Annemarie Schimmel’in hatıralarının ışığında Türkiye günleri
21. yüzyılın en büyük Şarkiyatçılarından kabul edilen Annemarie Schimmel, Oryantalist olmaya karar verdiğinde 7 yaşındadır. 1922 yılında orta halli Prusyalı Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu küçük kız çocuğunun kalbi nasıl ve neden Şark sevdasına düşmüştür? Dahası henüz daha 14 yaşındayken Arapça öğrenmeye başlayan bu munis kız çocuğu nasıl olur da 19’unda doktorasını bitirir ve 23 yaşındayken üniversitede kürsü sahibi olur?
Dehanın ayak sesleri
21. yüzyılın en büyük Şarkiyatçılarından kabul edilen Annemarie Schimmel, Oryantalist olmaya karar verdiğinde 7 yaşındadır. 1922 yılında orta halli Prusyalı Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen bu küçük kız çocuğunun kalbi nasıl ve neden Şark sevdasına düşmüştür? Dahası henüz daha 14 yaşındayken Arapça öğrenmeye başlayan bu munis kız çocuğu nasıl olur da 19’unda doktorasını bitirir ve 23 yaşındayken üniversitede kürsü sahibi olur?
Gayrimüslim genç bir hanıma Ankara İlahiyat Fakültesi’nde bir kürsü neden verilir? Tam da Almanya’da bir meslektaşı ona, “Ah Bayan Schimmel, erkek olsaydınız o zaman burada bir kürsünüz olurdu” dediği bir dönemde nasıl olur da Harvard Üniversitesi’ne kürsü başkanı olarak tayin edilir?
İşte bu büyük Alman Şarkiyatçının alışılmışın dışındaki hayatına dair akla gelebilecek bu sorulara cevap vermek için ölümünden kısa bir süre önce âdeta hayatının ve varlığının iki veçhesini de ifşa eden “Bir Doğulu ve Batılı Olarak Hayatım” adını verdiği hatıratını kaleme alır. Zira ömrü boyunca, Doğu’da bir Batılı, Batı’da ise bir Doğulu olarak yaşayacaktır hep.
1929’un bir kış gününde hastalandığı için günlerini masal kitapları okuyarak geçiren küçük Annemarie 1870 yılında basılmış masal seçkisini okurken âdeta onu çarpan ve gönlüne nakşolunan şu sözlere rastlar: “İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.” Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ait olduğunu on yıl sonra öğreneceği bu sözün peşi sıra önce gönlü sonra kalemi yollara revan olur. Schimmel istikametini bulmuştur: “Hikmetin yurdu olan Doğu. İşte benim menzilim.” Hintli bir ârifin Müslüman bir gençle Şam’da buluşmasını konu alan bu masalın izini ömrü boyunca sürecek olan bu azimli ve tutkulu âlime, yıllar sonra geriye dönüp baktığında ilmî hayatının büyük bir kısmını tasavvufa ve Hint Müslüman kültürüne hasretmesini de henüz daha 7 yaşındayken kendisine bu masalla müjdelenmiş mukadder bir plan olarak değerlendirecektir.
İnsan sevdiği kadar anlayabilir
Âdeta bir Şark köşesinde kahve eşliğinde sohbet eder gibi sıcak ve akıcı bir üslupla kaleme aldığı, Yemen’den Endonezya’ya, Orta Asya’dan Bahreyn’e kadar uzanan Doğu seyahatlerini anlattığı hatıratında en uzun kısım Türkiye’de geçirdiği yıllara ayrılmıştır. Türkiye’de ilk durağı eşsiz diye vasfettiği “İstanbul”dur. Bu şehrin müzeleri, camileri ve sokaklarını çok sevse de asıl burada tanıdığı insanların sıcaklık ve samimiyetinden etkilenir. Özellikle dönemin edebiyat çevreleriyle öteden beri sürdürdüğü mektup arkadaşlıklarının yerini artık Maçka kahvesinde yaptıkları edebiyat sohbetleri almıştır.
