Anne, ruhum sıkılıyor!
Can sıkıntısını zamanın varlığına eşlik eden bir iş yokluğu, işsizlik hali olarak düşünmeye yatkınız. Gerek zaman tecrübesinin gerekse insan eyleminin öznel boyutları hesaba katıldığında bunu, isteksizlik veya genel anlamda, hiçbir işe yönelememe hali olarak tanımlamak daha doğru görünüyor.
1990’ların başında, çocukken, yan komşumuzun kızından defalarca duyduğum, içimde yer etmiş, karşısında nasıl konumlanıp ne yapacağımı bilemediğimden olacak, kafamın içindeki yankısından bir türlü kurtulamadığım bir cümle bu. Canı sıkılan bir çocuk kadar iç burkucu, başa çıkılmaz bir problem olabilir mi? Hele de bir çocuk için...
Bahis mevzuu çocuklar olduğunda, 19. yüzyıl İngiltere’sinde, Sanayi Devrimi’nin hararetli yıllarında, günde 14 saat çalışan bir çocuk değilse, iş dendiğinde aklımıza kendi başına giyinmek, yatağını toplamak gibi kişisel şeyler ve sofra kurmak, çamaşır asmak gibi ortak ev işlerine tedricen daha fazla katılmak geliyor en fazla. Colas Gutman’ın Çocuk kitabındaki soruyla: “Bir çocuk ne işe yarar?” Marie Winn’in Çocuğumu Fişte Unuttum!’daki cevabıyla: “çocukluk çağının ana mesleği” olan oyun oynamaya. Peki bizim “ruhu sıkılan” komşu kızı, ne olmuştu da artık oyun oyna(ya)mıyordu? Peter Toohey’in Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi’nde modern öncesi tezahürlerini aktardığı duygunun bu özel görünümü hangi tarihsel gelişmelerin sonucunda mümkün olmuştu?
Televizyon: Oyun hırsızı
90’larda izlediğimiz çizgi filmleri bugünün pedagogları görseydi dudakları uçuklardı herhalde. Yine de, program içeriğinin ötesinde, yeni bir mecra olarak televizyonun hayatımızda yer etmesinin, üzerimizde daha derin etkileri oldu. Şüphesiz televizyondan önce de insanların canları sıkılıyordu. Ama televizyon bir tür haksız rekabetle dış dünyayı, evi sokağı mahalleyi farklı bir ışıkla görmemize yol açtı. Lezzet arttırıcıların mercimeğin tadını, yapay aromaların çileğin kokusunu, parlak nesnelerin doğadaki renkleri, led ışıkların diğer ışıkları, aksiyon filmlerinin günlük heyecanları bastırması gibi, gürültülü ve renkli oyuncaklar çamuru ve tahtayı rafa kaldırdı. Televizyon da gerçek hayatı solgun, tatsız, renksiz, donuk, yavaş ve nihayet sıkıcı kıldı. Cefasıyla sefasıyla, kanıyla canıyla kendi tecrübemizin yerine salt sefa, salt can, tek yönlü, iki boyutlu bir suret koyuverdi. Tecrübe bedensizleşti, parçalandı, bütünselliğini kaybetti.
Çizgi film yayın saatleri, hafta içi kahvaltı ve okul öncesine genişlediğinde çocukların kendi kendilerine oyun icat etme ve eğlenme becerileri de geri dönülmez biçimde körelmiş oldu, yaratıcılıkları felce uğradı. Televizyon, çocukluğun sonsuz boş zamanlarını rakipsiz bir eğlence olarak doldurdu. Koşan, eğlenen, aktif çocuğun yerini oturan, pasif eğlendirilmeyi bekleyen çocuk aldı. Çocuğun vaktini daha önce tahta oyuncağı seslendirmek, hareket ettirmek, hayalleriyle süslemek alıyordu. Artık bütün vakti, Cem Yılmaz’ın Bir Tat Bir Doku’sundaki “gerçi burada çizilmişi var” gibi, hazır “çizilmiş” şeyleri izlemekle geçecekti. Televizyon bir virüs gibi çocuk boş vaktine yayıldı. Tabii elektriklerin kesildiği veya televizyon izlemenin sınırlandırıldığı saatlere, ardında yokluğundan kaynaklanan “ruh sıkıntısı”nı bırakarak.
