Suriye’ye kesin olarak gitme kararımı değerli bir arkadaşımın davetlisi olarak ailecek evine gittiğimiz o akşam vermiştim. Bölgede PKK/PYD tarafından bombalı araçlarla düzenlenen patlamalar, bana oraya gitmek için doğru zamanın şimdi olmadığını telkin ediyor, daha kısa bir zaman önce terör örgütü tarafından Azez’de sivillerin olduğu bir bölgede gerçekleştirilen ve çok sayıda kişinin ölümüyle neticelenen saldırı, açıkçası beni biraz da tedirgin ediyordu.
2007 – 2008 yıllarında yaşadığım Suriye’ye yıllar sonra tekrar gitme isteğimi de bir türlü bastıramıyordum. Misafirliğe davet edildiğimiz o akşam da işte bu dilemma içerisinde kararsız bir şekilde idim. Net kararımı alabileceğime az bir zaman olduğunu tahmin edemezdim.
Bahsettiğim akşam, oğlum ev sahibinin kendi yaşlarındaki çocuğunun oyuncaklarını hararetle inceliyor, kendi işine dalmış bir halde, babasının şefkatle kendisini bir gözüyle uzaktan seyrettiğinin farkında bile olmadan oyuncaklarla ilgileniyordu. O sırada kafesinden salınmış bir vaziyette evde bulunan, odadan odaya geçtikten sonra, son olarak oğlumun oyuncaklarla oynadığı odaya giren ve tavanda orayı turlayan bir muhabbet kuşu oğlum için tek kelimeyle bir dehşet unsuru oldu. Gözleri dehşetle beni aradığında ben de zaten ona gidiyordum. Elindeki sanki kendisiyle özdeşleşmiş sevimli oyuncağı bırakmadan korkudan titrer vaziyette, ağlayışla bana koşuşu; işte o an, neticesi ne olursa olsun Suriye’ye gitme konusunda bana kesin bir karar aldırdı.
Kurduğum empatinin bende meydana getirdiği gerçek, tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Evinde oyununa dalan belki de nice yavru, havadan zulüm saçan uçakların dehşetine maruz kalmış, işin daha da kötü tarafı kendisini teskin edebilecek, kucağına alıp öpüp koklayabilecek birini bulma imkânına bile kavuşamamıştı. Attığı “baba” veya “anne” çığlıkları belki de karanlık bir dehlizde cevapsız bir şekilde boğulup kalmıştı.
Suriye’de yaşanan sayısız acıya eklenen İman bebeğin ölümü de tam bu günlerde meydana gelmişti. Kış günlerinde sokaklarda köpeklerin bile soğuktan ölmediği bir dünyada, İmam bebek hayatını soğuktan kaybetmiş, dört buçuk kilogram olan minik bedenini geride bırakıp Rabbi'ne göçmüştü. Afrin Şifa Hastanesi’nde daha sonra kendisiyle de görüşme imkânımızın olduğu, bu yaşananların şahidi olan Doktor Hüsâm Hamdân, yaşananları Türkçeye şu şekilde tercüme edilen bu sözleriyle dile getirmişti:
Babasının hastanemizden birkaç kilometre uzaklıktaki çadırından çıkarıp getirdiği bu çocuk, basit bir soğuk algınlığı sebebiyle Afrin'deki hastanemize bu sabah geldi. Babası yıpranmış çadırındaki sahip olduğu her şeyi onu ısıtmak için getirmişti. Bedenini âdeta
kızının o küçücük kalbine sıcaklık girdirebilecek bir ocak kılarcasına yakıp tutuşturmuştu.
Bütün gücüyle ona sımsıkı sarıldı, onu kalbi ile kucakladı ve o narin yüzünü ıslatarak ılık göz yaşlarını sicim sicim döktü. Sabahın beşinden beri karlar üstünde, rüzgarlar arasında yürüdü yürüdü... Ülkesinden geride kalan moloz yığınları arasında yürüdü. Bir ara tökezleyince onu başının üstüne kaldırdı, şiddetli rüzgar ile çarpışınca ise onu sırtına alıp korudu. Buz dolu çukurlar arasında yıpranmış ayakkabılarıyla yürümeye devam etti.