Burada Abdülkadir Gölpınarlı, Nihat Sami Banarlı, Salah Birsel, Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Yaşar Nabi gibi isimlerle tanışır. “Abla” diye hitap ettiği Samiha Ayverdi ve çevresiyle olduğu gibi Hasan Ali Yücel ve Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi isimlerle de dostluklar kurar. 1953 yılında kendisini hayrete düşüren bir davet alır. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi Kürsüsü kendisine teklif edilmektedir. Daha sonraları Batılı üniversitelerde verdiği konferanslarda, İslam’ı ve Müslümanları hoşgörüsüzlükle itham eden Batılı meslektaşlarına “Sizler hiç Müslüman, üstelik de başörtülü birine Teoloji Fakültesi’nde bir kürsü vermeyi düşündünüz mü?” diye sorarak Türklerden gördüğü bu teveccühü her daim minnetle anar. Kitapta, İstanbul’un yanı sıra Ankara yılları, Mevlana’ya duyduğu derin bağlılık ve muhabbetin bir ifadesi olarak Konya’ya yaptığı daimi ziyaretler, Maraş, Adana, Antep Elazığ ve Bursa’da bulunduğu dönemlerde başından geçen maceraları da yer bulmuştur.
Çocukken anne babasının yanında asla siyasi meseleleri tartışmadığını aktaran Schimmel, ömrü boyunca siyaset ve popülizme soğuk bakmış, İslam’ın Batı’da yalnızca siyasi bağlamda gündeme getirilmesini eleştirmiş ve Müslüman Doğu kültürünün sanatı ve estetiği, kültürü ve sade gündelik hayatını anlatmaya gayret göstermiştir. Siyasetten uzak durmaya çalışmasına rağmen 1992 Alman Yazarlar Birliği’nin kendisine verdiği Barış Ödülü’nün Schimmel’in o dönemde Humeyni’nin Salman Rüştü için verdiği ölüm fetvasına sıcak baktığı iddiasıyla geri alınması yönünde bir kampanya başlatılmıştır.
- Schimmel, memleketinde Müslümanlar hakkında hiçbir menfi değerlendirme yapmaması gerekçe gösterilerek basında naif romantik bir Müslüman dostu olmakla suçlanıyordu. Bu suçlamalara karşı Annemarie Schimmel Aziz Augustin’in, “res tantum cognoscitur quantum diligitur, İnsan bir şeyi ancak sevdiği kadar anlayabilir” cümlesini hatırlatarak bu Şark kültür coğrafyası ve buranın insanlarıyla arasında “kalbî” bir bağ olduğunu vurguluyordu.
Esasında Annemarie Schimmel dünyayı ve ona dair her şeyi –İslam’ı ve Müslümanları da- gönül penceresinden temaşa eden müstesna bir âlimdi. Bu gerçeği, “Benim meşrebim kalbîydi” diyerek açıklar. Muhammed İkbal’in bir kitabında resmettiği Cennetteki Mevlânâ - Goethe buluşmasında her ikisinin de bir ağızdan, “İblisten Akıl, Âdem’den Aşk” diye ittifak etmelerine atıf yaparak, “Biliyordum, benim ilerideki çalışma alanım da işte bu olacaktı” der. O, aşkı vazife bilmiştir.
İstanbul ilk ayak bastığı Doğu toprağı olarak onun için her zaman “eşsizdir”. İstanbul değil “Sevgilim İstanbul” der, Pakistanlı büyük mütefekkir ve şair Muhammed İkbal’den benim İkbalim, Muhammed Hamidullah’tan ise ağabeyim, Konya’da tanıştığı ve derinden muhabbet duyduğu sade bir derviş olan marangoz İsmail’den ise “Kardeşim İsmail” diye bahseder. Gönlünde yaşattığı Şark’a ve onun ahalisine duyduğu bu derin muhabbetin ve ünsiyetin izharı bu ifadelere Şarklı dostalar da aynı samimiyet ve sıcaklıkla mukabele etmiş ve onu, Alman bir meslektaşının verdiği isimle, Cemile bacı olarak bağırlarına basmışlardır.