Büyük şehir: Bütün mümkünlerin kıyısında
Can sıkıntısını zamanın varlığına eşlik eden bir iş yokluğu, işsizlik hali olarak düşünmeye yatkınız. Gerek zaman tecrübesinin gerekse insan eyleminin öznel boyutları hesaba katıldığında bunu, isteksizlik veya genel anlamda, hiçbir işe yönelememe hali olarak tanımlamak daha doğru görünüyor.
- Bazen kabarık bir yapılacaklar ya da Youtube “daha sonra izle” listesiyle de canımız sıkılabiliyor. “İnsan için önüne çıkan bütün yollar ‘yürünebilir’ yollar ise, o insan artık kaybolmuştur.” İsmet Özel’in Waldo’daki bu sözünü yapılacak işlere uyarladığımızda, yapılacak pek çok işle baş başa, zamanın içinde kaybolmak da mümkün. Birden fazla seçeneği eşit derecede arzuladığımızda harekete geçemeyiz. Öyleyse “bir işi bitirince diğerine koyulmak” için de yapılacak işin varlığı kadar, birini tercih etmeye imkân verecek bir öncelik, hiyerarşi, önem sırasına; farklı seviyede bir istek, arzu yahut bizi harekete geçirecek bir motivasyona ihtiyaç var.
Büyük şehirler cazip gibi görünen ve ulaşılabilir olan pek çok imkân sunar sakinlerine. Kültürel etkinliklerin, konferansların, konserlerin, film gösterimlerinin çokluğu büyük şehirlerin sunduğu cazip fırsatlardan biri olarak görülür. Halbuki büyük şehirlerde yaşayan pek çok insan bu etkinliklere o kadar da ilgi göstermez.
Georg Simmel’in “Metropol ve Zihinsel Hayat” makalesinde belirttiği gibi, uyarıcılar o kadar “hızlı ve kesintisiz” bir değişim içindedir ki, bu yoğunluk bir adım sonra duygusal yorgunluk ve ilgisizlik yaratır. Sınırsız haz peşinde koşmak “dünyadan bezmişlik”le (blasé) ile sonuçlanır. Büyük şehir insanı “fırsat maliyeti” hesaplamaları içinde hareketsiz kalır, ajandasına işaretlediği onca etkinlikten hiçbirine gidemez, gitmez. İçinde yüzdüğü imkânlar karşısındaki bigane ve lakayt tavrı, taşradan bakan birine nankörlüğü andırır.
Rasyonelleşme: Zamanın büyü bozumu
İnsan eylemlerini yöneten ilke akla dayalı bir optimizasyon olabileceği gibi “biz babadan böyle gördük”, bir başka deyişle gelenek de olabilir. Gün, akşam güneş batınca başlar mesela buna göre. Rasyonelleşmeyle birlikte zaman verimli kullanılacaklar listesinin ilk sıralarında yerini alır ve çalışma zamanı-boş zaman gibi ayrımlarla yeniden düzenlenir. Bu da zamanın üzerindeki spot ışıklarının voltajını, konunun gerilimini artırır.
Zamana bir servet tipi olarak odaklanmamıza sebep olur. Zamanın bu şekilde artırılıp azaltılabilmesi, tasarruf edilip başka bir işe yatırılabilmesi fikri onun sürekli bir optimizasyonunu gündeme getirir. Michael Ende’nin Momo’sunda olduğu gibi “zamanın finansallaşması” insan eylem ve ilişkilerinin rayından çıkmasına yol açar, çeşitli aşırılıklar ortaya çıkartır.
Max Weber’in “Meslek Olarak Bilim” başlıklı konuşmasında altını çizdiği büyü bozumu modernlikle birlikte bilimin ve rasyonalitenin, teknik ve pratik düşüncenin insan varlığının çok yönlülüğünü temsil ve dinsellik formlarını ikame iddiasıyla ortaya çıkmasının bir sonucudur. Zamanın salt rasyonel eylemlerle doldurulması ve bu eksenli bir tasarrufa konu olması, insanın motivasyonunu, canlılığını, tutkusunu sekteye uğratır. Zamanın işlevli kılınma süreci sonuna kadar götürüldüğünde mantıki sonucuna ulaşır ve zaman işlevsizleşir.
