Üç gün üç gece: Çöldeki şenlik
Afrika’ya her gittiğimde gıpta ettiğim bir hadise var: Namaz hassasiyeti. Ne zaman nerede olursa olsunlar, hemen oracıkta buldukları bir bardak suyla abdest alıp, şuracıkta namaza durmalarına hayranım. Belki çalıştıkları dükkanın önü, belki küçük bir mescit; belki de yol kenarına kurulmuş, etrafı taşlarla çevrilmiş minik bir namazgah. Neresi olursa olsun, vakit geldiyse hemen eda edilir namaz.
Afrika’ya her gittiğimde gıpta ettiğim bir hadise var: Namaz hassasiyeti. Ne zaman nerede olursa olsunlar, hemen oracıkta buldukları bir bardak suyla abdest alıp, şuracıkta namaza durmalarına hayranım. Belki çalıştıkları dükkanın önü, belki küçük bir mescit; belki de yol kenarına kurulmuş, etrafı taşlarla çevrilmiş minik bir namazgah. Neresi olursa olsun, vakit geldiyse hemen eda edilir namaz.
Burada küçük bir parantez açıyorum kusura bakmayın, bundan bahsetmesem olmaz çünkü. Namazgahların etrafının taşlarla çevrili olması bir güvenlik önlemidir aslında. Temizliğin güvenliği.
Afrika’da bulunmuş olanlar bilir, hele ki çöldeyseniz yolda ihtiyaç gidermek bir problemdir. Etrafta tuvalet yoksa ekipten uzaklaşıp gizlenebileceğiniz bir yer bulursunuz, arkanızı dönersiniz ve ihtiyaç giderirsiniz. Daha önce kimlerin buralardan geçip gittiğini bilmediğinizi ve ihtiyaçların herhangi bir yerde giderilebildiğini düşünürseniz etrafı taşlarla çevrili namazgahlarda namaz kılmak adettendir. Kafile bilir ki burası namaz için temizdir. Ayakkabılarınızı taşların dışında çıkartır, -çorabınızı da çıkartın lütfen, elektriğinizi almakta mahirdir Afrika toprağı- seccadeye gerek kalmadan, kendinizi toprağın güzelliğine bırakıp, çölün ortasındaki muazzam sükûnet eşliğinde namazınızı gönül rahatlığıyla kılabilirsiniz.
Ne diyordum, evet, yine böyle gıpta ede ede dolaştığım bir ülkedeyim: Çad. Ben dahil Türkiye’den gelen üç arkadaş, bir de yerel rehber köy köy dolaşıyoruz. Az değil, batısından doğusuna 3 binden fazla kilometre yol gitmişiz.
Görevimiz belli: İHH’nın Çad’daki su kuyusu operasyonları için ihtiyaç duyan köyleri belirliyor; daha önce kuyu açılan köylerde inşa edilen yapıları denetliyoruz. Su kuyusunda bir sıkıntı olup olmadığını, köylünün suyla ilgili başka bir şeye ihtiyacı olup olmadığını raporlayıp, arabaya atlayıp hızla başka köye doğru yol alıyoruz.
Yol şahit, yolculuk oldukça zor geçse de yoldan inanılmaz zevk alıyorum. Rehberimizi bir an bile bırakmadan sorular soruyor, pencereden bakıp çölün uçsuzluğuna, köylerin bucaksızlığına dalıp gidiyorum. Havanın artık iyiden iyiye kararmaya başladığı bir sırada, yolun kenarındaki köylerde büyükçe yakılan ateşleri fark ediyorum. Sanıyorum ki artık biraz da soğuyan havaya karşı insanlar ısınmaya çalışıyor.
- Soruyorum rehberimize, bu ateşler nedir? “Bunlar” diyor, “buranın güzel âdetlerinden biri. Hemen hemen her akşam köylerdeki çocuklar bir yere toplanır, Kur’ân halkaları kurar. Hafızlar hafızlığını pekiştirir, normal okumasını yapanlar okumasını yapar. Ama hepsi bağırır.”
Pencereyi açıyorum, gerçekten de öyle. Gecenin sessizliğinde ufuktan sesler geliyor. Durmak istesem de duramıyoruz çünkü en azından hava çok kararmadan son köye varmalı, kuyu yerine bakmalı, yemeğimizi orada yemeli, namazımızı kılıp hemen dönüş yoluna çıkmalıyız. Günün son köyüne yaklaşıyoruz ama ışık yok, şehirler haricinde köylerde zaten elektrik yok. Araba duruyor, kapıyı açıyorum, o an duyduğum sesle çarpılıyorum.