Gönül vatanı - ruh sürgünü
Schimmel’in gönül vatanı Şark’tır. Tam 25 yıl ders verdiği Harvard’da kurduğu arkadaşlıklar ve ulaştığı akademik başarılara rağmen Amerika’da kendini evinde hissetmez ve vatanını özlediğini söyler, vatanını yani Şark’ı. Türkiye’de kendisini hayrete düşüren ve en basit insanından entelektüeline kadar herkesten gördüğü insani sıcaklık ve yakınlığı “yeryüzünün en yalnız yeri” diye tasvir ettiği Harvard’da bulamayışını ise şu sözlerle şikâyet eder: “25 yıllık akademik hayatımda iki kişi hariç hiçbir meslektaşımım evine adımımı atmadım.” Bu yüzdendir ki Harvard yıllarını anlattığı bölüm “Ruh Sürgünü” ismini taşımaktadır.
Konferans ve toplantılarında bulunmuş olanların çok iyi bildikleri gibi Annemarie Schimmel konuşmalarında İkbal’den, Mevlana yahut Hafız’dan şiir okurken ya da seyahatlerinden anekdotlar aktarırken âdeti olduğu üzere gözlerini kapatır, bir kız çocuğunun saflığı ve büyük bir âlimenin derinliğinin sindiği yumuşak sesiyle âdeta dinleyenleri gezdiği mekânlara götürür, sohbet ettiği kişilerin yanına oturtur. Bu hatıratta da âdeta bu irfan ve rikkat ehli Şarkiyatçı, okuyucunun elinden tutarak onu gezdiği mekânlarda dolaştırır, yaşadığı evde ağırlar, dostlarıyla sohbetlerine dâhil eder.
Schimmel hatıratında şahsi meselelerinden bahsetmez. Zira ona göre her beşerin hayatında müşahede edilebilir cinsten olan mahsus bu ayrıntılar kimseyi alakadar edecek şeyler değildir. Öyle ki Türk bir mühendisle kısa süreli olarak yaptığı evliliği hakkında tek satır dahi yazmaz.
Kitapta yalnızca kendi gözlem ve tecrübelerine yer vermez Schimmel. Yer yer dönemin diğer Tilman Nagel, Friedrich Heiler gibi büyük şarkiyatçıları ve onların Doğu’yla ilişkileri hakkında anekdotlar anlattığı gibi ve seyahat ettiği ülkelerin halkının ve yerli entelijensiyasının kendi kültürleri ile olan ilişkilerine de ayna tutar.
Kendisine yöneltilen “İslam nedir?” sorusuna umumiyetle Konya’da tanıdığı irfan ehli bir marangoz olan İsmail’in hikâyesi ile cevap verir:
“Kardeşim İsmail”
Schimmel, İsmail’i Konya’da Mevlana’yı anma etkinlikleri için geldiği dönemde tanımıştır. Misafirperverliği, samimiyeti ve ihlasıyla ve onu derinden etkileyen bu marangoz ustası hem Annemarie Schimmel’i hem de onun başka Alman dostlarını sık sık evinde ağırlamaya başlar. Almanlarla kurduğu bu münasebet ve dostluk neticesinde içinde Almanya’ya gitme iştiyakı uyanan İsmail de bu yeni yabancı dostlarının memleketini merak ediyor, orada marangozluğun yeni modern tekniklerini öğreneceği günlerin hayalini kuruyordu.