Uzuvları buz kesti ama kalbi ona sarılmaya devam etti. İki saat yürüdükten sonra hastanemize ulaştı. Büyük zorluklarla vücudunu ve kalbini ondan ayırdık, sonra küçük kızın o melek yüzünü açtık ve gülümsediğini gördük ama hareketsizdi. Kulaklıklarımızla (stetoskop ile) dinledik. O ölmüştü.. Neredeyse bir saat olmuştu. Babası yol boyunca farkında olmadan onun cesedini taşımıştı.
İman bebeğin ailesi önce, 2018 yılında Doğu Guta’dan İdlib’e göç etmiş, İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi'ndeki yerleşim yerlerine Esed rejimi ile Rusya tarafından yapılan yoğun saldırılar neticesinde kuzeye akan insan seline onlar da katılmış, güvenli bir yer bulma ümidiyle yaşamaya tahammül edilemeyecek şartlarda yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardı. Yukarıda dediğimiz gibi, sokak köpeklerinin bile ölmediği bir dünyada zaten beslenme yetersizliği çeken bu yavrucağın şiddetli soğuk sonucu önce nefesi kesilmiş, sonra da kalbi durmuş ve hayatını kaybetmişti.
Rusya ve Esed rejimi tarafından İdlib’ten göçe zorlanan insanların daha nice felaketler yaşadığına da şüphe yok. Son saldırılardan önce dört buçuk milyon olan bölge nüfusundan bir milyondan fazlasının göçe zorlandığı bilinen bir gerçek. Rusya ve Esed çeteleri tarafından sadece Maarratünnuman’dan Türkiye sınırlarına göçe zorlanan köy sayısının altı yüz olduğunu söylemek durumun vehâmetini göstermesi bakımından zannederiz yeterli olacaktır. Bunların yarısı Türkiye hâkimiyeti altındaki bölgelerde yaşarken yarısı da bunun dışındaki bölgelerde çok kötü durumlarda hayatlarını devam ettiriyorlar.
Esed ve Rus kuvvetleri kendi cephelerinin 10 km. açığında yer alan yerleşim yerlerini; hastaneleri, okulları, meydanları vururken bu bölgelerde yaşayan kişilerin sağ kalanlarını da göç etmeye zorluyorlardı. Göç ederken ev eşyalarını, hayvanlarını getirme imkânını bulanlar yine bir derece avantajlı olurken rejim askerlerinin kıskaca alması neticesinde üzerilerindeki kıyafetlerle göç etmek zorunda kalan -Hân Şeyhûn ahalisinden gelenler gibi - işin bir hayli dramatik kısmını meydana getiriyor. Bu tarz insanların sayısının hiç az olmadığını da eklemek gerekir.
Azez, Afrin, el-Bâb, Ahtarîn, Cindires dâhil, İdlib'e kadar uzanan Suriye ziyaretimizi bölgedeki insanî krizi raporlamak için işte tam da böyle bir zamanda gerçekleştirdik. Türkiye ile rejim -ve tabi ki Rusya- arasındaki gerilimin had safhada bulunduğu bu dönemde, Öncüpınar sınır kapısından girer girmez görüş mesafemizdeki yakın bir yere düşen ve patlayan havan topu, bana ilk seferde bölgedeki gerginliğin
âdeta artçı bir şoku olarak gelmişti. Otuz üç askerimizin şehâdeti ile sonuçlanan o saldırı neticesinde sabahki bu havan topunun aslında artçı değil öncü bir şok olduğunu fark etmem çok uzun sürmedi.
O gece kaldığımız Azez’de aldığımız bu üzücü, askerlerimizin şehâdet haberi, Türkiye’nin Rusya hava savunma sistemleri sebebiyle Suriye hava sahasını kullanamıyor olmaktan doğan karşı cevabın gerektiği şekilde verilmesinin mümkün olamayacağı gerçeğiyle daha da derinleşmişti. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti TBMM Grup Toplantısı'nda ifade ettiği, "İdlib'de en büyük sıkıntımız hava sahasını kullanamıyor oluşumuzdur. İnşallah yakında buna bir hâl çaresi bulacağız” cümlesi bu saldırıdan sadece bir gün önceydi ve açıkçası bana zayıf bir blöften başka bir şey olarak gelmiyordu.