Para: Arzu katili
Can sıkıntısı yaygın olarak toplumsal eşitsizlikle, çalışma zorunluluğundan kurtulmuş insanların boş vakitlerinin fazlalığı ve imkânlarının genişliğiyle ilişkilendirilir. Adeta bir zengin hastalığı olarak görülür. “Duyguların sosyolojisi” kabilinden, can sıkıntısının ampirik sosyolojisi (hangi dönem ve toplumlarda hangi kesimlerde; gençler/yaşlılar, eğitimliler/eğitimsizler, farklı meslek grupları, zenginler/yoksullar, büyük şehir sakinleri/taşralılar, erkekler/kadınlar arasında daha yaygın olduğu) bir yana, bu duygu Oblomov gibi soylulara ya da Buddenbrook gibi burjuva ailelerinin parazit evlatlarına ait gibidir ilk bakışta. Ya baştan arzu etmeyecek, ya da arzularının peşinde koşacaksa ancak bir doyuma eriştiğinde can sıkıntısını tadacaktır. Örneğin Bihruz Bey hiç canı sıkılıyormuş gibi değildir. Formel anlamda bir işle değil belki ama züppece heveslerini gidermekle o kadar meşguldür ki can sıkıntısına vakit bulamaz.
Varyemez Amca’nın altın havuzunda yüzmesi, paranın salt para olarak hedeflenmesini anlatıyor olsa gerek. Altınlar havuzlu bir villaya, lüks bir arabaya dönüşmez; altın olarak kalır ve olası bütün arzuların erişilmesinin mümkün olduğunu ima etmekle yetinir. Yemediği yemeğin tokluğunu yaşatır insana.
Cevval bir soyutlayıcı olarak para bütün nitel farkları eritir, her şeyi kıyaslanabilir kılar. Yeri gelir bir tebessümü satın alır, yeri gelir bir elbiseyi. Onun bu farklı türden her şeye dönüşebilirliği ona sahip olanı, sahip olduğu paranın dönüşebileceği gerçek şeyler karşısında ilgisizleştirir. Para arzusu onun ruhunu ele geçirir. Para bir araç olmaktan çıkar ve amaç halini alır. Dönüşme iddiasında olduğu şeylerin büsbütün yerine geçer, onları ikame etmeyi bırakır, bütünüyle yerlerini kaplamaya başlar. Nesneleri bu derece gayrişahsileştirmek, kalbini nesnelerle doldurmaktan bile aşağıdır. Üstelik bu durum sadece para sahipleri için değil, parasızlar için de geçerlidir. Yoksulların arzulayabilecekleri şeyler, paranın satın alabileceği şu veya bu şeyden ibarettir artık.
İnternet: Azaltılmış gerçeklik
Nasıl ki para bütün olası arzularımızın nesnelerinin yerine geçebilen bir ortak payda, ortak bölen, birbirine dönüştürme aracı olarak iş görüyorsa, internet de benzer bir soyutlama aracı. Kotan el verdiğince Nepal’de ücra bir tapınağa da gidebilirsin, bir çiftçi ya da kaynakçının yanına çırak da girebilirsin. Kısaca her şeye, her yere ulaşılabilirsin. Ama küçük bir kayıpla: “artırılmış gerçeklik” de olsa bütün deneyimler bir boyut eksik hale gelmiş ve duyulardan görmenin altı çizilmiş olarak. Youtube’da domates fidesi şaşırtma videosu izlemek, izleyeni büyük ihtimalle o işlemden uzaklaştırmakla meşguldür.
- Jean Twenge’nin i-Nesli’nde dikkat çektiği gibi 1995 sonrası doğumlu erkekler bilgisayar oyunları ve sanal cinsellikle, kızlar da instagram beğenileriyle, bütünsel insan tecrübesinin gölgesiyle, suyunun suyuyla yetinmeye çalışıyorlar. Üstelik bu gölge gerçekliğin barındırdığı bedensellik yükünden kurtulduğu için kullanıcılarına “dikensiz gül” bahçesi vaat ediyor. Her şey gerçek hayattan daha hızlı, eğlenceli ve pürüzsüz. İlk bakışta zahmetsiz rahmet gibi görünüyor.
