“Emin misiniz? Hele ki böyle bir zamanda oraya gidenle pek karşılaşmadım.” İstanbul Şişli’deki konsolosluk görevlisine vize için gerekli belgeleri uzattığımda böyle söylemişti. Bu cümleyi duymadan önce de, biletlere baktığımız sıralarda da Yemen’e gidişin pek kolay olmayacağını anlamıştım. Bununla da kalmadı; gittikten birkaç gün sonra gözaltına alınmam seyahati daha da maceralı bir hale getirdi.
2017’nin mart ayında, Yemen’e gittiğim sıralarda resmi olarak Mısır veya Ürdün’den uçuluyordu. O da sadece Yemen Havayolları’yla. Sürekli keyfi iptaller nedeniyle Mısır’dan bir uçuş ancak bulabildik. Çünkü Yemen’in hava sahası halen Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği koalisyon güçleri tarafından kontrol ediliyor. Yol arkadaşım Umut ile birlikte 15 günlük planlanan seyahatimizde iki kişiyiz. Umut, İHH’nın Ortadoğu masasında görevli, ben ise seyahatimiz esnasındaki yardım çalışmalarını fotoğraflamak ve anlatmaktan sorumluyum.
Daha ilk durağımız Mısır’da sebebini bilmediğimiz bir şekilde gece olması planlanan uçuş için gecikme bildiriliyor. Bildirme dedimse de neden kapının açılmadığını sormamızla öğrendiğimiz bir bildirme bu. Memleketlerine gitmeye çalışan ve her hallerinden yorgun olduğu anlaşılan Yemenlilerle ilk burada karşılaşıyorum. Her birinin yanında en az üç tane devasa bavul… Kimisi demir banklarda uzanıyor, kimisi toplanmış hararetli ama sessizce sohbete dalmışlar. İçlerinden birisi çat pat da olsa Türkçe biliyor. Zamanında Türkiye’de kısa bir süre çalışmış, şimdi Fas’tan memleketine dönüyor. Adı İsmail. Hemen oracıkta aslında bir Osmanlı torunu olduğunu öğreniyorum. Türk olduğumu öğrenince hikayesini anlatıyor. Cebinden çıkardığı cüzdanında sakladığı fotoğraftaki heybetli adam Urfalı. Büyük büyük dedesi. Yemen cephesine gidip dönmeyenlerden. Aslında dönmeye çalışmayanlardan desem daha doğru olacak çünkü Yemen’i sevip yerleşmeye karar veren çokça Osmanlı askerinin var olduğunu ilk ondan öğreniyorum. Yemen’deki Türk köylerinin varlığı böylece zihnime daha iyi oturuyor. Sonra kendi babamın dedesi aklıma geliyor Yemenli İsmail’in hikayesini dinledikçe. O da Yemen’e gidip dönemeyenlerden. Benim elimde ne fotoğrafı var, ne de nereye gittiği hakkında bilgi…
Saatler sonra Yemen’in güney şehri Aden’deyim. Bâbu’l-Mendeb Boğazı’nın liman şehri. Seçilmiş hükümetin savaştan sonra geçici başkent ilan ettiği şehir. Geçici olduğu araba plakalarından belli oluyor. Neredeyse her gördüğüm plakada Arapça “muvakkat” yani geçici kelimesi yazılı. Savaş sonrası trafiğe çıkan her araca böyle yazılmış. “Bu kargaşa elbet bitecek biz de Sanâ’yı tekrar başkent ilan edeceğiz” inancını taşıyor çoğunluk. Tabi onlar gibi düşünmeyenler de var. Aden’den kuzeye, Taiz’e doğru gittiğimizde bayrak değişiyor. Çatışmanın ortasındaki bu ülke sanki 1990 yılının öncesinde olduğu gibi birbirinden ayrı duruyor. Aynı isme sahip ama kuzey ve güneyi olan iki ayrı devlet. Sanâ ve Aden adında iki başkenti olan, iki ayrı Yemen.
Sokaktaki işleyişten herkesin kendi başının çaresine baktığını anlamak zor olmuyor. Ne belediye, ne idare, ne eğitim, ne de sağlık sistemi düzenli işliyor. Aden’in merkez mahallerinden birinin içinden geçiyoruz. Yemenlilerden ziyade Somalililerin yaşadığı bir mahalle bu. Kendi ülkelerinden çatışmalar sebebiyle kaçıp Yemen’e sığınmış, burada da çatışmalardan kurtulamamışlar. BM’nin artık desteğini keseceğini bildirdiği bir sağlık ocağına giriyoruz. İçerisi ana baba günü. Odalar, koridorlar, kapıların önü Somalili hastalarla dolu. Yaklaşık 20 bin insanın yaşadığı mahalledeki tek sağlık merkezi bu küçücük bina. Dört odalı, bir eczaneli bu küçük binada on kadar Yemenli doktor Somalili hastaları tedavi etmeye çalışıyor.