Rusya ile Esed’in yaptığı bu saldırı hamlesi de hiç şüphesiz, Türkiye'nin içinde bulunduğunu düşündükleri durum sebebiyle gerçekleşmişti. Fakat Türkiye'nin kısa bir süre sonra Bahar Kalkanı ismiyle başlattığı harekât Erdoğan'ın gerçekten de yakında hava sahası problemine bir çözüm bulacağı yönündeki sözünü haklı çıkardı ve Esed rejimine karşı bilindiği gibi özellikle SİHA unsurlarıyla şimdiye kadar hiç yaşamadıkları ağır bir darbe indirilmiş oldu. Bundan dolayı 9 yıldır devam eden savaş zarfında bir ilk olarak gerçekleşen ordumuzun kahramanca, ezici mücadelesine şahit olmuş olmaktan da ayrı bir gurur duyduğumu, ayrıca bir basın mensubu olarak böylesi tarihî, sıcak bir dönemde orada olduğum için de kendimi fazlasıyla nasipli hissettiğimi eklemem gerekir.
Millî Savunma Bakanlığı’nın verdiği rakamlarla 5 Şubat’ta Moskova’da ilan edilen ateşkese kadar geçen kısa zamanda rejim unsurlarına ait 3 uçak, 8 helikopter, 3 insansız hava aracı, 151 tank, 47 top/obüs, 52 çok namlulu roketatar, 8 hava savunma füze sistemi, 12 tanksavar silahı, 4 havan, 24 zırhlı araç, 27 zırhlı muharebe aracı, 34 silahlı pikap, 60 askeri araç ve 10 mühimmat deposu imha edilmiş oldu.
Ordumuz tarafından yapılan SİHA taarruzu neticesinde öldürülen Hizbullah milislerinden sağ kalan ama sonrasında öldürülen bir milisin de dediği gibi “bizi hasad eder gibi biçtiler” sözü TSK’nın rejime verdirdiği asker kaybını en net şekilde ifade ederken 3138 rejim unsuru ile Esed ve sahadaki ortakları büyük bir darbe yemiş oldular. Askerî sahadaki durum böyle iken harekât ile alakalı insanlar arasındaki değerlendirme bizzat şahit olduğum bir Suriyelinin ifade ettiği şekliyle “Türkiye’in Esed’i vurması sadece bize değil, İslam dünyasının bütün mazlumlarına ümit” cümlesi oldu. Gerçekten de Tevbe Sûresi’nin 14. âyet-i kerimesi tüm i’cazı ile karşımızda tezâhür etmiş oldu:
Onlarla savaşın ki, Allah onları sizin elinizle cezalandırsın, onları rezil rüsvâ etsin, sizi onlara karşı başarılı kılsın, inananların yüreklerine su serpsin.
Arap medyasındaki önemli isimlerden sosyal medyaya, harekât devam ederken sokakta yer yer toplanıp haykırdığı “eş-şa’b yurîd iskâtü’n-nizâm” sloganı atan insanlardan tatlı dağıtan insanlara kadar uzun bir zamandan sonra Türk eliyle inananların yüreklerine böylece su serpilmiş oldu.
İbrahim el-Hâc Hammûd isimli bebeği harekât günlerinde doğan bir Suriyelinin yeni doğan yavrusuna SİHA’ların bu operasyonda oynadığı hayati öneme izâfeyle “Bayraktar” ismini vermesi şüphesiz yukarıda bahsettiğimiz bu coşkunun bir neticesidir. İdlib’te yerel, büyük bir STK’da çalışan ve “gün gelecek, inşallah tekrar ait olduğum yere; Halep’e döneceğim” sözleriyle kendisini unutamayacağım ak sakallı Ebû İsmail’in de ifade ettiği şekliyle;
Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmekteki tereddütü ve buna bağlı olarak kaçırılan fırsatlar Suriyeliler arasında sayısı yarı yarıya olacak biçimde Türkiye’den hâlâ ümit duyanlar ile ümidini kesenler şeklinde iki anlayışı ortaya çıkardı. Fakat Türkiye ne zaman Esed’i vursa Türkiye’ye olan ümit bir anda %95’e yükseliyor.