- Schimmel, bu derviş dostunun Batı’ya gitmesine oraya intibak sağlayamayacağı endişesiyle sıcak bakmasa da onun gönlünü kırmamak için gerekli tüm işlemleri yaptırır. Ancak İsmail Almanya’ya gittikten kısa bir süre sonra birden rahatsızlanır ve Berlin’de vefat eder. Ecnebi dostlarınca sonsuza dek misafir edileceği Müslüman mezarlığına defnedilir. Henüz 42 yaşında olan bu üç çocuklu aile babasının annesine bu talihsiz haberi vermek Schimmel’e düşer. Evin Cemile bacısı bu durumdan çok müteessir bir hâlde anneyi aradığında şu teselli sözlerini duyacaktır: “Üzülme. Alman toprağı onu çekti. Hep oraya gitmek isterdi. Şimdi o sizin sonsuza dek misafiriniz oldu.” Acılı annenin bu metanet ve teslimiyet dolu tavrı Alman Şarkiyatçıyı derinden etkiler. “İşte,” der, “Benim için İslam budur: Allah’a duyulan tastamam bir güven ve içten bir teslimiyet.”
Hayat uzun bir uyku, Tanrı’ya doğru bir sefer. Ölüm bir varış, bir uyanış. Sonrası ise Tanrı’yı sonsuz temaşa hâli. Ölüm, Schimmel’in nazarında sonsuza dek sürecek bir karşılaşma anına uyanıştır âdeta. Ömrü boyunca Allah’la hep derin bir ünsiyet kurmuş olan Schimmel, Tanrı’yla o karşılaşma anında sonsuz bir aşk içinde kaybolmayı, eriyip gitmeyi ümit etmektedir. Öldüğümüzde kiminle göz göze geleceğiz? Ruhumuza ilk bakanla. Peki ya sonra? Sonra, hiç durmadan hiç durmadan bakanla.
“Yücelerde hep aynı şarkı terennüm edilir” denilmiştir. 80 yıllık ömründe Schimmel, ruhunu enginlerde gezdiren her milletten ve dilden yüce ruhların seslendirdiği o “şarkı”yı nerede duysa yüzünü oraya dönen güzide bir âlimdi. Onun bu uzun ve tutkulu rüyasını ve yalnız bir kadının tek kişilik ruh serüvenini kaydettiği bu hatıratında da Goethe ve Rilke, Mevlana, Hafız ve Yunus buluşup söyleşirler. Batılı müsteşrikler, Konyalı garip marangoz ustası bir dervişle tanışıp halleşirler. Alman bir Şarkiyatçı Batı’nın albenisini taklit eden orta sınıf genç kızların hâlini hazinle temaşa ederken bir yandan da kitap yüzü görmemiş Anadolu kadınlarının hikmetli deyişlerini eski harflerle defterine not düşer. Olmaz denilen her şey olur. Çünkü bu bir rüyadır. Onun bu rüyasına Batı’da yahut Doğu’da bir şekilde şahit olanlar Annemarie Schimmel’den söz açıldığında kulaklarında kalan o hoş sedayı gülümseyen bir hayranlıkla anlatırlar.
Başarılı, çalışkan, her biri itibarlı üniversitelerde kürsü sahibi çok iyi öğrenciler yetiştirmiş şevk sahibi bir âlime olmasının ötesinde onu “Cemile bacı ne iyi bir insandı” diye yâd ederler. “İlim sahibi, hâl sahibi muhterem bir âlim.” Ne güzel bir hatırlanış, ne güzel bir anılış. Uyandığı hakikate selam, ruhu şad olsun.
- Annemarie Schimmel’in yaşamına bir derkenar olarak düştüğü bu güzide hatıratın yakın bir zamanda Enis Ömer Akbulut’un satır aralarında Annemarie Schimmel’in nefesinin hissedildiği itinalı üslubuyla Türk okuruyla buluşacağının müjdesini bu vesile ile buradan duyurmaktan mutluluk duyuyorum.