Suriye: Bir enkaza bakarken
Suriye olaylarını sadece “dış güçlerin müdahalesi” üzerinden okumak da, bu gerçeği görmemek ve manzaranın tamamını gözden geçirmemek anlamına gelir.
Hamza el Hatib adlı Suriyeli çocuk, ailesiyle birlikte yaşadığı Dera’nın Saide kasabasında 29 Nisan 2011 günü güvenlik güçleri tarafından tutuklandığında, henüz 13 yaşındaydı. Hamza’nın suçu Beşşar Esed rejimi aleyhine düzenlenen gösterilere katılmak ve sokakta eylem yapmaktı. Ailesi, haftalarca haber alamadıkları oğullarının akıbetini öğrenmeye çalışırken, 24 Mayıs Salı günü, Hamza evine geri döndü. Ancak parçalanmış, organları birbirinden ayrılmış ve üzerinde sigara izmariti söndürülmüş bir ceset olarak.
Suriye istihbaratının (“Muhaberat”) işkence yöntemlerinin ülkede zaten kötü bir şöhreti vardı. Hamza el Hatib, kendisi gibi sokaklara çıkan 40’tan fazla kişiyle birlikte tutuklandığında, işkence görmemesi zaten düşünülemezdi. Hapishanelerde tutuklulara işkence, Esed rejiminin rutin uygulamaları arasındaydı. Fakat çocuğun cesedindeki izler, bu defa bilinen yöntemlerin de ötesine geçildiğini düşündürüyordu.
Hamza el Hatib’in babası Ali, oğlunun fotoğraflarının şok etkisi uyandırmasından sonra, Suriye istihbaratı tarafından tutuklandı. İstihbarat yetkilileri, Ali el Hatib’den, oğlunun “Sünni Selefi cihatçılar tarafından” öldürüldüğünü söylemesini istiyordu. Babaya gösterilen muamele son derece kibardı. Kendisi adeta bir misafir gibi ağırlanmıştı.
Yollara dökülen güller
Hamza’nın uğradığı akıbet, Suriye çapında yeni bir protesto dalgasına yol açtı. Sokağa çıkan insanlar, adaletin yerini bulması ve işkencede parmağı bulunanların cezalandırılmasını istiyordu. Kimse elinde silah tutmadığı gibi, rejimi devirmek için organize bir hareketten de söz etmek imkânsızdı.
O günlerden basına yansıyan en ünlü fotoğraflardan birinde, binlerce kişinin bir caddeyi ellerinde güllerle geçtiği görülüyordu. İnsan seli, Hıristiyanların yaşadığı bir mahalleden geçerken, evlerin balkonlarından dökülen çiçek yaprakları, Suriye’nin o dönemde içinde bulunduğu ruh halinin ve sosyal dokunun en çarpıcı göstergelerinden biriydi.
Başından beri en büyük sorun…
Şu anda bir kaos, çatışma ve kan banyosu içinde gördüğümüz Suriye’de, olayların nasıl ve neden başladığını gözden kaçırmamak önemli. İran tarafından -ne pahasına olursa olsun- sınırsızca desteklenen, sıradan vatandaşların herhangi bir şekilde göz açma hakkına sahip olmadığı, özgürlük taleplerinin her seferinde işkence ve katliamla karşılandığı bir ülkeydi Suriye. 2011’deki ilk halk ayaklanması da, hürriyet talebiyle patlak vermişti. Halkın masum isteklerinin sonrasında manüple edilmesi ve olayların doğal seyrinden çıkarılması, bu taleplerin haklı ve doğru olduğu gerçeğini değiştirmez. Suriye olaylarını sadece “dış güçlerin müdahalesi” üzerinden okumak da, bu gerçeği görmemek ve manzaranın tamamını gözden geçirmemek anlamına gelir.
Sosyolojik olarak değerlendirildiğinde, Suriye’nin değişime hazır olup olmadığı sorusu, bugünden yakın tarihe bakınca, mutlaka cevaplanması gereken bir sorudur. İran’ın böylesine yatırım yaptığı, istihbaratı ve ordusu teyakkuzda bulunan bir azınlık rejiminin, halk ayaklanmasıyla devrilmesinin güçlüğü, bugün çok daha net biçimde görülüyor. Dahası, Sünni kesimler içinden de destek devşirmeyi başaran Esed iktidarının -ülke içinde ve dışında- dayandığı noktaların, olayların başlangıcında zannedildiğinden çok daha sağlam olduğu anlaşılıyor.
Bir nokta daha var ki, o da rejim karşıtı hareketi başlatan muhalif kadroların başından beri en büyük handikapını oluşturdu: Muhaliflerin başında, ülkenin tamamına önderlik edecek bir lider bulunmadığı gibi, kendilerinin rejim devrildiğinde nasıl bir Suriye kuracaklarına dair ayakları yere basan bir programları da yoktu.