Harekât, bu bakımdan Türkiye’nin bölge insanları için bir ümit olmasını teyit etmesi bakımından da ayrı bir önem arz ediyor.
Gerek içeride gerekse de uluslararası sahada sahip olduğumuz haklı ve değerli itibarla birlikte insanî yardım, sağlık, eğitim ve daha başka başlıklarda yapmamız gereken önemli işlerin hâlâ olduğunu, Suriye’nin geleceğinin kaotik durumu sebebiyle daha nicelerini yapmaya da hazırlı olmamız gerektiğini kabule mecburuz. Özellikle İdlib’ten gelen son göç ile birlikte hayati bir öneme sahip olan insanî yardım bölgedeki en temel ihtiyaç..
Türkiye’nin hâkimiyet bölgesi altında bulunan Fırat Kalkanı Bölgesi ile Zeytin Dalı Bölgesi’nde kimi gerekçeler sebebiyle herhangi yeni çadır kamp ve briket ev kurulumuna izin verilmemesi, yeni göçen kişilerin yetersiz imkânlarla; herhangi bir altyapısı olmayan, plansız, dağınık bir şekilde bu bölgelerin dışında kalan yerlerde çadırlar veya briket evler kurması neticesini doğuruyor.
STK’lar tarafından yapılacak projelerin de tabii olarak Türkiye’nin hâkimiyet bölgesi dışında başlayan HTŞ sahasında yapılması beraberinde bu yapılanma tarafından uygulanan kimi dayatmalarla bambaşka problemler de getiriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyinde “yoğun bir şekilde briketten barınaklar yapıyoruz” yönlendirmesine rağmen, bu barınakların Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgesinde inşa edilmesine izin verilmeyip sadece İdlib kırsalında yapılabilmesi, çoğu kez inşa edilen barınakları HTŞ’ye bağlı Kurtuluş Hükümeti Göçmenler İdaresi’nin dayatma ve tasallutuna maruz bırakıyor. Kaldı ki çadırların insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için yetersiz, kış ve yağmur zamanlarında ise içinde kalanlar için bir işkence olduğunu da eklemek gerekir.
Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz İman bebek kış günü çadırda yaşıyor olmanın bir kurbanıdır. Aynı şekilde yaz günlerinde kullanılması da içeride oluşan sıcaklık sebebiyle pek mümkün değildir. Kullanımı, acil bir ihtiyaç durumunda geçici olarak yapılacak ilk müdahale için mantıklı olabilecek olan çadırlarda, pek çok mülteci yıllardır hayatını devam ettiriyor. Bundan dolayı da yapılabilecek şeylerin en asgarisi olarak başta Fırat Kalkanı bölgesinde olmak üzere briket evlere ağırlık verilmesi şüphesiz çok büyük önem arz ediyor.
İnsanların mevcut durumlarını kabul ederek hayata artık bir yerden tutunabilmeleri her şeyden önce göçmen psikolojisinden çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Bu bakımdan da her ne kadar yetersiz bir adım da olsa insanların başlarının üstünde bir çatılarının olma bilinci onlara bu mevzuda bir hayli kolaylık sağlayacaktır.
Çadırlarda yaşıyor olmaktan başka insanların göçmen psikolojisinden çıkmalarını engelleyen unsurlardan birini de STK’lar tarafından vizyonsuz bir şekilde dağıtılan insanî yardımlar meydana getiriyor. Sürekli yardımın yapılacağı ihtiyaç sahibi insanlar farklı bir durumu teşkil ederken, gücü kuvveti yerinde insanların bulunduğu çadırlara mesela sürekli gıda yardımlarında bulunmak, bu insanları âtıllığa alıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Kendisiyle görüşme imkânı bulduğumuz Ahterîn’deki bir Türk STK yetkilisinin “Kampa getirilen malzemeler kendilerinin ihtiyacını karşılamak için geldiği halde, kamyonlardan ürünleri indirmeye erkek bulamıyoruz, kimse yanaşmıyor” demesi bahsettiğimiz âtıllığın neticesinden başka bir şey değildir.