Öte yandan Robert Putnam’ın Bowling Alone’da (Tek Başına Bowling Oynamak) televizyon gibi bireyselleştirici boş zaman geçirme teknolojilerinin 1950’lerden itibaren yaygınlaşmasına bağladığı sosyal sermaye aşınması, insan ilişkilerinin ve toplumsal güvenin gerilemesi, grup üyeliklerinin zayıflaması internet için de fazlasıyla geçerli. Sosyal medyadaki sanal sosyal sermaye ile gerçek hayattaki kanlı canlı ilişkileri karıştırmadığımız sürece tabii. Can sıkıntısını gerçek insanlarla yüz yüze temas kurarak giderme fikri giderek opsiyonlar arasında geriye gidiyor. Online partiler ise depresyonu derinleştirip intiharı körüklüyor. Bu gelişmelerin zeminini ise insanlarla gerçek hayatta bir araya gelmenin bizatihi sahip olduğu değerin göz ardı edilmesi teşkil ediyor.
Beden: Değersiz eylemler
Müzik dinlemek değerli bir eylem, boş zamanların insani bir şekilde kullanılması için uygun bir uğraş. Her ne kadar son yıllarda bir iade-i itibar idrak ediyorsa da, yemek yapmak, hatta yemek yemek ise değil. Bu düşünce tarzı zihinsel eylemlerin insana uygun, bedensel eylemlerin ise aşağı ve insana yaraşmayan nitelikte, hammaliye işler olduğunu ima ediyor. Bu düşünceye kapıldıkça, boş zamanımız haddinden fazla artıyor. “İş” başlığı altında sınıflandırdığımız, maişet temini için uğraştığımız faaliyetlerimiz kadar “boş zaman faaliyetlerimiz” de zihinselleşiyor. Adeta bedensiz varlıklara dönüşüyoruz. Bedenle yapılan ibadetler bile belki aynı sebeple zül gelmeye başlıyor.
Tabii bu zihinselleşme ve itibar kaybı karşısında beden de boş durmuyor, intikamını alıyor. Bulaşık yıkamaya erinen insan, sağlık ya da gösteriş gibi nedenlerle, kendisini bir anda spor merkezinde koşu bandında buluveriyor.
Özellikle hizmet sektörünün ekonomideki payının genişlemesiyle iş hayatında artan zihinselleşme, boş zamanları da kaplıyor. Beden ancak rasyonel bir boş zaman uğraşı olarak gündeme geldiğinde insanın “insani” bir parçası sayılıyor. Bu gibi istisnalar bir yana, insanın bedeniyle yaptığı işlerin değersizleşmesi boş zamanları değerlendirebilecek etkinlik yelpazesini daraltarak can sıkıntısına katkıda bulunuyor.
Olmaz ilaç sine-i sad pareme
Can sıkıntısını, erişilebilir ya da yakın görünen imkânların çokluğu karşısında bir kararsızlık, daha çok da bir isteksizlik olarak tarif ediyoruz. Vaktimizi ayırdığımız eylemlerin insan olarak varlığımızın bedenli oluşuna, çok yönlülüğüne karşılık gelmemesi, bedenimiz gibi ruhumuzun açlığını da doyurmaması ise işin bir başka boyutu. O naif ve belki şımarıkça tınlayan “Anne, ruhum sıkılıyor!” cümlesinin altında para ekonomisi, büyük şehir hayatı, rasyonalitenin her alana yayılması, televizyon ve internetin yaygınlaşması, zihinselleşme gibi tarihsel akışlar yatıyor.
- Canımız sıkılıyor çünkü bulaşık yıkamak gibi vakit harcamamız gereken işleri aşağı görüyor, bunları başkalarına devretmeye, ihale etmeye çalışıyoruz. Başka bir deyişle, artırmamamız gereken bir zamanı artırıyoruz. Sonra da bu artırdığımız zamanı optimize etmeye, en verimli şekilde kullanmaya kalkıyoruz.
İnsanın “alet kullanma” (homo faber) vasfı kadar “oyun oynama” (homo ludens) vasfı da akılda tutulduğunda, çözüm belki önce “boş zaman”ların, ama eninde sonunda “çalışma zamanı” da dahil olmak üzere bütün zamanın, tek bir mantıkla yeniden doldurulmasında aranabilir. Bu mantık ruh-beden bütünlüğünü, insan tecrübesinin çok yönlülüğünü, gerçek dünyayla bütünsel karşılaşmaları ve gerçek insanlarla yüz yüze birliktelikleri esas aldığında can sıkıntısından kurtulabiliriz belki. O zaman gerçekten arzuladığımız ve kıymet verdiğimiz işleri sıralayabilir, zamanımız müsait oldukça bunlara girişebilir, “bir işi bitirince diğerine koyulabiliriz.”