Mescit olduğunu tahmin ettiğim küçük bir kulübeden zikir sesleri geliyor. Cemaat yatsı namazını kılmış, duaya durmuş. Biz yaklaşırken onlar da duayı bitirmiş bizi karşılamaya çıkıyor. Selamlar, sabahlar, sarılmalar, maşallahlar etrafta uçuşurken bulduğum bir ibrikten abdest alıp o hayranlıkla namaza duruyorum.
Tek ışık kaynağının yıldızlar olduğu, karanlığın ortasındaki köyün meydanına açılmış kilimde otururken sormalara devam ediyorum rehberimize. Zikir seslerini duydum ama herhangi bir tarikata mensuplar mı? “Evet” diyor, “bizim buralarda Ticaniler çoktur.” Özellikle Cezayir ve Fas’ta etkili olan bu tarikat buralara kadar ulaşmış. Nasip bu ya, köydeki büyükler bizi yarın bir toplantıya davet ediyor.
- “Bin hafızın üç gündür okuduğu bin hatimin duası yapılacak, katılmak ister misiniz?” diyor rehberimiz. Bin hafız, üç günde, bin hatim. Ekipteki arkadaşlarla göz göze geliyorum, cevabımız net: Kesinlikle evet.
Tunuslu yönetmen Nacer Khemir’in çölün ortasında geçen bir filmi vardır: Bab’Aziz. Sonraki günün sabahında o büyük köye doğru yürürken bu filmin son sahnesi geliyor aklıma. Filmde böyledir, çölün ortasında bir buluşma noktası, çok uzaklardan yürüyüp gelenler buluşma yerine doğru akın eder. Sanki filmdeyim, biz de o buluşma anının son günündeyiz.
Filmden tek farkı gece değil, sabahın seherindeyiz. Kerpiç tuğlalarla yapılmış, üstü bezlerle kapatılmış büyükçe denilebilecek mescidin içine buyur ediyorlar bizi. Dışarıda gördüğüm kalabalığın daha fazlasını içeride görüyorum. Misafir olduğumuz için en başa doğru bizi iterlerken yürüyerek değil sürünerek gitmek geliyor içimden, hafızların arasından geçiyorum.
Yerel dilde yapılan konuşmalar arasında rehberimize işin aslını sormaya başlıyorum. “Her yıl yapılır bu toplantı” diyor, “her yılın ocak ayında olur. Ramazan ayında, özel bir ayda da değil, ocak ayında. Biz kendimizi bildik bileli böyledir. Bu köy bir merkez gibi, diğerlerinden büyük olduğu için burada yapılır. Toplanma tarihi gelip çattığında haberciler köylere dağılır, davetler yapılır. Bin hafız gelir, yanlarında beş yüz de yarı hafız. Tam hafızlar üç gün boyunca yarı hafızlar onlara hizmet eder. Yemeklerini köydeki kadınlar yapar, yatacak yerlerini bu arkadaşlar hazırlar. Gece gündüz Kur’ân sesi eksilmez bu üç gün. Hali vakti yerinde olanlar eğer hizmet edemiyorsa, yemek malzemesi getirir veya harcanması için para verir. Seferberlik gibi olur burası, şenlik gibidir. Gibisi fazla, şenliktir. Bu üç günün sonunda, ta Fas’tan, Nijerya’dan, Cezayir’den tarikatın temsilcileri de gelir. Köylerin yaşlılarıyla birlikte gelebilen devlet görevlileri de duaya katılır. İşte bu denk geldiğiniz dördüncü günün sabahında memleket için, ümmet için, sağlık, sıhhat, bolluk, bereket için dualar edilir. Şimdi Türkiye’den gelen size de teşekkür ediyor bu konuşan. O da Fas’tan gelenlerden.”
Konuşan ellerini açıp amin der demez sorularım kesiliyor, mescidin içinden ve dışından, tüm çölün duymasını isterlercesine derinden bir amin sesi uğulduyor. Kimisinin gözleri kapanıyor, kimisinin gözünden yaş geliyor. Ben de bir yandan amin diyor, bir yandan hayran hayran tüm bu olanlara bakıyorum.
Hayatım boyunca görebileceğim en güzel anlardan birini yaşıyorum çölün ortasındaki bu küçük köyde. Yaşıyorum ama sanki bir sinema filmindeyim. İçinden çöllerin geçtiği güzel bir yol filminde.
Fotoğraflar: Burak Berberoğlu