2018 yılında Doğu Guta’dan tehcir edilen insanların yerleştirildikleri yerlerden birisi de el-Bâb yakınlarında bulunan Şarkıyye Kampıdır. Çok ilginçtir, bugün bu kampta Doğu Gutalı artık neredeyse kimse kalmıyor. Tamamı meslek edinmiş, bir yerlere yerleşmiş bir şekilde hayatlarını devam ettiriyorlar. Bu durum tabi Doğu Gutalılar’ın cevval karakterlerinden başka, Şarkıyye Kampı’nın da yerleşim yerine yakın olmasıyla da alakalı. Göçmenlerin hızlı bir şekilde hayata adapte olmaları, kurulan kampların yerleşim yerlerine yakın olmalarıyla doğrudan bağlantılı.
Yerleşim yerlerinin kilometrelerce uzağında bulunan, hayatlarını devam ettirebilmeleri için kendilerine insanî yardım sağlayan ellere bakan kişilerin bir geleceğinin olmayacağı açıktır. En azından bulunulan kampta insanlara meslek edindirilip o bölgenin ihtiyacının karşılanması bile hem oradaki insanlar, hem STK çalışmalarının daha da faza ihtiyaç sahiplerine yoğunlaşması bakımından faydalı olacaktır. Fakat sadece yerleşim yerlerinden uzak da değil, topografisi uygun olmayan yerlere kamp kurulması, işi bahsettiğimiz problemden başka felaket noktalarına da taşıyabiliyor. Nehir yatağının yanına kurulan bir kamp kış döneminde hiç şüphesiz sel sebebiyle, yaz döneminde de çocukların serinlemek için girdikleri ve boğulmaları sebebiyle sayısız ölümle neticeleniyor.
Deyr Bellût bölgesinde inceleme imkânı bulduğumuz Deyr Bellût Kampı bunun en dramatik örneklerinden birini oluşturuyor. Çalışan STK yetkililerinin sahayı bilmemesi, kaldıkları kısa süre içerisinde de sahayı asla öğrenememeleri, yerel STK’lardan destek almamaları, ayrıca yerelden güvenilir çalışanlar istihdam etmemeleri gibi problemler bu yaşananların temelinde yatıyor.
Bölgede acil ihtiyaçlardan birinin de en az insanî yardım kadar gerekli olan eğitim olduğunu unutmamak gerekir. 9 yıldır devam etmekte olan savaş boyunca eğitimsiz kalan nesillerin aldatılmaya hazır, suistimal etmek isteyen eller tarafından nasıl da kötüye kullanılabileceği açıktır. İdlib’te çalışmalarını yürüten yerel bir STK’nın temsilcisi olan Ebû Yahyâ’nın da ifade ettiği üzere, bu başlık da üzerine eğilmemizi gerektirir:
Suriye’de hâlihazırda üç farklı akım var. Bunlardan birincisi İran tarafından yapılan Şîî merkezli propaganda, ikincisi özellikle Avrupalı STK’lar tarafından yapılan seküler düşünce, üçüncüsü de körfez ülkeleri tarafından fonlanan radikalizm. Bunlara kıyasla Türkiye bölgede insanları kucaklayan, bunu yaparken de karşılıksız yapan bir ülke. Türkiye’nin buradaki en büyük eksiği eğitimi ihmal etmesi. Bu da başkalarına alan açıyor. Yani Türkiye insanların karnını doyuruyor, diğer yapılar ise akıllarını doyuruyor. Mesela İran, bulunduğu bölgelerde propagandasına öylesine önem veriyor ki bu mevzuda yer yer Rusya ile çatışma dahi yaşıyor.
