Devr-i Hamîdî kataloglarında yahut Kâtip Çelebi’nin meşhur eseri Keşfü’z-Zünûn’da Miratü’l-Aşk adında eserler olmakla birlikte hiçbiri bu şerh değildir. Yine mukaddimeden müellifin “bu eseri, ömrünün son demlerinde arkadaşlarının kendisinden bir yadigâr bırakmasını istemeleri üzerine” yazdığını anlıyoruz. Buraya kadar aslında diğerlerinden pek de ayrılan özel bir şerh değil bu.
Yaşı kemale ermiş belirli kitapları okumuş olan bir eski zaman efendisinin sahib-i eser olmak için yazacağı küçük bir şerh bu. Siz de metni görünce anlayacaksınız ki bu şerhi özel yapan şey şerhten ziyade şerh edilen metnin kendisidir.
Öncelikle şerh edilen metni yapı bakımından incelemek gerekli. İki kıtadan (?) oluşan bu manzumenin ilk kıtası a, b, a, b şeklinde kafiyelenmişken ikinci kıtası a, a, a, b şeklinde kafiyelenmiştir. Yani ilk dörtlük çapraz uyak iken ikincisi düz uyaktır.
Bilinen bir nazım şekline benzememektedir. Ne tuyuğ, ne rubai, ne de dübeyt… Daha da ilginç olan ise şiirin aruz vezni ile yazılmamış olmasıdır. Türk ve İran aruzlarında kullanılan hiçbir vezne uymayan bu şiirin Arap aruzu ile yazılmış olabileceği akla gelmekte.
Fakat Arap aruzu ile Türkçe yazılmış şiir örneği -son dönemlerdeki istisnai denemeler haricinde- çok kısıtlıdır. Hece sayıları da herhangi bir ölçüye uymak için çok fazladır. Neticede bugünün edebiyat terimleri ile konuşursak Türk edebiyatında yazılmış ilk deneysel şiir ile karşı karşıyayız.
Şatahat bir anlık vecd hâli içinde kendinden geçerek söylenen sözlerse eğer, bazı şeylerden azade olması kabul edilebilir bir durumdur. Gerçi şatahat olarak adlandırılan diğer manzumelerde böyle bir durum söz konusu değildir.
Yine de şair-i meçhulü savunmayı tercih ederek şiirinin ahenkten azade olmadığını ve şerhle birlikte okunduğunda gerçekten birçok hikmeti barındırdığının görülebileceğini belirtmek isterim.
- Ek:1- Şiirin ve şerhin latinize edilmiş metni
- Hâzâ kitâbu Mir’âtu’l-aşk
- Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ resûlina ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Hamd ol Tanrı’ya ki Âdem’e cem’î-i eşyanın ismin öğretdi, ve dahi beyân ve bedî‘ ile anı müzeyyen kıldı. Ve Hakk Teâlâ bir hadîs-i Kudsî’de buyurur: “küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtu en u’rafe fe-halaktü’l halka li-u’rafe.” Ben bir gizli hazine idim ve dahi ma‘rifetime mahabbet itdüm de âlemi halk itdüm. Eyle olsa âlem dahi şerhdür ve şârih-i evvel Allah’dur. Amma ba‘d bu fakîr ü hakîr ü pür-taksîre bir gün ehibbâ-yı pür-safâdan birkaç zât-ı şerîf gelüp ey birâder ömrün bahârı geçti sen dahi bu cihândan göçmeden bir yadigâr ko didükde fakîrin dahi gönlüne bu halecân düşüp bir şatahât-ı acîbe ve lisân-ı garîbeyi şerh eyledüm. Vakt-i asrda ikdâm ve vakt-i işâda itmâm idüp Miratu’l-aşk diyü ad kodum.
- Şi‘r
- Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci
- Üstelik gece inmiş ses gelmiyor kümesten
- Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci
- Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten
- İyi nişan alırdı kendini asan zenci
- Bira içmez ağlardı babası değirmenci
- Sizden iyi olmasın boşanmada birinci
- Çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen
- Şâir-i meşhûrun şatahat bâbında îrâd buyurduğu bu nutk ki Konuşma tesmiye olunmuşdur hezâr güher ve sad cevher kânıdır. Evvelâ “konuşma” lafz-ı türkîdir. Ve lîsân-ı incilizîde “tung” (tongue) tesmiye olunur bir lafız vardır ki bir kişinin kendüden geçüp vecd hâli içinde söz didüğine dirler. Hattâ ol diyârda bir kişi ermişlik iddiâsın itse “dot dî sipîket in tung” (do you speak in tongue) diyü andan suâl iderler. Yanî ol dimekdür ki vecd hâlinde senden keleci sâdır olur mı?
