Yurdunu kaybeden adam: Cengiz Dağcı
Uzun süren savaş ve esaret yıllarından sonra özgürlüğüne kavuşan fakat bunun tek başına anlamsız olduğunu söyleyen Dağcı, Kırım’a, Kafkasya’ya, Türkistan’a olan özlemini her zaman dile getirmiştir. Yurdunu Kaybeden Adam romanında sarf ettiği şu sözler tam olarak bu ruh halini yansıtmaktadır: “Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi anlıyorum."
Kırımlı bir yazar olan Cengiz Dağcı, 6 çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak 1919 yılında Gurzuf’ta dünyaya gelmiştir. Çocukluk yıllarını babasının köyü Kızıltaş’ta geçiren Dağcı ilk eğitimini de burada almıştır.
Stalin döneminin “tarım topraklarını kolektifleştirme” siyaseti yüzünden ailesinin toprakları elinden alınmış ve babası hiçbir sebep gösterilmeksizin 3 ay tutuklanmıştır. 1932 yılında babasıyla birlikte Akmescit’e taşınan Dağcı, eğitimine burada devam etmiş ve 1937 yılında ortaokulu bitirerek Pedagoji Enstitüsünün tarih bölümüne girmiştir.
1940 yılında eğitimine devam ettiği sırada askere alınmış ve Rus ordusu saflarında savaşırken 1941 yılında Almanlara esir düşerek Ukrayna'daki Kirovograd esir kampına götürülmüştür. Daha sonra burada bulunan çok sayıda esir ile birlikte Uman kampına nakledilen Dağcı, Almanların oluşturduğu lejyonlardan biri olan Türkistan lejyonuna katılmak için Varşova’ya gönderilmiş ve burada subaylık eğitimi almıştır.
- 1942 yılının eylül ayında izinli olarak Kırım’a giden Cengiz Dağcı, bunun ailesini ve yurdunu son görüşü olduğundan habersizdir.
Ruslar, Almanlar karşısında zafer kazanıp Polonya’ya doğru ilerledikleri sırada burada Polonyalı bir hemşire olan Regina ile tanışmış ve onun yardımıyla Almanlara karşı savaşan Polonyalıların oluşturduğu Armiya Krayova adındaki örgüte sahte bir kimlikle, D. Suwarski ismiyle katılmıştır. Oradan tekrar Varşova’ya ve daha sonra da Frankfurt’a geçen Dağcı, Tatar Milli Komitesi’nde çalışmaya başlamış, bir süre sonra ise Berlin’e geçerek çalışmalarını Yaş Gazetesi’nde sürdürmüştür.
1944 yılında İsviçre’ye geçme girişimleri sırasında Berlin bombalanınca, Amerikan askerleri tarafından Avusturya'daki Landeck kampına yerleştirilmiş ve burada daha önce tanıştığı Polonyalı hemşire Regina ile evlenmiştir. 1947 yılında Londra’ya yerleşmiş ve buradaki lokantalarda bulaşıkçılık, garsonluk gibi işler yapmıştır. Üç yıl sonra burada iki katlı bir ev alarak evin alt katına Anabelle isimli bir lokanta açmıştır. 1974 yılında burayı satarak Southfield’a yerleşmiş ve ölümüne kadar burada yaşamıştır. 1993 yılında hayat arkadaşı Regina’yı kaybeden ve bir kız çocuğu babası olan Dağcı, 2011 yılında hayatını kaybetmiş ve cenazesi, çocukluğunun geçtiği Kırım’daki Kızıltaş Köyü’ne defnedilmiştir.
Çocukluğundan beri edebiyata meraklı olan ve amcası sayesinde Ömer Seyfettin ile tanışan Dağcı, Ömer Seyfettin ve Puşkin gibi yazarlardan etkilenmiştir. Fakat onun eserlerinin duygusal ve düşünsel alt yapısını oluşturan asıl şey savaşın ortasında kamplarda geçirdiği yıllardır. Zaten kamp yıllarında tutmaya başladığı notlar onun romanlarının ana malzemesini oluşturmuştur.
Yaşadıklarının da etkisiyle romanlarında genellikle savaşın ağırlığı altında ezilen insanları ve özellikle Sovyet zulmü altındaki Kırım Türklerinin hayatını anlatmaktadır. Romanlarında yalın bir dil ve anlatımı benimseyen yazar, Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi ve Ölüm ve Korku Günleri gibi romanlarında savaşı ve savaşan devletler arasında kalan, yersiz yurtsuz insanları sade bir üslupla fakat çarpıcı bir biçimde anlatır.
Anlattığı hikayeler yalnızca Kırım Türklerinin değil tüm Türk coğrafyasının acısını dile getirmiş ve adeta bütün Türklerin sesi olmuştur. Nitekim Korkunç Yıllar romanındaki şu haykırış onun tüm Türkleri kucaklayan ve bütünleştiren bakış açısının müthiş bir yansımasıdır:
Bahçesaray’dan Kaşgar’a varana kadar binlerce minaremiz göklere uzanıyor. Bize Tatar diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak diyorlar, Özbek diyorlar, Azeri diyorlar, Karakalpak, Uygur, Kabardin, Başkurt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanamaz, biz Türk’üz!
İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı felaketlere şahit olan ve bunları bizzat deneyimleyen Dağcı, Alman ve Rus saflarında oradan oraya savrulurken hayatı boyunca ana yurdu Kırım’a hasret kalmış ve vatanını son görüşü çok acı bir şekilde, Alman esaretinde bulunduğu yıllarda üzerinde Nazi üniformasıyla olmuştur. Uzun süren savaş ve esaret yıllarından sonra özgürlüğüne kavuşan fakat bunun tek başına anlamsız olduğunu söyleyen Dağcı, Kırım’a, Kafkasya’ya, Türkistan’a olan özlemini her zaman dile getirmiştir. Yurdunu Kaybeden Adam romanında sarf ettiği şu sözler tam olarak bu ruh halini yansıtmaktadır:
“Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi anlıyorum."