Gaziantep Üniversitesi’ne bağlı olarak el-Bâb’da kurulan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Azez’de kurulan İslâmî İlimler Fakültesi, Afrin’de kurulan Eğitim Fakültesi, şüphesiz bu ihtiyacı karşılamak için atılmış büyük adımlar. Aynı şekilde İHH tarafından Azez’de kurularak, 2015-2016 eğitim öğretim yılında faaliyete giren ve geçtiğimiz yıl da 57 öğrenci ile ilk mezunlarını veren Uluslararası Şam Üniversitesi eğitime yönelik yapılan çalışmalar arasında önemli bir yer tutuyor. Tabi bu durum mevcut sıkıntıların sadece çok cüzi bir kısmına cevap verebiliyor. Tıp, mühendislik ve fen bilimlerine dair bölgede geçerliliği olan hiçbir fakültenin açılmayışı bu alanlarda üniversite okuma isteğine sahip olan tüm öğrencilerin başta Türkiye olmak üzere ülke dışına çıkmasını zorunlu kılıyor.
Afrin’de kendisiyle görüşme imkânı bulduğumuz bölgedeki bir okul müdürünün de dediği gibi “Ankara’dan yetkin bir heyetin gelerek mevcut eğitim sorunlarını ve ihtiyacın ne olduğunu yerinde görmesi gerekiyor.” Türkiye bölgeye hâkim olmadan önce YPG’nin elinde olan bölgede tahmin edileceği üzere eğitime hiç önem verilmez. Sadece Kürtçe öğretilir. Bu da çok ilginç bir biçimde bölge insanının yabancı olduğu Irak lehçesi olur. Son zamanlarına kadar YPG’nin bölgede yer yer yaptığı terör saldırıları sebebiyle ailelerin çocuklarını okullara göndermekten çekindiği Afrin’deki durumun, Azez ve el-Bâb’dakine kıyasla daha da kötü olduğunu ifade etmek gerekir. Okul müdürü yaşanan problemlere başlıklar halinde şöyle sıralıyor:
“Çocuklar eğitim durumlarına göre değil, yaşları hangi sınıfta olmalarını gerektiriyorsa ona göre dağıtılıyorlar. Liseyi tamamlamış olması gerektiği yaşta, eğitim almadığı için hâlâ okuma yazması olmayan çocuklar var. Eğitim alanların da okul sonrası eğitimlerini destekleyecek imkânları yok. Zaten geçim problemi sebebiyle çocukların çoğu okul sonrası çalışmaya gidiyorlar. Hocalar da istenilen seviyede değil, sahasının hocası olanlar okullarda ücretlerin düşük olması sebebiyle geçimlerini sağlayamıyorlar ve terk ediyorlar.”
İlkokuldaki durumun da iyi olmadığı; sınıf mevcudunun yetmiş, bir sırada oturan çocuk sayısının dört olduğu, öğrenciler arasındaki seviye farkını asgarîye indirmek gayesiyle eğitimden geri kalmış öğrenciler için bir yılda iki yılın müfredatının verildiği yoğunlaştırılmış eğitim sınıfları önerisinin yetkili makamlar tarafından kabul edilmediği bölgede, yeni önerilerle çözüm için köklü adımlar atılması gerekiyor.
Müdürü olduğu Afrin Şifa Hastanesi’nde kendisiyle tanışma imkânı bulduğum Doktor Hüsâm Hamdân, Suriye ziyaretimizin şahsım adına en önemli kazanımlarından biri oldu. Doğu Guta’nın 1976'daki ilk özel hastanesi olan Hamdan Hastanesi’nin kurucusu Adnan Hamdan'ın oğlu ve hastanenin genel müdürlüğünü yapmış olan Dr. Hüsam Hamdan, devrimin başladığı ilk haftadan itibaren sahibi olduğu özel hastanenin kapılarını insanlara sonuna kadar açarak, kendisini, neşterini ve kalemini Allah için zulme karşı direnişe ve mücadeleye adamış bir genel cerrah olur.
Devrimin başladığı günden tehcir edildiği 2018 yılına dek 7 yıl boyunca tam 7.628 ameliyat gerçekleştirir. “Her şeye alıştım ama önüme getirilen yaralı, azâları parçalanmış çocuk bedenlerini görüntüsünü gönlüm taşımaya bir türlü alışamadı. Her biri ayrı ayrı kalıcı yaralar, acı hatıralar ve silinmez izler bıraktı içimizde” diyen Hamdân, Suriye’de yaşanan zulmün en önemli şahitlerinden de biri olarak hikâyesi apayrı yazılası bir isim...