- Evvel budur ki, bilgil kim mısra-ı evveldeki “zenci” kelimesi aslen Zengibâr’da ber-hayât Nûh aleyhi’s-selâm oğlu Hâm soyından gelme kara yüzlü halka dirler. Ammâ burada kara olmaklıkla nefse teşbîhdür. Ve dahı “kilo” dedükleri bir vezindir ki anunıla zâhirde zahîre dartılur. Rûm’da kile dirler. Ve dahi İstanbul kilesi ve âhar her memleketin kendi kilesi dahi vardur. Ammâ burada vâki‘ “yüz kilo” dahi nefs-i insânînün ağırlığına teşbîhdür. Terbiyye-i nefsin katı zûrluğuna kinâyedir ki sülûk iden sâlik bir pehlivan olsa ol ağır nefsi yire ursa gerekdür. Ve dahi cümle mısra‘ “mûtu kable en temûtu” emr-i şerîfine işaretdür. Yani şoldur ki ol ağır kara nefsün öldür kim bu yolun hem başıdur hem sonudur.
- Ammâ mısra‘-ı sânîde gelir “gece” kelimesi dahi “zenci” ile tenâsüptür. Anunçün kim gece dahi zengî gibi karadur. Fakat bir vechile gecenün karalığı nefsün siyahlığına benzemez. Ol oldur ki gece nûr-ı zulmânîdür. Kaçan kim nefsin öldürse nûr-ı zulmânî hâsıl olur, sâlikin gözün kör eyler. Bu nûra nûr-ı siyah dahi ıtlâk olunur. Hem dahi mi‘râcın nûrı olsa gerekdür ki nefsüni öldüren mi‘râc eyler. Anunçün ki “kümes” dahi burda gelmişdür. Mirac olıcak sâlik dahi gökdeki horozı görür. Öğrenci dahi bir türkî lafız olup talebe manasınadur. Tâlib olan kişiye denir. Sâlike seyr ü sülûkda evrâd virilüp sâlik dahi ol virde cehd u gayret etse gerekdür. Ve dahi her daim kendüni levm etmek gerekdür. “Utanmak” bu manaya gelir. Hem dersini bilmeyüp hem dahi herkesten şişman olmak oldur ki; şişman ol adama derler ki semiz ola. Hem dahi yağlu ola. Ammâ burda kasd oldur ki sâlik kendüni herkesden aşağa bile. Hor u hakîr göre, diye ki ben bunca semiz günâh ile ahkaru’l-ibâd olsam gerek. Ve dahi sâlik her geceyi Kadir ve her şahsı Hızır bilmekile mükellefdür. İyi nişan almak ol ma‘nâya gelür ki sâlik gözüni hiçbir yere çevirmez. “Mâ zâgal basaru ve mâ tagâ” ayet-i kerîmesi dahi bu ma‘nâyadur. Sâlik edebile önine nazar kılup nişânun şaşmayup sülûkundan ayrulmaya, ke-mislihî avcunın avından gözün ayırmaması gibi.
- “Bira” dedikleri oldur ki fakîr ve fukarâ serhoşluk içün nûş iderler hattâ hüzn eyleyüp ağlarlar. Amma kimisi vardur ki göz yaşı döküp nâlân olmağa ol bira dahi gerekmez. Bunlar sarhoşlukdan vâreste olup her dem âvâredürler.
- Beyt;
- Bed mâye olan anlaşılır meclis-i meyde
- İşret güher-i âdemi temyîze mehekdür
- “Baba” dedikleri oldur ki türkî dilcedür, arabîde eb dirler. “Değirmen” oldur ki etrâk dolap dahi dir. Değirmenden murâd zamândur ki her nesneyi öğüdür. Babadan murâd ise ebe’l-vaktdür. Değirmen ile bile geldükde dimek olur ki sen, seni öğüden zamânı hayr ile ek biç rûz-ı mahşerde mâhasal-ı ömr sana hoş taâm olur dimekdür.
- “Boşanmada birinci”den murâd oldur ki sâlik dünyayı sevmekden ve dünya mâlinden üç talak ile boş olmışdur. Kulda Allah’ın mahabbeti ol dereceye gelür ki kul Allah’dan gayrusını anmaz olur. Allah Allah diyü ünler ve banlar. Kuş urmak yahud sayd u şikâr eylemek sâlike yasakdur.
- Hikâye: Meşhûrdur ki Süleymân peygamber zamânın bir derviş bir kuşu dutmış. Kuş dahi Süleymân’a varup dervişden şikâyetçi olmış. Süleymân dervîşe kuşu niçün dutdın diyü suâl eyledükde dervîş, “Kuş kendözi yanuma gelüp kaçmadı, ben dahi dutdum” diye cevâb viricek, ol kuş dahi, “Yâ Süleymân, ben bu âdemün üzerinde dervîş kıyâfetin göricek, bundan bana ziyân gelmez diyü kaçmadum idi” dir. Süleymân dervîşe katı nazarıla bakar. Kuşa dahi sorar, “Ne cezâ virelüm” dir. Kuş, “Üstündegi dervîş kıyâfetin soyalım bencileyin başkası dahi kanmasın” dir. Fakat burda zâhir manasından gayrı kuş urmak demek cânları aşk kemendi ile dutmak dimekdür ki sâlikin sülûkunun sonuna işaretdür irşâda şürû itmekile ve dahi aşk kemendi ile sayd itdüği kuşlardan biri kendü olmağla sülûkun başına dahi işaretdür. Bu bir acîb devrdür bitdüği yirden bir dahi başlar, vallahu alem bi’s-savâb.
- Temmetü’l-kitâb bi avnillâhi’l-meliki’l-vehhab.