Suriye, bu yönlerden, kaba askeri kuvvetin ve sosyolojik gerçeklerin, masum adalet taleplerine galebe çaldığı bir arena olarak değerlendirilebilir. Olayların başlangıcından kısa bir süre sonra bölgesel ve uluslararası aktörlerin, Suriye üzerinden birbiriyle hesaplaşmaya girişmesi de, sivil kaybının 500 binleri aşmasının en önemli nedenlerinden biri.
Suriye olayları, tüm bu noktalar ayrı ayrı, derinlemesine ve ayrıntılı bir biçimde mütalaa edilmeden anlaşılamaz. Bileşenlerin sadece bazılarını öne çıkarmak veya olayları siyasi kavgalara meze haline getirmek ise, cesetler üzerinde dans etmekten farksızdır.
İran ve Rusya’nın Suriye savaşı
Bugün gelinen noktada, Esed rejimini düşürmemek için canını dişine takan İran-Rusya ittifakının savaşın kazananı olduğu görülüyor. Ancak bu ittifak, birbirine diş bileyen ve hemen her sahada rakip olan iki önemli güçten oluşunca, Tahran’la Moskova arasındaki balayının çok uzun sürmeyeceği kestirilebilir. Suriye özelinde çatışan menfaatler, İran’la Rusya’yı açıktan karşı karşıya getirecektir.
Asker göndererek, şehirleri bombalayarak ve rejime her türlü lojistik desteği sağlayarak Beşşar Esed’in koltuğunda tutunmasına neden olan Rusya’nın Suriye’de sosyolojik taban bulabilmesi mümkün değil. Suriye’nin Müslüman halkı, Rusya’yı benimsemeyeceği gibi, Rusya’dan siyasi menfaat devşiren rejim güçleri de, “Rus ayısı”yla yıllar sürecek bir yakınlığa sıcak bakmayacaktır.
İran ise, Suriye’de daha avantajlı konumda. Ortadoğu’da şu anda dört Arap başkentini (Bağdat, Şam, Sanaa, Beyrut) fiilen kontrol eden İran, sahadaki üstünlüğünü Suriye şehirlerinin demografik ve mezhepsel yapılarını değiştirmek suretiyle pekiştirmek peşinde.
Şiileşen Sünni şehirleri
Rus bombardımanı ve Esed rejimi adına savaşan Hizbullah milislerinin saldırıları sonucu düşen Halep, bugün İran’ın demografik ve mezhepsel değişim planlarının ana hedefindeki şehirlerden. Savaş nedeniyle yaşadıkları bölgeleri terk etmek durumunda kalan Sünni nüfusun yerine Şiiler yerleştirilirken, savaş yetimleri de Şii din adamlarının yoğun eğitim programlarına tabi tutuluyor.
İran ve Irak merkezli onlarca vakıf, Halep ve diğer şehirlerde sahaya inerek faaliyetlerine devam ediyor. Bu durum, yakın gelecekte yüzlerce yıllık Sünni şehirlerin Şii karakter kazanmasına ve İslâm dünyasındaki ayrışmaların daha da derinleşmesine yol açacak.
Aynı dönüşüm ve değişim süreçlerini Irak’ta da gözlemlemek mümkün. “DAEŞ’le mücadele” sürecinde yerlerinden edilen 3 milyon dolayında Sünni bugün ülkenin çeşitli bölgelerinde mülteci statüsünde yaşamaya çalışırken, şehirlerin ve eyaletlerin demografik yapısının değiştirilmesi için hazırlanan plan yürürlükte.
Son durum ve geleceğe dair perspektifler
Suriye savaşının (ve belki de bütün Arap Baharı’nın) en kesin ve keskin sonuçlarından biri, İslâm dünyasında artık unutulmaya yüz tutmuş mezhepsel ayrılıkların yeniden (ve bir daha hiç unutulmamak üzere) gün yüzüne çıkmasıdır. ABD ve Rusya’nın, kâh muhalifleri kâh rejimleri, kâh Sünnileri kâh Şiileri desteklemek suretiyle bu uçurumu derinleştirmekten hiç kaçınmaması, Ortadoğu coğrafyası olarak mutlaka fark edilmesi gereken bir tuzaktır.
Dinî, etnik ve mezhepsel anlamda birbirini boğazlayan milletlerden oluşan bir Ortadoğu, gözünü buraya dikmiş olan bütün uluslararası güçlerin dikkatini çekecektir. Bölgeyi parçalayıp yutma hedefi konusunda ABD veya Rusya arasında herhangi bir fark yoktur.
İran’ın, bu hengâmede kendi mezhepsel çıkarları için Arap coğrafyasının dağınıklığından istifade etmesi problemin bir tarafını oluştururken, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki birçok yönetimin İran korkusuyla kendisinin Batı’nın kucağına atması da diğer tarafını oluşturmaktadır.
İslâm dünyasının, kendi problemlerini kendisi çözmekten aciz bir felç haline savrulması, Ortadoğu’nun geleceğini düşünürken karşımıza çıkan en büyük handikap olarak zikredilmeye adaydır.