Rejim tarafından Guta’da tek seferde 1400 kişinin ölümü ile neticelenen kimyasal sarin gazı saldırısının yapıldığı21 Ağustos 2013’te de bölgede olan Hamdân’ın şahit olduklarına dair anlattıkları bir hayli duygulanmamıza sebep olmuştu. Hamdân’ın önlerine çıkartılan çeşitli zorluklara rağmen YÖS’ü kazanmış yetmiş kadar öğrenciyi Ankara’daki yetkililerle temas kurarak Türkiye’ye göndermeyi başarması ve onların eğitimlerini burada tamamlamalarını sağlaması da mevcut duruma bir çözüm bulması bakımından bir hayli önemli.
Bölgede ticaretin gelişmesi, maddî refahın artması; buna bağlı pek çok problemin de çözülmesi için mercek altına alınması gereken önemli bir diğer başlık. Tabii, ticaretin gelişebilmesi önündeki kimi engellerin kalkmasını gerektiriyor. Buna bulunan en güzel çözümlerden biri olarak Şam Kardeşlik Ve Yardımlaşma Derneği’nin çalışmaları kapsamında uygulanan “Helal Rızık Kapısı” projesi buna iyi bir örneklik oluşturuyor. Göç eden insanlara sermaye yardımı sayesinde tekrar tezgahlarını kurma imkânını elde eden insanlar kendi hayatlarını kurtarmaktan başka, çalıştırdıkları işçilerle de başkalarının da evlerine ekmek götürmelerine vesile oluyorlar. Daha yeni bir proje olan bu çalışmada, 15 kadar işletmeci, artık kendi dükkânının sahibi ve 60 kadar insana da iş imkânı sağlıyor.
Bunlardan el-Bâb’da görüşme imkânı bulduğumuz bu projeden faydalanan bir berber ve işini ikinci mağazasını açacak kadar büyüten bir marangoz ile görüşme imkânımız oldu. Çok iyi düşünülmüş bu projenin devam edebilmesi bölge insanı için hayati bir öneme sahip iken mevcut kimi problemlerin kaldırılması da bir hayli önemli. Bölge insanının alım gücü çok düşük ve ürettiklerini sunabilecekleri bölgedeki pazar çok sınırlı olduğu için, mesela kereste ürünleri gibi burada üretilenlerin velev ki Türkiye’deki firmalar üzerinden de olsa dışarıya ihraç etmelerine imkân sağlanması gerekiyor. Ticaretin gelişmesi için bu önemli bir unsur.
Bölgeye yapılması planlanan insanî yardımların bile yine bizzat buralardan alınması, bununla da esnafların canlandırılması büyük önem arz ediyor. Buraya gönderilen kullanılmış aynî mallar da buradaki esnafın canlanması önünde büyük bir engel oluyor. Bölge esnafı için bir diğer sıkıntıyı da Türkiye hâkimiyeti altında bulunan bölgelerden direk yurt dışına ihraç edilecek ham madde dışında Türkiye’ye ürün sokulmasının yasak olması oluşturuyor. Bölgenin dünyaya açılan tek kapısı olan Türkiye’den daha fazla yardım görmesi ileriki süreçte ülke olarak şüphesiz bizler için de menfaat sağlayacaktır. 2019 yılında Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği’nin Suriyeli üreticilerden aldığı binlerce tonluk zeytinyağını yurt dışına satması şüphesiz buradaki en kârlı tarafı kendisi yapmıştır.
Suriyelileri bir yük, bela olarak değil de kendilerinin bize maddî ve manevî faydalar sağlayan komşu bir millet olduğunu kabul etmek her aklı başında insanın hak vermekten kaçamayacağı bir gerçektir. Kaldı ki İran’ın Suriye harbinde şimdiye kadar harcadığı 200 milyar dolarlık paranın dörtte birini bile harcamayan Türkiye, harcadığı bu paradan daha da fazlasını, ülkeye parayla gelen, ticaret yapıp ülke ekonomisine katkıda bulunan, milletimizin çalışmaya tenezzül etmeyeceği yerlerde çalışarak kimi sektörlerin yok olmasını engelleyen Suriyeliler sayesinde elde etmiştir bile.