Otoritenin olmadığı, bir şeylerin ters gittiği sokaklardan ve yollara yerleştirilen kontrol noktalarından anlaşılıyor. Sadece yirmi metre uzaklıktaki ikinci bir kontrol noktasında aynı sorulara muhatap olup neden buraya geldiğimizi baştan izah ediyoruz. Bu izah işlemi sonraki kontrol noktasında başa sarıyor. Kimisi asker, kimisi polis, kimisi de koalisyon destekli güvenlik güçleri. Neredeyse hepsi de son birkaç aydır maaşlarını alamadıklarından şikayetçi.
Yemen’e varışımızdan birkaç gün sonra, akşam vakti günlük çalışmalarımız ardından dinlenmek için kaldığımız yere dönerken, kontrol noktasında haddinden fazla bekletildik. Askerler, şehirler arası dolaşma iznimizin yazılı olduğu kağıdı alıp uzun süre gelmeyince şüphelendim, İHH genel merkeze yerimizi ve durumu bildirdim. Gerekli görüşmelerin yapılacağı bilgisini aldıktan sonra askeri bir araç yanımıza geldi, onları takip etmemiz gerektiği söylendi. Askeri bir alana girdiğimizi anlayınca Türkiye’deki arkadaşlarla tekrar görüşmeler yaptım ve göz altına alınacağımızı tahmin ettiğimi ilettim. Bir şeylerin ters gittiği havanın ağırlığından belliydi. İlk görüşmemden sonra Türkiye ve Yemen elçiliklerinin bilgilendirildiği haberini aldım. Sonrasında telefonlarımız ve bütün eşyalarımız alındı, gözlerimiz bağlandı. Üstü açık başka bir arabanın arkasına bindirilip dağlık olduğunu hissettiğim bir alana ulaştık. Gözümü açmam gerektiğini söyledikleri yere girdiğimde siyah duvarlı, tepedeki el kadar pencere haricinde bir pencerenin olmadığı, duvarlarında Arapça sabır ayetleri ve sözlerinin yazılı olduğu, beton üzerine atılmış iki tane yer döşeğinin iyice kirlendiği, köşesinde açık bir tuvaletin yer aldığı küçük bir hapishaneyi andıran odadaydım. Saatler geçmiyor, yüzü bağlı gelenler bilgi vermiyor, duvara yaslanıp fotoğraflarımız çekiliyordu. Tedirginliğim ve kızgınlığım iyice arttığında ben de bitkin düşmüş, kısa kollu kıyafetime rağmen betona uzanmış uyuya kalmıştım. Elçiliğimiz ve İHH yetkililerinin girişimleri sonucu serbest bırakıldığımız 13 saatin sonunda yorgun ve bitkin bir halde öğleye doğru dışarı çıktığımda bizi göz altına alan askerler yapılanın bir yanlış anlaşılma olduğunu, bulunduğumuz bölgeye uzun zamandır yardım görevlilerinin gelmediğinden bahsediyordu. Sonrasında “kusurumuza bakmayın”lar, özürler, “bir daha böyle bir şey yaşamayacaksınız”lar. Yolculuğumuzun sonuna kadar yaşamadık da.
On beş günlük seyahatim sırasında şehirlerin ana meydanlarında asılı, üzerinde “silah taşımak yasaktır” yazılı büyük tabelaları fark ediyorum. Rehberimiz buradaki kültürün silahsız olmadığını söylüyor. Gerçekten de öyle, şehirlerde taşımak yasaklanmış -her evde mutlaka varmış tabii- ama kırsala doğru gittiğimizde çocuklar dahil hemen hemen herkesin sırtında bir tüfek asılı olduğunu görüyorum. Çoğu silahın ağzına da tahta tıpa takılmış, şarjörleri de yok. Anlamak güç olsa da, sorduğum herkes yıllardır ülkede yatırımın yapıldığı tek şeyin askeriye olduğu konusunda hemfikir. En basitinden, elektrik geçici başkent Aden’e günün belli saatlerinde verilebiliyor. Savaştan dolayı böyle olduğu düşüncesi insanın aklına gelse de savaştan önce de durumun çok iyi olmadığı aşikar.
Etrafındaki zengin ülkelere, bereketli coğrafyasına rağmen Yemen’e bugün kaos ve çatışmalar hakim. Bulunduğu bölgenin acısını çekercesine başka ülkelerin çıkar çatışmasının ortasında can veriyor Yemen. Neden başına bombalar düştüğünü bilmeyen çocuklar gibi. Yolculuğumun sonunda bu hisse bürünmüş şekilde uçağa biniyorum. Arkama bir kez daha bakıp benim ayak bastığım bu topraklara gelip de dönemeyen büyük dedemin ruhuna dualar gönderiyorum. Koltuğa oturduğumda batısından doğusuna, güneyinden kuzeyine on beş günde uçtan uca dolaştığım 4 bin kilometrelik yolun bir rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Rüyam bir anonsla sona eriyor: “Sayın yolcularımız, Yemen Havayolları’na hoşgeldiniz. Geciktiğimiz için üzgünüz.”